Murat Bardakçı

İster misiniz, Cenin’de Cemal Paşa’nın altınlarını bulsunlar

21 Nisan 2002
Çoğumuz, Cenin'in varlığını geçen hafta uğradığı feláketten sonra öğrendik. Cenin, bir zamanlar Beyrut viláyetimizin Balka sancağına bağlı bir kasabamızdı ve adı Birinci Dünya Savaşı'ndaki bozgunumuzdan sonra, adı bir efsaneyle beraber anılır olmuştu. Güya, İttihad ve Terakki'nin üç liderinden biri olan Cemal Paşa'nın askerleri, Filistin'i terkederlerken yanlarındaki sandıklar dolusu altını İngilizler'in eline geçmemesi için buraya gömmüşlerdi. Cenin, işte bu yüzden seneler boyu definecilerin akınına uğradı. Ben, TV'lerde Cenin'in son halini gördükçe hep bu altın efsanesini hatırlıyorum ve Cemal Paşa'nın Afganistan'dan yeni dönen torunu Hasan Cemal'i elinde metal dedektörüyle oralarda dedesinin altınlarını ararken hayal ediyorum.

Kudüs'ün kuzeyinde ‘‘Cenin’’ adında bir yerin mevcudiyetini, çoğumuz orada geçen hafta yaşanan ve taş üstünde taş bırakmayan işgal feláketinden sonra öğrendik.

İsmini artık hep bu faciayla beraber hatırlayacağımız Cenin, bir zamanlar Beyrut viláyetimizin Balka sancağına bağlı bir kasabamızdı ve İstanbul'dan gönderilen genç kaymakamlar tarafından idare edilirdi. Derken, Birinci Dünya Savaşı'nda uğradığımız bozgundan sonra, Cenin'in ismi bir altın efsanesiyle beraber anılır oldu. Filistin'i boşaltan Türk birliklerinin, yanlarındaki sandıklar dolusu altını İngilizler'in eline geçmemesi için buraya gömdüğüne inanıldı ve Cenin bu yüzden seneler boyu definecilerin akınına uğradı.

İşte, İttihad ve Terakki'nin üç liderinden biri olan Cemal Paşa'dan İngiliz Generali Allenby'ye, Nazi Partisi'ne mensup bir Alman baronundan Ürdünlü definecilere kadar uzanan bu sandıklar dolusu altın hikáyesinin kısa öyküsü:

DİN KARDEŞİMİZE RÜŞVET

Kudüs'ü, 1917'in 9 Aralık'ında General Allenby'nin kumanda ettiği İngiliz birliklerine terkettik. O taraflardaki ordumuzun başında bulunan Cemal Paşa yenilmişti, İngilizler kuzeye doğru ilerlediler ve onlar ilerledikçe biz geri çekildik.

Genel karargáhımız önce Nablus'a taşındı, İngilizler'in yaklaşması üzerine daha geriye, Násıra'ya, nakledildi. Cemal Paşa 12 Aralık günü bütün yetkilerini bir Alman maraşalına, von Falkenhayn'a devredip İstanbul'a doğru yola çıktı. Trenle dönüyordu ve trenin istasyondan ayrılmasından sonra iki saat boyunca hiç durmadan ağladı.

Altınlarla ilgili söylentiler, işte bu geri çekilme sırasında başladı: İngilizler, savaş devam ederken Arap kabilelerini ve şeyhleri altına boğmuşlardı, Araplar'ın bize karşı ayaklanmalarının, üstelik ‘‘cihad’’ ilán etmelerinin gerisinde, bu altınların büyük rolü vardı.

Aynı taktiği bozgun öncesinde Cemal Paşa da uygulamak istedi ama Osmanlı hazinesi tamtakırdı ve din kardeşlerimizi satın almamıza yarayacak altınlar, müttefikimiz Almanya'dan geldi. Berlin'den sandıklar içerisinde Kudüs'e yollanıyor, çok azını bizim dağıtmamıza izin veriliyor ve Arap şeyhlerine ödemeleri Alman subaylar yapıyorlardı.

Derken bozguna uğradık, Kudüs'ün düşmesinden sonra karargáhımız daha yukarılara taşınınca Filistin'deki birliklerimize kumanda eden Alman maraşali Liman von Sanders, bütün altınların Nasıra'daki karargáha getirilmesini emretti.

Altın sandıkları katırlara yüklendi, Türk ve Alman subaylarının koruması altında yola çıkıldı. Cephenin değişik yerlerinden getirilen sandıkları taşıyanlar o zamanlar ufak bir kasaba olan Cenin'in dışında bir yerde buluştular. Nasıra'ya buradan beraberce gidilecekti.

DEFİNECİ ARKEOLOGLAR

Ama İngiliz birlikleri yolları kesmişlerdi. Yer yer çarpışmalar oluyordu ve askerler, söylentilere göre, Nasıra'ya kadar gidemeyebileceklerini farkedince altınların İngilizler'in eline geçmesini önlemenin yolunu, sandıkları hemen oracıkta toprağa gömmekte buldular. Sandıklar kazılan derin çukurlara yerleştirildi ve bu çukurların alelácele haritaları çizildikten sonra vuruşa vuruşa Násıra'ya doğru ilerlemeye başlandı. İngiliz kurşunlarından kurtulabilenler karargáha ulaştılar, kurşunlara hedef olanlar ise düştükleri yerde kaldı. Bunlar kimi Edirne'den, kimi Erzurum'dan, kimisi de İstanbul'dan gelmiş gençlerimizdi.

Birkaç gün sonra, büyük çöküşü yaşadık ve Ortadoğu'daki dört asırlık Türk idaresi nihayete erdi. Önce Suriye taraflarına, hemen arkasından da Toros eteklerine çekildik.

Derken aradan seneler geçti, altınlarla ilgili söylentiler Cenin taraflarında efsaneleşti. Herkes, Türk askerlerinin toprağa gömdüğü sandıkları dolusu altının derdindeydi. Gizliden gizliye definecilik başladı ve bu merak zamanla apaçık bir hal aldı: Sebebi, sadece Cenin sakinlerinin değil, yabancıların da altınların peşine düşmeleriydi.

Bir Alman tarihçi grubu 1924'te Kudüs'e geldi ve o günlerde Filistin'e hákim olan İngilizler'den Cenin'de hayatını kaybeden Alman askerleri için anıt dikme izni aldı. Ama gelenlerin anıt inşaatıyla değil, yamaçları kazmakla meşgul oldukları anlaşıldı ve İngilizler hepsini sınırdışı ettiler.

Gene yıllar geçti, 1936'ya gelindi ve sahneye bu defa bir Alman asilzadesi, Otto von Bolschwing adında bir ‘‘Baron’’ çıktı. O da Cenin taraflarında dolaşıp birşeyler ararken yokoldu. Baron Bolschwing daha sonra Nazi Almanyası'nda Yahudiler'in ortadan kaldırılması programlarında görev alacak ama savaş bitince Washington'dan sığınma hakkı elde edecek, 1970'lerdeki ölümüne kadar Amerika'da yaşayacak, hakkında CIA'de çalıştığı yolunda söylentiler çıkacak ve tarihe İkinci Dünya Savaşı'nın en esrarlı isimlerinden biri olarak geçecekti.

CENİN, HASAN CEMAL’İ BEKLİYOR

Artık bu altın hikáyesini öğrenmeyen Ceninliler, kasabada deşilmedik toprak bırakmamışlardı. Birleşmiş Milletler, Araplarla İsrail arasında çıkan savaşlar yüzünden yerlerinden olan Filistinliler'in bir kısmını 1953'te kasabanın dışında kurulan bir kampa yerleştirdi, kamp gittikçe büyüyüp Cenin kasabasını da içine aldı ve bu defa mülteciler de definecilik yapmaya başladılar. Hemen herkesin elinde bir hazine haritası vardı. Bu haritalar yabancılara yüksek mebláğlarla satılıyor, satın alanlar kazma küreklerle heryeri delik deşik etmeye koyuluyorlar, aralarına Ürdün'den sınırı gizlice geçip gelen hazineciler de katılıyor ve İsrail polisi yakaladığını sınırdışı ediyordu.

Çoğumuzun, ismini geçen hafta başına gelenlerden sonra öğrendiğimiz Cenin, bir zamanlar bize işte bu kadar yakındı; Cemal Paşa'nın altınlarının hayali de, hemen her Cenin sakininin aklının bir köşesinde mutlaka dururdu.

Ben, TV'lerde günlerdir Cenin Kampı'nın içler acısı halini gördükçe işte hep bu altın efsanesini hatırlıyorum ve Cemal Paşa'nın Afganistan'dan geçenlerde dönen torunu Hasan Cemal'i elinde metal dedektörüyle Cenin taraflarında dedesinin altınlarını ararken hayal ediyorum.


Ey medyacılar! Bu isimleri artık bir öğreniverin!

Şemseddin Sami,
Türkçe'nin gelmiş geçmiş en önemli sözlükçüsü ve ansiklopedisti kabul edilir. 1850 ile 1904 seneleri arasında yaşamıştır ve tek başına hazırladığı altı cildlik ‘‘Kamusü'l-Álám’’ isimli ansiklopedik eseri, araştırmacılar için bugün de hálá kaynak kitaptır.

Bugün dünya gündeminin ilk sıralarında yeralan ‘‘Beytülláhim’’ maddesi, Şemseddin Sami'nin ‘‘Kamusü'l-Álám’’ında, 2 cildin 1426. sayfasında geçer ve maddede bugünün Türkçesiyle şunlar yazılıdır:

‘‘Filistin'de, Kudüs sancağı ve kazasında, Kudüs'ün 10 kilometre güneyinde bir kasaba olup Hazreti İsa'nın doğduğu yer olmakla meşhurdur. Büyük bir kilisesi ve Hazreti Ömer tarafından mescid kabul edilmiş bir binası vardır. Ahalisi 4 bin kişi kadar olup yarıdan çoğu Hristiyan ve geri kalanı Müslümandır. Haçlılar ilkönce bu kasabayı fethedip merkez yapmışlardır. Hazreti Ömer'in mescidine dokunmamışlardır ve mescidin bugün asli şeklinde olduğu söylenmektedir. Hazreti Davud ve Süleyman'ın kabirlerinin de bu kasabada olduğu söylenir’’

Şemseddin Sami'nin yazdıklarını niçin naklettim? Eski adetimiz depreştiği, dış habercilikte kaynak olarak sadece batı ajanslarını alıp isimleri CNN'in teláffuz ettiği yahut AP'yle Reuter'in yazdığı şekilde yazıp söyler olduğumuz, bazı TV kanallarında ‘‘kayanın kubbesi’’ gibisinden sözler uydurur hale geldiğimiz ve Yavuz Selim'den buyana ‘‘Milád Kilisesi’’ dediğimiz yeri birdenbire ‘‘Doğuş Kilisesi’’ne çevirdiğimiz için. Daha da önemlisi, artık başka türlü yazıp söylediğimiz bu yerleri 85 sene öncesine kadar İstanbul'dan giden Mülkiye mezunlarının idare ettiğini hatırlatmak maksadıyla.

Aşağıda son günlerde sıkça duyulan bazı yer isimlerinin asırlar boyu kullandığımız biçimleri yeralıyor. Bu isimleri böyle yazmak, bir yerde kendi tarihimize olan borcumuzdur:

Kayanın kubbesi: Ömer Camii yahut Kubbetü's-Sahra.

Doğuş Kilisesi (Nativity Church): Milád Kilisesi.

Kutsal Mezar (Holy Sepulcher): Kıyame veya Kamame Kilisesi.

Nazaret: Násıra.

Hebron: El Halil.

Betlehem: Beytüllahim.

Galile: Celil.

Jericho: Eriha.

Tiberias: Tabariye.

Sidon: Sayda.

Tir: Sur.


‘‘Anne, ben değiştim!’’


Kenar mahallenin fakir genç kızı zengin koca derdine düşmüş. Ne yapıp etmiş, etraftan şık birşeyler bulup üstüne geçirmiş, çehresini değiştirmiş ve annesine günde birkaç defa ‘‘Anne, biz artık değiştik, zenginiz, asiliz, hem zaten asildik diyelim’’ demeye başlamış. ‘‘Duyan yahut inanan çıkar da, zengin koca buluveririm...’’

Kızın hemen her gün ‘‘Ben değiştim, asil oldum’’ demesinden annesine artık gına gelmiş ve kadıncağız sonunda patlamış:

‘‘Sus kız, sus!’’ diye bağırmış. ‘‘Bizi tanıyıp bilenler ölsünler, öyle. Ne halt edeceksen, ondan sonra et!..’’
Yazının Devamını Oku

Yakup Cemil tetikçi olsa ailesi sefalet mi çekerdi?

7 Nisan 2002
‘‘Baba’’ kalkıp ‘‘Bazı köşe yazarları Yakup Cemil haline geldiler’’ deyince ‘‘Keşke Yakup Cemil gibi birkaç köşe yazarına daha sahip olabilsek’’ diye düşündüm. İttihad ve Terakki'nin bu en namlı fedaisi bir zamanlar gerçi korku dolu bir terör yaratıp çok canlar almış ama ne yaptıysa inandıkları uğruna yapmış; menfaat, birileri adına tetikçilik yahut hortumculuk gibi işlerin ne olduğunu hiçbir zaman bilmemişti. 1916'nın 11 Eylül'ünde idam edildi ama karısına ve çocuklarına vatani hizmet tertibinden aylık bağlandı. Sağ olsaydı, ismini bu şekilde kullananlara kimbilir neler ederdi...


‘‘Baba’’, hakkında çıkan bazı yazılara hiddetlenmiş olacak ki geçen hafta Ertuğrul Özkök'ü aradı, ‘‘Türk basınında bazı köşe yazarları Yakup Cemil haline geldiler’’ dedi, ‘‘Üzerlerine düzenli orduyla gitmek gerekir’’ buyurdu ve bir Yakup Cemil tartışmasıdır başladı.

Yakup Cemil'in adı daha önce de birkaç defa gündeme gelmiş ve ismini teláffuz önceliği hep Baba'ya ait olmuştu. Meselá Susurluk skandalı ilk patladığı günlerde de ‘‘Yeni Yakup Cemiller yaratılmasın’’ diyen gene Baba idi.

Ben, Yakup Cemil ile ilgili bu yeni tartışmaları takip ederken Baba'nınsöyledikleri keşke doğru çıksa da, Yakup Cemil gibi birkaç köşe yazarına sahip olabilsek' diye düşündüm. Zira, İttihad ve Terakki'nin bu en namlı fedaisi bir zamanlar gerçi korku dolu bir terör yaratıp çok canlar almış ama ne yaptıysa inandıkları uğruna yapmış; menfaat, birileri adına tetikçilik yahut hortumculuk gibi işlerin ne olduğunu hiçbir zaman bilmemişti.

İLK KURŞUN SUBAYA

İsmi şimdilerde yeniden gündeme gelen Yakup Cemil, İstanbul'lu Çerkes bir aileye mensuptu. 1903'te Harbokulu'nu bitirdi, Rumeli taraflarına tayin edildi ve dağlarda senelerce eşkiya kovaladı. Sertliği ve acımasızlığı daha o günlerde bile dillere destan olmuştu.

Sonra, devrin modasına uyup İttihad ve Teraki Cemiyeti'ne girdi. 1908'de Meşrutiyet ilán edilince askerlikten istifa etti. Artık sadece cemiyet için çalışacaktı. Bir aralık Adana'ya gitti ve teşkilátlanma işiyle uğraştı. 1911'de İtalyanlar o zamanlar Türk toprağı olan Libya'yı işgal edince, Yakup Cemil gönüllü olarak Libya'ya gitti. Göğüs göğüse çarpışmalarda yıldızı daha da parladı. Ama Trablus'ta ortadan kaldırdıkları arasında sadece işgalci askerler değil, bir de zenci Türk subayı vardı: Teğmen Şükrü Efendi... Resmi savunmasında teğmeni ‘‘Nöbet tuttuğu sırada uyuduğunu gördüğü için kendisine hakim olamayarak vurduğunu’’ söylüyordu ama arkadaşlarına ‘‘Bir siyah adamın bana emir vermesini kabul edemezdim’’ diyecekti.

BİR KURŞUN DA PAŞA’YA

Hadise örtbas edildi ve Yakup Cemil sessiz sadasız İstanbul'a döndü. Derken İttihadçılar 1913'ün 23 Ocak günü o zamanın başbakanlığı olan Babıali'yi basıp hükümeti ele geçirdiler. Yakup Cemil, baskın sırasında hadisenin baş kahramanı olan Enver Bey'in, yani sonraların Enver Paşa'sının hemen yanıbaşında idi. Binaya girmelerinden hemen sonra Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı durup dururken şakağından vuruverdi. ‘‘Ne halt ettin?’’ diye soran Enver'e cevabı, ‘‘Bu adamlara láf anlatılmaz, onları böyle susturmak lázımdır’’ dedi ve tabancasında kalan öteki kurşunları da yerde kanlar içinde can çekişen Nazım Paşa'nın yeniden boşalttı.

Artık, İttihat ve Terakki'nin siláhşörü olmuştu. Parti'nin ortadan kaldırılmasını ama sessizce yokedilmesini istediği kişilerin isimleri Yakup Cemil'e veriliyor, adamlarıyla beraber işi hemen hallediyordu. Fakat gittikçe gemi azıya aldı; emir ve kural dinlemez oldu. O sırada devlet dünya savaşına girmişti. Enver Paşa, taaa Rumeli'de eşkiya kovaladıkları günlerden beri siláh arkadaşı olan Yakup Cemil'e ceza vermek istemedi ve onu Kafkas cephesine yolladı. O zamanların gizli servisi olan Teşkilát-ı Mahsusa'nın cephedeki gönüllü birliğine kumanda ediyordu ama gene rajhat durmayınca önce Bitlis'e, oradan da Bağdad'a sürgün edildi. Sonra kalkıp İstanbul'a geldi ve gelir gelmez ortalığı birbirine kattı.

ÖLDÜRÜP MAAŞ BAĞLADIK

Savaşın kötü gittiğini farketmiş, devletin tek kurtuluşunun karşı tarafla müstakil bir barış yapmakta olduğuna inanmıştı. Bunun için, Müttefikler'le kendi başına temasa geçmeyi denedi ama Enver Paşa iktidarda iken bu işin olamayacağını anladı ve bu defa hükümeti devirip Paşa'yı ortadan kaldırmanın yollarını aradı. Darbe hazırlıklarına başladı ama parti içindeki grupların birbirlerine karşı mücadele vasıtası oldu. Dahiliye Nazırı, yani İçişleri Bakanı olan Talát Paşa, kendi kliğini güçlendirmek için Yakup Cemil'i ortadan kaldırmak zorundaydı. Enver Paşa gerçi eski kader arkadaşına hálá toz kondurmuyordu ve onu ikna etmek işi Talát Paşa'ya düştü. Bir kısmı gerçek, bir kısmı düzmece belgelerle Enver'i suikast girişimlerine inandırdı, Yakup Cemil'in tutuklattı ve askeri mahkemeye verdirdi.

Mahkeme, Yakup Cemil'i Vatana İhanet Kanunu'nun 14. maddesinin 6. fıkrası gereğince idama mahkum etti. Enver Paşa kararı gene de imzalama niyetinde değildi ama birkaç gün sonra Berlin'e gitmek zorunda kaldı ve ona vekálet eden Talát Paşa kararı hemen tasdik etti. Yakup Cemil, 1916'nın 11 Eylül sabahı güneş doğarken, Káğıthane'deki tepelerden birinde alelacele idam mangasının karşısına çıkartıldı. Son sözü ‘‘Yaşasın İttihad ve Terakki!’’ oldu, göğsüne tam 14 kurşun saplandı, yarım saat can çekişti ve devlet, ‘‘vatana ihanet’’ suçlamasıyla kurşuna dizilen Yakup Cemil'in ailesinden geride kalan dört kişiye ‘‘vatani hizmet’’ aylığı bağladı...

Yakup Cemil, gücünü hiçbir zaman şahsi menfaat vasıtası yapmamıştı. Geçen hafta ismi etrafında bir tartışma başlayınca işte bu yüzden ‘‘Baba'nın söyledikleri keşke doğru çıksa da Yakup Cemil gibi birkaç köşe yazarına daha sahip olabilsek’’ diye düşündüm.

GERÇEK TORUNLAR KİMLER?

Ben, Yakup Cemil'in soyundan kimlerin geldiğini, çocuklarını ve torunlarını hep öğrenmek istemişimdir. Susurluk günlerinde gerçi malum sebepler yüzünden ‘‘Yakup Cemil benim dedemdi’’ diye ortaya çıkan birkaç kişi oldu ama hiçbiri torunu değildi ve gerçek torunlarını hakikaten merak ediyorum.


Bir karpuz ve 14 kurşun yedi, yarım saatte öldü


‘‘...Uykusundan uyandırılan Yakup Cemil, hapishane müdürü İsmail Hakkı Bey'e parmağıyla tetik çeker gibi yaparak ‘‘Hakkıcığım, böyle mi?’’, eliyle boğazını sıkarak ve iple asılmayı kastederek ‘‘Böyle mi?’’ diye sordu.

- Vallahi ben birşey bilmiyorum. Sizi yukarıdan istiyorlar.

Hemen giyindi, Cepheye gider gibi odadan çıktı. Dış kapının önünde yüzlerce jandarma ve inzibat gördü. Bir bölük süngü takmış süvari, onu bekliyordu.

- ‘‘Bu çocuklara zahmet ettirmişsiniz’’ dedi. ‘‘Bir kişi için bu ne külfet? Ben hükümete itaat eden adamım’’

Üç araba hazırdı. Birincisinin kapısını açtı ve bir hamlede sıçrayarak içine girdi. Bir gardiyan çavuşu soluna oturdu. Diğer arabaya savcı muavini Reşid Bey'le hapishane müdürü bindiler.

Arabaların etrafı süvari bölüğüyle muhafaza altına alınmıştı. Kafile, Eyüp'e doğru hareket etti. Sabah olmak üzere idi. Edirnekapısı dışında bir karpuz sergisinden karpuz istedi. Arzusu derhal yerine getirildi. Karpuzu büyük bir iştah ile kesip yedi.

Kafile, sonra Siláhtarağa köprüsünden geçti ve Káğıthane Köşkü'nün yanındaki sırtta duruldu. İnzibat subayı İhsan Bey atından indi. Bir sırık dikilmişti. Yakup Cemil hiç durmadan sigara içiyordu. Arabadan inince savcı muavini Reşid Bey idam hükmünü okumaya kalktı.

Yakup Cemil, ‘‘Reşid Beyefendi, zahmet buyurmayın. Ben idam edilmemin sebebini biliyorum’’ dedi. ‘‘Biz, memleketi feláketten kurtarmak istedik. Bizi bu akıbete sürükleyenlerin yarın aynı felákete uğrayacaklarına kat'i kanaatim vardır’’.

İmam telkinde bulunmak istedi, ona da ‘‘Hocam, zahmet buyurma. Ben Allah'a vazifemi yaptım. Vatana ve dinime bütün hayatımı vakfettim’’ dedi.

Savcı muavini Reşid Bey sordu:

- Vasiyetinizi yazabilir miyim?

Ona güldü:

- Malım yok ki vasiyet edeyim. Yalnız şu yüzüğümle saatimi birinci hanımıma verirsiniz. Benim çocuklarımı İttihad ve Terakki ve arkadaşlarım elbette aç bırakmazlar.

Sonra, zabite döndü:

- Zabit efendi, hükümetin emrini yerine getiriniz. Vazifenizi iyi yapınız. Yaşasın İttihad ve Terakki!

O sırada tiz bir düdük sesi duyuldu. 14 siláh birden patladı fakat 14 kurşun bu İttihad ve Terakki fedaisini öldüremedi. Tam 30 dakika can çekişti. Yere sızan kanlarında ádeta İttihad ve Terakki yazılı idi.

Vatana ihanetten idama mahkum olan Yakup Cemil'in dört nüfuslu ailesine, vatani hizmet tertibinden beher nüfusa otuz üçer kuruş maaş bağlanmıştı' (İttihad ve Terakki'nin istihbarat örgütü olan ‘‘M.M. Grubu’’ Başkanı Hüsameddin Ertürk'ün ‘‘İki Devrin Perde Arkası’’ adlı hatıralarından).
Yazının Devamını Oku

54 yıl önceki vur emrini eski başbakan Şamir verdi

31 Mart 2002
Onbinlerce Mehmetçik'i Gazze'nin kumlarında bırakarak Filistin'i terketmemizin üzerinden 85 sene geçti ve Filistin'de geçen hafta yine bir şehid verdik: Binbaşı Cengiz Toytunç'u... Bu şekildeki suikastlerin en ses getireni 1948'de yaşanmış ve İsrailli altı milis, Birleşmiş Milletler arabulucusu İsveçli Kont Folke Bernadotte'yi otomobilinde makineli tüfeklerle taramışlardı. Kont'un ölüm emrinin ileriki senelerde İsrail'e başbakan olan Yitzak Şamir'den geldiği çok sonraları anlaşıldı. Bütün bunlar bir yana, ben Ramallah'ta şimdi olup bitenleri gördükçe İngiliz'in kurşunu ve Arap'ın hançeri yüzünden 1917'de Filistin çöllerine gömdüğümüz onbinlerce gencimizi hatırlıyor ve ‘‘Allah'ın sopası yok’’ sözünün boşuna söylenmediğini düşünüyorum.


Filistin'de 401 sene devam eden hakimiyetimizin bölgeyi 1917 sonbaharında İngilizler'e terketmemizle son bulmasının üzerinden 85 sene geçti ve Türk Ordusu 85 sene sonra orada ilk şehidini verdi: Uluslararası Gözlemci Birliği'nde görevli Binbaşı Cengiz Toytunç'u... Filistin ve İsrail tarafı topu birbirlerinin üzerine atmakla, karşılıklı suçlamalarla meşguller. Aralarında neredeyse dört bin seneden beri devam eden kavgaya, şimdi bir Türk subayının da kanı karıştı.

Binbaşı Cengiz Toytunç'un katledilip Yüzbaşı Hüseyin Özarslan'ın yaralandığı Halil şehrini acaba ne kadar biliyoruz?

Halil, Hazreti İbrahim'in mezarının bulunduğu yerdir, İbrahim'le beraber karısı Sare'nin, oğlu Hazreti İshak'ın, gelini Rebeka'nın, Hazreti Yakub'un, Yakub'un karısı Lea ile güzelliğiyle meşhur oğlu Hazreti Yusuf'un mezarları buradadır. ‘‘Halil’’ sözü Hazreti İbrahim için Arapça'da kullanılan ‘‘Halilü'r-Rahman’’ yani ‘‘Allah'ın dostu’’ tabirinin kısaltılmışıdır; İsrailliler de buraya ‘‘dostluk, arkadaşlık, birlik’’ mánásına gelen ‘‘Hebron’’ ismini vermişlerdir.

Şehrin dini ve tarihi önemi kısaca böyle. Ben, Binbaşı Toytunç'un şehid edildiğini öğrenmemden hemen sonra bölgede bundan 54 sene önce bir başka barış görevlisine karşı girişilen bir diğer suikastı hatırladım: Kont Bernadotte'nin öldürülmesini ve daha da önemlisi, Kont'un ölüm kararını veren kişinin seneler sonra başbakanlığa kadar yükselebilmiş olmasını...

Wisborg Kontu olan Folke Bernadotte, o dönem İsveç'inin kralı Beşinci Gustaf'ın yeğeni ve İsveç Kızılhaçı'nın başkanıydı. Her iki dünya savaşında da barış ve insani yardım için çalışmış, ikinci savaş sırasında Kızılhaç adına Almanya'da ve Alman işgali altındaki yerlerde mekik dokuyup binlerce Yahudi'yi gazodasından kurtarmıştı. Savaşan tarafların tam bir itimadına sahipti ve 1945'te Almanya'nın ilk teslim şartlarını müttefiklere o götürmüştü.

Savaş nihayet bitti, Filistin'de 1917'den beri devam eden İngiliz işgali ve himayesi sona erdi ve daha henüz kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Teşkilátı, Kont Bernadotte'u Araplar'la Yahudiler arasında arabuluculkuk etmesi için 1948 Mayıs'ında Kudüs'e gönderdi.

Bu, Kont'un dünya barışı uğrunda yükleneceği son vazife olacak ve Bernadotte bu uğurda hayatını kaybedecekti.

KUDÜS’E PLAN YARAMADI

Taraflar arasındaki anlaşmazlıklar bugünkülerle aynıydı; ilk sırada Kudüs'ün geleceği ve kime ait olacağı konusu vardı... Kont bir ‘‘Kudüs Planı’’ hazırladı ve Birleşmiş Milletler 1948 yazında bu planı resmi çözüm olarak kabul etti. Plan uyarınca Kudüs'e milletlerarası kimlik verilecek, Yahudiler ve Araplar şehrin idaresinde söz sahibi olamayacaklardı.

O sırada İsrail devleti kurulalı henüz bir ay kadar olmuştu ve plana ilk tepki, Filistinliler'le mücadele eden Yahudi yeraltı örgütlerinden, özellikle de ‘‘LEHI’’ diye bilinen İsrail Özgürlük Savaşçıları ‘‘Lohamei Heruth Israel’’den geldi. LEHI'nin liderlerinden olan genç bir milis, Kudüs'ü elde etmelerinin önündeki en büyük engel kabul ettikleri Kont Bernadotte'in ortadan kaldırılması fikrini ortaya attı. Gencin adı Yitzak idi, teklifini son derece ateşli bir şekilde savundu, örgüte kabul ettirdi ve Kont Bernadotte 1948'in 17 Eylül'ünde ustaca ortadan kaldırıldı.

Siláhlı altı milis, Kudüs'ün Yahudi tarafında bir toplantıya giden Kont'un ve refakatindeki otomobillerin yolunu kestiler. Dört kişi tekerleklere ateş açtı, diğer ikisi de Schmeisser tüfeklerindeki kurşunları öndeki Chrysler'in içine boşalttı. Altı kurşun yiyen 54 yaşındaki Kont ve yanında oturan Fransız temsilci hemen orada can verdiler.

Bütün dünya ve Birleşmiş Milletler ayağa kakmıştı. Tutuklamalar hemen başladı, derken ‘‘katillerin bulunduğu’’ da açıklandı ama aradan aylar geçti ve tutuklananlar mahkemeye bile çıkartılmadan ‘‘káfi delil olmadığı’’ gerekçesiyle serbest bırakıldılar. İsrail, Birleşmiş Milletler'e ‘‘Güvenlik tedbirlerini almamış olması yüzünden Kont'un bir suikaste uğramasında devlet olarak hatalı olduğunu’’ bildirdi, sonra da Bernadotte'un ailesine 54 bin 628 dolar tazminat ödedi, hepsi o kadar...

Suikastin üzerinden seneler geçti, LEHI de zamanla dağıldı. Bir zamanların bu en namlı yeraltı örgütü, İsrail'de artık ‘‘kuruluş efsanesi’’ idi. Ama Kont'un kurşunlanması tam 35 sene sonra, 1983'te yeniden gündeme geldi: 1940'lı senelerde LEHI'nin liderlerinden olan ve Kont'un ölüm emrini veren Yitzak adındaki genç, İsrail'in başına geçmişti; adı Yitzak Şamir'di ve ülkenin başbakanıydı. O bölgenin şartları, dünyanın önde gelen barışçılarından birini gözünü kırpmadan ölüme gönderen kişilerin zirveye tırmanmlarına izin verir mahiyetteydi.

ALLAHIN SOPASI YOK MU?

Binbaşımızı hangi tarafın şehid ettiğini şimdilik bilmiyoruz ve bu yazıyı taraflardan birini töhmet altında bırakmak niyetiyle değil, bir zamanlar bütün dünyayı ayağa kaldıran bir başka suikasti hatırlatmak için yazdım. Askerlerimize Filistin polisi üniforması içerisinde yaylım ateşi açmak bana zaten ‘‘kör gözüm parmağına’’ misali bir iş gibi geldi ve aklıma Filistin yönetimine muhalif aşırı grupları getirdi.

Ben bu yazıyı hazırladığım sırada İsrail, Yaser Arafat'ı karargáhını hapsetmişti ve Ortadoğu'nun yeniden birbirine girmesi an meselesiydi.

Bu sayfada gördüğünüz büyük fotoğraf 1870'lerde, Fiorillo adındaki bir İtalyan tarafından çekilmiş ve o taraflarda nöbet bekleyen bir Türk çavuşunu gösteriyor. Biz, fotoğraftaki askerimizin onbinlercesini İngiliz'in kurşunu, Arap'ın da hançeri yüzünden 1917'de Filistin çöllerinde bıraktık ama bıraktığımız yerler 80 küsur seneden beri bir türlü ifláh olmadı.

‘‘Allah'ın sopası yok’’ diye boşuna dememişler galiba...


O topraklarda çok ihanete uğramıştık


Bugün artık çok uzak iklimlerde kalmış gibi görünen Ramallah'ın, Halil'in yahut Refah'ın bizim için ne demek olduğunu öğrenmek isterseniz, Falih Rıfkı'nın ‘‘Zeytindağı’’nı okuyun. Kudüs'te, Filistin'de ve Sina Çölü'nde uğradığımız yenilgileri ve Araplar'ın ihanetini ‘‘Zeytindağı’’ kadar acı ama gerçek biçimde anlatan bir başka eser Türk Edebiyatı'nda ve Türk tarihinde mevcut değildir.

‘‘Zeytindağı’’, Birinci Dünya Savaşı'nı Cemal Paşa'nın yaveri olarak Kudüs taraflarında geçiren Falih Rıfkı'nın savaş hatıraları gibidir. İmparatorluğun çözülmesi ve çökmesi kitapta bir Türkçe şáheseri olarak önünüze serilir.

Aşağıda, ‘‘Zeytindağı’’nın belki de en hoş kısnı olan ‘‘Allaha ısmarladık’’ başlıklı fasıldan bir bölüm naklediyorum. Okuyun, sonra sadece o zamanları düşünmekle kalmayın, şimdilerde varolan kriz bölgelerine asker gönderme hevesimizi de bir değerlendirin:

‘‘...Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm; Kudüs, İngilizler'in elinde idi.

Oradaki son Türkler'in nasıl kahramanca vuruştuklarını, masanın üstünden aldığım şifreli telgrafta okudum. Kudüs'ü İsrail Oğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Sanom üstünden Müslüman veya Hristiyan mabedlere doğru inenler, Türkler'in son gününü hatırlayacaklardır.

Karargáhın içinde ‘‘Kudüs düştü!’’ sözü, ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut'a, Şam'a, Haleb'e gözyaşlarımızı hazırlamak lázımdı.

Artık yalnız Anadolu'yu ve İstanbul'u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün ruyalarına ve hayallerine Allaha ısmarladık!

...Tren giderken, iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.

...İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ‘‘Benim Ahmed'i gördünüz mü?’’ diyor.

Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini?

Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: ‘‘Bu tarafa gitmişti’’ diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdad'a mı?

Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, onu da benim kadar yabancı bulacaksın. Gözünün ışığı sönmüş, çukur yanağı kemiğine batmış, omuzu göçmüş, ona da soracaksın: ‘‘Ahmed'imi gördün mü?’’

...Hayır... Hiç birimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in herşeyi gördü; Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.

...Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed... Şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırmaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.

Ahmed'i niçin harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!’’
Yazının Devamını Oku

Saddam’ın seleflerini linç edip köpeklere yedirdiler

24 Mart 2002
Amerika, Saddam Hüseyin'in suyunu hafiften ısıtmaya başladı. Başbakan Ecevit, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in Ankara ziyaretinden sonra her ne kadar ‘‘Rahatladım’’ dedi ise de, Irak'ta iktidarın değişme metodunu bilenler Saddam Hüseyin'in yakında gideceğini, hem de pek kötü şekilde gideceğinin farkındalar. Zira bugüne kadar hiçbir Iraklı lider yatağında huzur içinde can vermedi. Ya ipe çekildi, ya kurşuna dizildi, ya suikaste uğradı, yahut köpeklere yedirildi.


Başkan Bush, Saddam Hüseyin'in suyunu hafiften ısıtmaya başladı. Saddam'ın devrilmesiyle sonuçlanacak bir askeri harekátın ayak sesleri şimdi giderek daha fazla işitiliyor.

Başbakan Bülent Ecevit, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in hafta içinde Ankara'ya yaptığı ziyaretten sonra her ne kadar ‘‘Görünebilir bir gelecekte Irak'a harekát yok’’ deyip ‘‘Rahatladığını’’ söyledi ise de, Irak'ta iktidarın değişme şeklini bilenler Saddam yakında gideceğini, hem de pek kötü şekilde gideceğinin farkındalar. Zira, Irak'ın kuruluşundan buyana geçen 80 küsur sene boyunca Bağdad'da hiç değişmeyen bir gelenek hakim oldu: Liderler yataklarında can vermediler, mutlaka bir suikast yahut darbe neticesinde öldürüldüler. Yeni gelen eskisini ya ipe çekti, ya kurşuna dizdirdi yahut köpeklere yedirdi.

İşte, Irak'ta 1920'den buyana hiç aksamadan devam eden geleneğin halkaları; Irak'ın başında bulunanların yataklarında can veremeyişlerinin öyküsü:

İSVİÇRE'DE KALBİ DURUVERDİ Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap isyanını başlatıp Arap yarımadasını Osmanlı yönetiminden kopartan Mekke Şerifi Hüseyin'in oğullarından Faysal, savaştan sonra, 1920'nin 11 Mart'ında Suriye Kralı oldu ama Suriye'yi ellerinde tutan Fransızlar Faysal'ı beş buçuk ay sonra Şam'dan kapıdışarı ettiler. Faysal bu defa Irak'a hakim olan İngilizler'e yanaştı ve 1921'in 23 Ağustos'unda ‘‘Irak Kralı’’ ilán edildi.

Irak, o günlerde İngiliz mandası altındaydı ve Faysal mandanın sona erip Irak'ın tam bağımsız bir devlet olduğu 1932 Ekim'ine kadar İngiltere'nin gölgesi altında hüküm sürdü. Krallığının keyfini almaya başladığı günlerde, 1933 Eylül'ünde İsviçre'ye gitti, orada kalbi duruverdi.

FRENLERİNİ GEVŞETTİLERFaysal'ın yerini, 21 yaşındaki oğlu Gazi aldı ve genç kral bir anda Arap dünyasının en popüler ismi haline geldi. Irak'a seneler boyunca hakim olan İngiltere'den nefret ediyor, Almanlar'a yakın duruyor, sarayına kurdurduğu radyo istasyonundan Suriyeliler'e Fransızlar'ı, Kuveytliler'e de iktidardaki Sabah ailesini devirip Irak'la birleşmeleri çağrısı yapıyordu. Genç kralın milliyetçi politikasının yanısıra Filistin'e devam eden Yahudi göçü, İngiltere'nin Ortadoğu'daki etkisini giderek azalttı ve Gazi'nin ölümü de İngilizler'in elinden oldu. İngilizler 1939'un 4 Nisan'ında kralın kendi kullandığı otomobilin frenlerini önceden gevşettiler ve bir duvara çarpan genç kral parça parça oldu.

CESEDİ KÖPEKLERE YEDİRİLDİ Gazi'den sonra, Irak tahtına dört yaşındaki oğlu Faysal çıktı, büyük amcası olan Hicaz'ın eski kralı Ali'nin oğlu Prens Abdülilláh kral naipliğine getirildi ve İngiltere bölgede eskisi gibi yeniden söz sahibi oldu. Faysal, 1957'de Osmanlı ve Mısır hanedanlarının mensubuPrenses Fazile İbrahim ile nişanlandı.

Kral düğün hazırlıkları için İstanbul'a geleceği sırada, 1958'in 14 Temmuz'unda, Bağdad askeri bir darbeye sahne oldu. Prens Abdülilláh, Başbakan Nuri Said Paşa ve kraliyet ailesinin neredeyse tamamı yataklarında linç edildi. Ağır yaralanan genç kral hastahaneye kaldırıldı ama doktorlar darbecilerden korkup müdahalede bulunmayınca, Faysal hastahanenin bir koridorunda, yerde can verdi. Sonra, onun ve kraliyet ailesinin diğer mensuplarının cesedlerinin köpeklere yedirildiği söylendi...

KURŞUNA DİZİP HAVAYA UÇTU Krallığın devrilmesinden sonra iktidarı iki general, Abdülkerim Kasım'la Abdüsselám Arif paylaştı. Rejim değişti ise de, gelenek hiç bozulmadı: Arif 1963'te Kasım'ı kurşuna dizdirdi, Irak'a kendisini ‘‘Arap sosyalisti’’ diye tanıtan Baas Partisi hakim oldu ama Abdüsselám Arif'in iktidarı da sadece üç sene sürdü ve bindiği uçak havada her nedense infilák ediverdi. Yerini kardeşi Abdurrahman Arif aldı, 1968'de gelen bir başka darbe bu defa da onu devirdi ve cesedini bile bulamadılar.

SIRADA ŞİMDİ KİM VAR?

Arif
kardeşlerden sonra, Irak bu defa General Hasan el Bekr'e kaldı ama el Bekr de nasıl olduysa oldu, 1976'da yetkilerini Saddam Hüseyin'e devretmeye ikna edildi. Günün birinde ‘‘uzun zamandır muzdarib olduğu hastalıktan vefat ettiği’’ açıklanana kadar Hasan el Bekr'den bir haber alınamadı.

Irak'ta 80 seneden beri yaşanan yaşanan bütün bu maceralardan sonra şimdi Saddam'ın iktidarı gönül rızasıyla bırakacağına yahut sessiz-sadasız bir köşeye çekileceğine inanabilir misiniz?


Kütüphane değil, Deli Dumrul Köprüsü


İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu, geçenlerde üniversite tarihinin en saçma ve en garip kararlarından birini aldı, Türkiye'nin önde gelen kitaplıklarından biri olan Üniversite Kütüphanesi'ni paralı hale getirdi. Rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ismini tarihe kitap sevmeyen ve okumayan bir milleti okumaya teşvik etmek yerine kitaptan tamamen uzaklaştıran kişi olarak yazdırmak niyetinde değilse, bu Karakuşi hükmü iptal etmek ve çığrından çıkan kütüphaneye bir çekidüzen vermek zorundadır.


Sultan İkinci Abdülhamid, Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük kitap meraklılarından biriydi ve Yıldız Sarayı'nda çok zengin bir kütüphane kurmuştu.

31 Mart ayaklanmasından sonra talan edilen Yıldız'da yağmadan kurtulan tek yer bu kütüphaneydi ve başında bulunan Kalkandelenli Sabri Efendi, yağmacıların içeriye girmesini ‘‘Önce beni çiğneyin!’’ deyip eşiğe yatarak önlemişti. Yıldız Kütüphanesi seneler sonra İstanbul Üniversitesi'ne bağlandı, üniversite kitaplığının çekirdeğini teşkil etti ve Bayezid'deki yeni binasında seneler boyu en meşhur álimlerden sıradan okuyucuya kadar binlerce, onbinlerce kişiye hizmet verdi.

Derken devir değişti, 1990'ların ortalarında kütüphanenin idareciliğine isminin başında ‘‘kütüphanecilik profesörü’’ yazan bir hanım getirildi ve o güzelim ilim yuvası bir anda Sing Sing zindanına döndü. Okuyucuya elden gelen zorluğun envaisi gösteriliyordu, içeride artık ilim değil, kitap düşmanlığı yapılıyordu. ‘‘Araştırma, parası olanın işidir’’ zihniyetiyle mikrofilim ücretleri kat kat arttırılmış, doktora talebesinin eli-kolu bağlanmıştı.

Sonra 17 Ağustos depremi geldi ve kütüphanenin asıl önemli kısmı, yazmaların ve kolleksiyonların muhafaza edildiği bina, hasarlı olduğu için kapatıldı. Aradan bu kadar sene geçti ve hálá kapalı.

Ama saçmalık, işgüzarlık ve hamakat bunlarla da kalmadı: Üniversite'nin yönetim kurulu 31 Ocak 2002 günü işitenlere ‘‘Destuuur!’’ dedirten bir iş yaptı, kütüphanenin okuyucuya açık olan bölümünü ‘‘paralı’’ hale getirdi.

Kütüphanenin girişinde şimdi ‘‘Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Prof. Dr. Meral Alpay’’ imzalı bir utanç belgesi asılı. Belgede, başka üniversitelerden gelecek olan öğrencilerin kütüphanede çalışmak istedikleri takdirde bundan böyle 1, öğretim üyelerinin 2, ‘‘yabancıların ve iş çevrelerinin’’ ise 5 milyon lira ‘‘günlük ücret’’ ödeyecekleri yazılı.

Meral Hanım okumak ve ilim yapmak isteyenlere bir de 'kolaylık' getiriyor ve 'isterseniz abone olabilirsiniz' deyip 25 ile 100 milyon lira arasında değişen bir ‘‘abonman listesi’’ veriyor. Garabet bununla da kalmıyor, 1980 öncesi yayınlardan fotokopi istendiği takdirde yayın başına 250 bin lira ‘‘çoğaltma hakkı’’ alınacağı buyuruluyor. Anlayacağınız, hanımefendi, bir yazarın, meselá bendenizin 1980 öncesinde yazdıklarını paraya tahvil etme hakkını kendisinde buluyor ve o üniversitenin bünyesinde yeralan Türkiye'nin en namlı hukuk fakültesinin hocaları ‘‘Hanım, bu iş en azından Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na muhaliftir’’ demeyi akıl edemiyorlar.

İlmi, araştırma hevesini ve ilim haysiyetini ayaklar altına alan bu saçmalıklar sona erene kadar konuyu gündemde tutacağım. Sırada, rektöre son haftalarda árız olan fakülte ve bölüm kitaplıklarını kapatma hevesi şeklindeki gariplikler ve kütüphane yönetiminin kaprisleri yüzünden bir kızcağızın canından olması gibisinden adli hadiseler de var.

İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ‘‘Okumayan bir milleti üstüne üstlük bir de paralarını alarak okur hale getirebileceğini zannetmek’’ gibisinden bir garabetle tarihe geçmek niyetinde değilse, bu Deli Dumrul oyununa son vermek ve senelerdir kapalı olan yazma eserler bölümünü ilim dünyasına biran önce açmak zorundadır.

Türk kitap ve kütüphaneler tarihinin, böylesine bir azabı Anadolu'nun Moğol işgaline uğradığı asırlarda bile çekmediğine emin olun!
Yazının Devamını Oku

Savunmasız Türkler’i öldüren İtalyan’ın derisini yüzmüştük

17 Mart 2002
Yenilginin acısını başka yollardan çıkarma çabası, İtalya'da asırlar öncesinden kalma bir gelenektir. Bugün spordaki yenilgilerinin acısını futbolcuları coplayarak çıkartmaya çalışan aynı İtalyanlar, bundan asırlarca önce de savaşta uğradıkları yenilginin üzüntüsünü masum sivil Türklerin derilerini yüzerek giderme yolunu tercih etmişlerdi. İşte, 1571'de yaşanan ve tarihlere ‘‘Amiral Bragadino olayı’’ diye geçen bu hadisenin kısa öyküsü...


ROMA-Galatasaray maçından sonra yaşananların yarattığı infial hálá devam ediyor ve uzun bir zaman bitmeyecek gibi...

Futbolcularımızın güvenliğini ve kıllarına zarar gelmemesini sağlamakla görevli İtalyan polisi, oyuncularımızı copladı, Galatasaray'ın teknik adamlarını odalara hapsetmeye kalktı, bütün bunlarla da yetinmedi ve maçta çıkan olaylardan bizi sorumlu tutmaya yeltendi.

İtalyanlar'ın emanete böylesine hıyanet etmeye kalkışmaları, bana bundan asırlarca önce yaşadığımız ‘‘Amiral Bragadino’’ hadisesini hatırlattı. Bugün spordaki yenilgilerinin acısını futbolcuları coplayarak çıkartmaya çalışan aynı İtalyanlar, vakti zamanında savaşta uğradıkları yenilginin üzüntüsünü de masum sivil Türklerin derilerini yüzerek giderme yolunu tercih etmişlerdi.

İşte, İtalyanların yenilginin acısını nasıl başka türlü çıkarttıklarının tam bir örneği, tarihlere ‘‘Amiral Bragadino olayı’’ diye geçen bu hadisenin kısa öyküsü:

KORSANYATAĞI BİRADA

Akdeniz, Kanuni Süleyman zamanında tamamen bir Türk gölü haline gelmişti ama Kıbrıs'ı bir türlü alamamıştık. Kıbrıs, o zamanların İtalya'sının en kuvvetli devleti olan Venedik'in elindeydi ve bir yağma ve talan merkezi halini almıştı. Venedikli askerler korsanlık ediyor, Akdeniz'in doğusunda seyreden ticaret gemilerine saldırıyor, hatta İstanbul sarayına mal götüren tekneleri bile yağmalamaktan çekinmiyorlardı.

Zamanın hükümdarı İkinci Selim, 1570'in 15 Mayıs'ında, Kıbrıs'a sefer açılmasını emretti. Şeyhülislam Ebussuud Efendi de bir fetva verdi ve adanın alınmasının dini bir görev olduğunu, zira Kıbrıs'ın İslamiyet'in ilk senelerinde Müslümanların eline geçtiğini ama sonraki asırlarda kaybedildiğini, dolayısıyla da İslam dünyasının en büyük gücü olan Türklere ait olması gerektiğini söyledi. Şeyhülislam'ın en önemli gerekçesi, adayı elinde bulunduran İtalyanlar'ın Akdeniz'i haraca kesmeleriydi.

Padişah'ın Kıbrıs'ı fethetmekle vazifelendirdiği Lala Mustafa Paşa, Barbaros Hayreddin'in Beşiktaş'taki türbesinde dualar edip kurbanlar kestikten sonra askerleriyle beraber denize açıldı. Donanma 1 Temmuz günü Limasol'a demirledi ve ertesi gün karaya asker çıkartıldı. Mustafa Paşa, Lefkoşa ve Girne kalelerinin alınması halinde adadaki Venedik askerlerinin dayanamayacaklarını düşünüyordu ve kaleleri hemen kuşattı. Her iki kale de düştü ama Magosa'da Amiral Marco Antonio Bragadino'nun kumandasındaki Venedik kuvvetleri direnmeye devam ettiler.

ZİNDANDAKİ HACILAR

Magosa kalesinin fethi ve Kıbrıs'ın tam olarak elimize geçmesi ancak bir sene sonra, 1571'in 1 Ağustos'unda mümkün olabildi. Amiral Bragadino 30 Temmuz günü beyaz bayrak çekip teslim şartlarını görüşmek istedi ve hemen bir anlaşmaya varıldı. Venedik askerleri Kıbrıs'ı terk ettikleri takdirde esir edilmeyecek, Türk gemileriyle o devirde Venedik'in elinde bulunan bir başka adaya, Girit'e götürüleceklerdi. Amiral Marco Antonio Bragadino ile on adet yüksek rütbeli subay da serbest kalacak ve atlarıyla beraber Kıbrıs'tan ayrılabileceklerdi. Lala Mustafa Paşa'nın bütün bunlara karşılık tek bir isteği vardı: Magosa Kalesi'nde tutulan ve kuşatmadan önce Venedikli korsanlar tarafından esir alınmış olan 50 Türk esirin hiçbir zarar görmemesi... Esirlerin çoğu hacdan gemiyle dönen yaşlı insanlardı ve aylardan beri zindanda oldukları söyleniyordu.

Teslim belgeleri imzalandı ve Venedikliler 1 Ağustos günü kaleyi Türklere teslim ettiler. İtalyan tarihinin en utanç verici hadiselerinden biri de işte o gün ortaya çıktı.

Amiral Marco Antonio Bragadino, maiyetiyle beraber Lala Mustafa Paşa'nın çadırına getirildi. Paşa, teslim olan Amiral'i askeri törenle karşıladı, uğradığı yenilginin üzüntüsünü hafifletmek için elinden geleni yaptı ve iltifatlarda bulundu. Venedikli askerler Girit'e gitmek üzere Türk gemilerine bindirilmişlerdi ve yola çıkmaları için teslim anlaşmasının son şartının, kalede esir tutulan Türklerin teslimi gerekiyordu.

ASKERDEĞİL KASAP

Mustafa Paşa, esirler konusundan önce bir başka istekte bulundu ve Amiral Bragadino'dan yüksek rütbeli Venedikli bir kumandanın Kıbrıs'ta rehin bırakılmasını istedi. ‘‘Gidebilmeniz için size dünya kadar gemi tahsis ettik. Denizde her taraf Venedik gemileriyle kaynıyor. Bizim gemilerin Kıbrıs'a dönmesine kadar sizin beylerden biri burada rehin kalsın’’ dedi ama Amiral'in cevabı ‘‘Bizden bey değil, tek bir köpek bile alamazsın’’ oldu.

Paşa, Bragadino'nun cevabını moralinin bozukluğuna verdi, duymamış gibi yaptı ve teslim anlaşmasının son şartının, Türk esirlerin teslimini istedi. Amiral, bu defa herkesin kanını donduran bir söz etti: ‘‘Onların tamamı benim esirim değildi, askerlerime aitti, anlaşmanın yapıldığı gece hepsi öldürüldü.’’

Mustafa Paşa,
bu cevaba rağmen gene de hiddetlenmedi, sakin bir şekilde ‘‘Ya sende olan esirleri ne yaptın?’’ diye sordu ve Baragadino kılını bile kıpırdatmadan ‘‘Adamlarım kendi esirlerini öldürünce ben de benim esirlerimi öldürdüm’’ deyiverdi.

Türk tarafı, işte bu cevaptan sonra çileden çıktı. Paşa, ‘‘Esirlerin öldürülmüş olması, teslim anlaşmasının bozulmuş olması demektir’’ dedi ve karşılık olarak önce Bragadino'nun yanındaki Venedikli kumandanları idam ettirdi. Sonra Girit'e doğru yola çıkmayı bekleyen Venedikli askerlerin tamamını gemilerden indirtti ve hepsini esir olarak kaleye hapsettirdi. Derken, Türk esirlerin nasıl öldürüldüklerini soruşturdu ve Bragadino'nun da aynı işkencelere uğramasını emretti.

Amiral, Türk esirleri öldürmeden önce kulaklarıyla burunlarını kestirmiş, o vaziyette toprak taşıtmış ve en nihayet derilerini yüzdürmüştü. Dolayısıyla onun da kulakları ve burnu kesildi. Sonra esirlere taktırdığı zincirlerden biri bileklerine geçirildi ve Türklere toprak taşıttığı yere götürülüp aynı iş bu defa ona yaptırıldı. Lala Mustafa Paşa, birkaç gün sonra ‘‘Káfir, Müslümanların canını nasıl aldıysa o da aynı şekilde canından ola’’ buyurdu ve celládlar esirlerin öldürüldüğü yerde Amiral Bragadino'nun diri diri derisini yüzdüler. Paşa bu kadarla da yetinmedi ve Bragadino'nun yüzülmüş derisini Venedik'e, ailesine gönderdi. Amiral'in kardeşi, Bragadino'nun cesedini Venedik'e getirtebilmek için senelerce uğraşacak, nihayet başaracak ve amiralin kemikleri Venedik'teki Aziz Giovanni ve Paolo Kilisesi'nde bir láhde konacaktı.

BİZ SUÇLU OLDUK

Magosa'daki hadisede biz sonuna kadar haklıydık ama Avrupa bizi haksız çıkardı. Bragadino'nun yaptıklarından Batı'da tek kelimeyle bile bahsedilmedi, masum esirleri öldürtmesi tarih kitaplarına bir satırla olsun geçmedi ve kabahat bizim üzerimize kaldı; iş döndü, dolaştı ve ‘‘Barbar Türkler, teslim olan Venedikli General'in derisini yüzdüler’’ halini aldı.

Amiral Bragadino'nun derisiyle kemikleri şimdi Venedik'teki kilisede özenle muhafaza ediliyor ve masum esirlerin katiline ‘‘aziz’’ muamelesi yapılıyor.


Mutavva’nın gücü, sadece Suudi kadınına yeter


BU fotoğraf 1990 kışında, Suudi Arabistan'da çekilmişti. Önde kadın Amerikan askerlerini, hemen arkalarında da namaz kılmaya hazırlanan ‘‘mutavva’’ları, yani ‘‘din polisi’’ni görüyorsunuz.

O günlerde Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgal etmesiyle patlayan Körfez Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu ve Suudi Arabistan'a yüz binlerce Amerikan askeri gönderilmişti. Ben, savaş boyunca Suudi Arabistan'daydım.

Amerikan askerleri arasında kadınlar da bulunacaktı ve gelmelerinden önce, savaşın en fazla hissedildiği Dahran taraflarında gizliden gizliye bir tartışma başlamıştı: Kadın askerler başları açık, yahut vücutları görünecek şekilde dolaşmaya kalkarlarsa ne olacaktı? O zamanın Mekke Kadısı Bin Baz, Suudi Arabistan'da sokak hákimiyetini elinde bulunduran ‘‘mutavva’’lara yani ‘‘din polisi’’ne akıllara durgunluk veren bir emir verdi, ‘‘Amerikalı kadın askerlerin İslamiyet'e uygun şekilde giyinmelerinin sağlanmasını’’ istedi.

Bin Baz'ın talimatı Amerikalıları sadece güldürdü. Ama Kral Fahd ‘‘Ne olur, ne olmaz’’ diyerek devreye girdi, TV'ye çıktı ve ‘‘Bu kadınlar ve erkekler bizi Saddam denilen şeytana karşı korumak için geliyorlar. Sadece bizi değil, kutsal toprakları da koruyacaklar. Dolayısıyla hepimiz onlara saygı göstermekle mükellefiz’’ dedi ve bir de emirname yayınlandı.

Amerikalılar birkaç gün sonra gelmeye başladılar. Dahran ve Dammam, kadın askerlerle dolup taştı ve işin garibi kadınlara en büyük ilgiyi mutavvalar gösterdi. Birkaç gün öncesine kadar sokaklarda elinde kırbaçla yahut bambudan sopalarla dolaşan, ezan okununca milleti ite-kaka namaza sürükleyen adamlar, rastladıkları kadın askerlerin önünde iki büklüm oluyor, yalanırcasına bir ‘‘Ehleeeen!’’ çekiyor ve peşlerinden ayrılmıyorlardı. Bu, savaş bitip Amerikalılar memleketlerine dönene kadar böyle devam etti ve‘‘din polisi’’ kırbacını yeniden şaklatmaya başladı.

Suudilerin resmi mezhebi Vehhabilik'in ürünü olan ‘‘mutavva’’, işte budur. Gücü yettiğinde aslan kesilir, genç kızları ‘‘başları açık’’ diye kebap etmekten bile çekinmez ama iş kendi canını kurtarmaya geldi mi, kadının önünde dinine ve milliyetine bakmadan yerlere eğilir, şaklanbanlıkta meddahları bile geride bırakır.
Yazının Devamını Oku

Ecevit’e bir reçete de ben yazdım

3 Mart 2002
Gazetelerde Başbakan Ecevit'e ‘‘androjen’’ yani erkeklik hormonu verildiğini ve Ecevit'in bu sayede giderek dinçleştiğini okuyunca, eski zamanlarda yaşlı padişahlar ve sadrazamlar için hazırlanan güçlendirici iláçları hatırladım. Sonra, ‘‘Allah muhtaç etmesin ama günün birinde belki de bir işe yararlar’’ diyerek, kitaplığımda bulunan ve 17. asırda devlet büyükleri için yazılmış elyazması bir tıp kitabından bazı gençleştirici iláçların tariflerini aktarayım dedim.

BAŞBAKAN Bülent Ecevit'e ‘‘androjen’’ hormonu yani gençlik ve dinçlik iksiri verilmiş, ‘‘mynastenia’’ denilen kas zayıflığı derdi de tedavi edilmiş. 80'ine merdiven dayamış başbakanımız, bütün bu tedavilerin ve iláçların sayesinde şimdi maşallah nurtopu gibi bir çehreyle ve bir delikanlı kuvvetiyle memleketi idare etmede...

Ecevit'teki bu değişiklikleri görünce, yatağa düşmüş devlet büyüklerini ayağa kaldırabilmek için bundan asırlar önce yapılmış bazı iláçları ve bu iláçların anlatıldığı elyazması kitapları hatırladım. O devirlerde ‘‘Hekimbaşı’’ denilen saray doktorları tarafından kaleme alınmışlardı, elyazması kütüphanelerimizde çok sayıda örnekleri vardı ve verdikleri formüller asırlar boyu kullanılmıştı.

Bu çeşit yazmalardan birkaçı benim kitaplığımda da bulunuyordu. ‘‘Allah muhtaç etmesin ama verdiğim reçeteler belki Rahşan Hanım'ın da gözüne çarpar, kesip bir kenara koyar ve günün birinde bir işe yarayabilirler’’ diye düşündüm ve 17. asırdan kalma böyle bir eserden, devlet büyüklerine mahsus bazı gençleştirici iláçların tariflerini aktarayım dedim.

İşte, sözünü ettiğim elyazmasının yaşlı yürekleri ferahlandıran, dermansız bacakları hareket ettiren, göze fer verip ruha cilá çeken bu iláçlardan bahseden bir bölümü:

‘‘...Ey oğul, bil ki bel ağrısından nefes darlığına, hafıza zayıflığından yürüme zorluğuna kadar nice derdin devası zencefil macunundadır. 25 dirhem zencefil, 25 dirhem kabuğu çıkmış badem, dört dirhem karanfil, dört dirhem tarçın, dört dirhem mastaki, beş dirhem şáhdáne günlük ve bir dirhem safran aynen bu sırayla havanda iyice dövüle ve elekten geçirile.

İçine az miktarda bal iláve edile, çok koyu oldu ise sulandırıla, macun haline getirile ve bir müddet bekletile. Hasta içi kapanacak, kendisine söylenenleri anlamaz hale gelecek yahut daha başka bir fenalık hissedecek olursa her gün bir dirhem yedirile. Fazlası zararlıdır, Allah korusun, adamı azdırır.

...İmdi, her kim sığır ödünden çıkan taşın iki çekirdek kadarını ezdikten sonra hamamda iken veya çıktıktan sonra yuta ve üzerine de semiz bir tavuk çorbası içe. Allah bilir ki, o tavuk gibi semiz ve sağlam ola. Mısırlı hatunlar bu usule eski zamanlardan beri uydukları için hepsi semiz ve sağlamdır.

...Yüreğini sıkıntı basan ve söylenenleri zar-zor anlayanlar yakut takalar. Yakut, değişik renklerde olur. Kimisi sarı, kimisi kırmızı, kimisi de kızıldır. Kalbinden ve ciğerinden derdi olanlar bu üç renk yakutun herhangi birini iri bir yüzük yapıp parmaklarında taşıyalar. Böyle ederlerse nefesleri açılır, üstelik veba belásının pençesine de düşmezler. Daha fazla kuvvet isterlerse, kurşundan bir yüzük takalar ve yatarken koyunlarına daima bir kedi alalar. ...İnsanın yüreğine ferahlık veren iláçları beyan edecek olursak: Bunların başında bıldırcın gelir. Bıldırcın eti kalbi ferah, vücudu kuvvetli tutar. Ama aşırı mikdarda yememek lázımdır. Üzerine nane serpile, böylelikle lezzeti, hem de etkisi arta.

...Sinir çekilmesinin ve titremenin çaresi, sinámekide ve balçıklı hurmadadır. Her kim ki sinámeki yiye, fayda göre. Bazan bunun şerbetini içe ve daha da fazla fayda göre. Ama en az dört, en fazla da yedi dirhem içe. Gaflet edip bundan fazlasını içmeye kalkmaya, háli fena olur. İsterse bir mikdar balçığı hurma ve bir adet soğan ile eze ve sinirlerin olduğu yere süre. Hemen iyileşir...’’



Hekimbaşının hünkár macunu


HEKİMBAŞI Ömer Efendi, İkinci Mustafa'nın ve Lále Devri'nin hükümdarı Üçüncü Ahmed'in doktoruydu. 1668'de İstanbul'da doğdu. Medreselerde okudu, önce kadılık yaptı, derken doktorluk etmeye başladı ve 1715'te sarayın ser-etibbası yani başhekimi oldu. Sekiz sene boyunca sadece padişahın sağlığıyla meşgul oldu ve hayata 1723'te veda etti.

Ömer Efendi, Üçüncü Ahmed için ‘‘anber hapı’’ ismini verdiği bir iláç yapmıştı.

Bu hap kalbe, mideye, ciğerlere ve hatta nezleye bile gayet iyi geliyordu.

İşte sadece hastalanan hükümdarları değil, devletin en tepesindekileri de ayağa kaldırmakta kullanılan macunun formülü: Her biri beşer dirhem olmak üzere büyük ve küçük kakule, tarçın, karanfil, beyaz günlük, sahlep kökü, cendib küster, anver, bevva cevizi, Maverdi ödü, besbase, altınbaş tiryak, ravendi ve çekirdek halinde misk havanda iyice dövülür. En iyi cinsten iki dirhem afyon, badem yağıyla karıştırılır. Bütün bu maddeler hamur yapılır, sonra hap haline getirilir ve sabah ve akşam birkaç adedi yutulur (Süheyl Ünver'in 1955'te yayınladığı ‘‘Hekimbaşı Ömer Efendi’’ isimli risalesinden).


Dertlerin devası sadrazam artığında


Bizde asırlar boyu devam etmiş bir ádetti: Sadrazamların yani eski zamanların başbakanlarının sofralarından artan ekmekler, sağır ve dilsiz çocuklara dağıtılır, bu ekmekleri yiyen çocukların dillerinin açılacağına inanılırdı.

Hele sadrazam ağır bir hastalığa yakalanmış ama şifa bulmuş ise, işte o zaman sadece ekmeğinin değil, bütün yemeklerinin artıkları derde devá kabul edilirdi. Zira ömrü uzamıştı ve konağının önünde sofra artıklarını kapabilmek için bir itiş-kakış yaşanırdı. Bu ádete 1920'lere, imparatorluğun son sadrazamı Tevfik Paşa'nın iktidar günlerine kadar hep uyuldu.

Ben, Başbakan Ecevit'in de birdenbire gençleştiğini ve dipdiri bir hale geldiğini görünce, ‘‘Bülent Bey'le Rahşan Hanım, Oran'daki evlerinin kapısında her akşam yemek artığı dağıtsalar nasıl olur?’’ diye düşündüm ve bu geleneği bir hatırlatayım dedim.


Üstadın bu kitabını okuyun ve utanın

T
ürk Müziği'nin en kıdemli isimlerinden olan üstád Fikret Kutluğ'un bir ömür boyu üzerinde çalıştığı ‘‘Türk Musikisi'nde Makamlar’’ isimli eseri, yedi cilt halinde yayınlandı. Türk Müziği Konservatuvarı'nın her türlü unvanı takınan ama tek satır bile yazmaktan aciz esersiz hocaları, Fikret Bey'in ilim ve müzikoloji tarihine geçecek olan bu eserine bakıp utanmak zorundalar.

FİKRET Kutluğ, Türk Müziği'nin en kıdemli isimlerindendir. 1917'de doğdu, İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi ama hayatı boyunca müzikle uğraştı. Çok iyi bir kanuni idi, müziğin ciddisini ve kalitelisini yaptı. İcracılıktan yayıncılığa, hocalığa kadar her alanda faaliyet gösterdi. 1945'ten itibaren dört sene boyunca çıkarttığı ‘‘Türk Musikisi’’ isimli dergi, sahasındaki ilk önemli yayındı.

Fikret Bey, gençlik senelerinden beri bir eser üzerinde çalışıyordu: ‘‘Türk Musikisi'nde Makamlar’’. Bir ömür verdiği eserini 80 yaşını geçtiğinde tamamlayabildi ve kitap bundan kısa bir müddet önce, yedi cilt halinde Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. Eserde ‘‘makam’’ kavramı tarihi geçmişiyle beraber herşeyiyle ele alınıyor, sistemler yorumlanıyor, yüzlerce örnek nota veriliyor ve müziğimizin temelleri konuya en yabancı olanın bile rahatlıkla anlayabileceği şekilde izah ediliyordu. Fikret Bey, Türk Müziği'nde son yarım asrın en önemli çalışmalarından birini ortaya koyarken işin çok daha önemli bir tarafını göstermiş, müziği ve ilmi kendi neslinin noktaladığını ispat etmişti.

Üstád Fikret Kutluğ için söylenecek tebrik sözleri bence yetersizdir ve boşuna bir gayrettir; zira o mükáfatların en büyüğünü böyle bir kaynak eser vererek ismini musiki tarihine silinmemecesine nakşetmekle zaten almıştır.

Türk Müziği Konservatuvarı'nın ‘‘büyük yorumcu’’ yahut ‘‘üstád müzikolog’’ unvanlarını takınıp işin ilmini yaptıklarını iddia eden ama tek satır bile yazmaktan aciz esersiz hocaları, şimdi Fikret Bey'in ilim ve müzikoloji tarihine geçecek olan bu eserine bakıp utanmak zorundalar.
Yazının Devamını Oku

Dayılanan elçiye eskiden temiz bir sopa çekerdik

24 Şubat 2002
Birilerinin AB Temsilcisi Karen Fogg'un e-mail mesajlarını yayınlamasının ahláki boyutunu tartışacak değilim. Ama Bayan Fogg'un Cumhurbaşkanı Sezer hakkında ‘‘Haddi bildirildi’’ diye ifadeler kullandığını görünce, ‘‘güçlü’’ olduğumuz günlerde bize saygısızlık eden Avrupalı elçilere bir güzel sopa çekmemizi hatırladım. Devletin zayıflayıp ‘‘Avrupalılaşma’’ sevdasına kapıldığı 19. asırda ise işler tersine dönmüş, elçiler her türlü saygısızlığı yapma hakkını kendilerinde bulmuşlar ve biz herşeyi sineye çekip üstüne üstlük özür bile diler olmuştuk.


GÜNLERDİR, AB Temsilcisi Karen Fogg'un e-mail mesajlarının basına yansımasını tartışıyoruz.

İki kişi arasındaki yazışmaların her ne yolla olursa olsun başkaları tarafından elde edilmesinin, üstelik gazetelerde yayınlanmasının ne derece gayri ahláki olduğunu tartışacak değilim. Ama Karen Fogg'un yazdıklarını okuyunca işin başka tarafını düşündüm: Bir büyükelçinin görevli olduğu memleketle ilgili olarak bu şekilde yorumlar yapabilme hakkına sahip bulunup bulunmadığını, yahut o memleketin cumhurbaşkanından bahsederken ‘‘haddini bildirme’’ gibi ifadeler kullanıp kullanamayacağını...

ODUN GİBİ BİR MOSKOF

Sonra, tarihimizdeki elçilerden kaynaklanan eski skandalları hatırladım: Güçlü olduğumuz günlerde öyle elçi-melçi dinlemez, gerekli saygıyı göstermeyen yahut protokole uymayan yabancılara bu işi öğretir, hatta gerekirse bir de güzel sopa çekerdik. Ama devletin zayıfladığı, özellikle de aşırı bir ‘‘Avrupalılaşma’’ sevdasına kapıldığı 19. asırda işler tersine döndü. Eski devirlerde adam yerine koymadığımız Avrupa'nın elçileri bu defa bize ders verir olmuşlar, her türlü saygısızlık yapma hakkını kendilerinde bulmuşlar ve biz herşeyi sineye çekip üstüne üstlük özür diler bile olmuştuk.

İşte, ‘‘güçlü’’ olduğumuz günlerde protokolden ve saygıdan haberdar olmayan elçilere bu işleri nasıl öğrettiğimizin iki küçük örneği:

1497'de, tahtta İkinci Bayezid oturuyordu. O zamanlarda ortada henüz Rusya diye bir devlet değil, Moskova Prensliği vardı. Prens Üçüncü İvan, Türkiye ile bir ticaret andlaşması imzalamak istedi ve Mihail Plechtcheef adında bir elçiyi İstanbul'a gönderdi.

Elçi, hükümdarı görebilmek için haftalarca bekledi ve bu bekleyişi sırasında bir protokol kursuna tabi tutuldu.

Saray görevlileri, huzurda uyması gereken kuralları günler boyu bellettiler ve ‘‘Sakın ola ki padişahın yüzüne bakma. Sadece sadrazamla konuş’’ dediler.

O zamanlarda padişahın yüzüne bakmak yasaktı; çünkü padişah ‘‘Allah'ın gölgesi’’ sayılır, dolayısıyla o gölge seyredilemezdi. Üstelik Osmanlı tahtı protokolde öteki bütün tahtlardan daha yüksekti ve krallar yahut imparatorlar ancak sadrazama muhatap olabilirlerdi.

Mihail huzura günler sonra nihayet kabul olundu ama belki heyecanlıydı, belki de tabiatı yontulmaya müsaid değildi ve kendisine öğretilenlerin hepsini o anda unutuverdi. Etrafındakileri itip-kakarak ön tarafa geçmeye ve hükümdarla konuşmaya kalktı.

MİLLİYET FARK ETMEZ

Saray görevlileri, elçinin eteğini ve kolunu çekiştirdiler, rahat durmasını söylediler ama herşey nafileydi. Mihail hükümdara doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı ve olan işte o anda oldu. Tahtın yanında ve gerisinde bekleyen muhafızlar elçinin üzerine çullandılar. Mihail, İkinci Bayezid'in huzurunda bir güzel dayak yedi ve yaka-paça kapıdışarı edildi.

İş bu kadarla da bitmedi. Elçi kaldığı hana hapsedildi ve birkaç gün sonra memleketine yollandı. Eline, İkinci Bayezid'in Prens İvan'a hitaben yazdığı bir de mektup verilmişti. Bayezid, ‘‘Bana bir daha elçi diye böyle odun gibi Moskof'u değil, terbiye ve nezaket kurallarını bilen adam gönderesin’’ diyordu.

Topkapı Sarayı, 1670'lerde, Avcı Mehmed'in saltanatı zamanında yine bir elçi dayağına sahne oldu. Sıra, Paris'ten gelen Marqui de Nointell'de idi.

Huzura çıkınca protokolü o da unutuverdi. Sultanın yüzüne baktı ve onunla konuşmaya başladı. Padişah, yanında ayakta bekleyen sadrazamı Fazıl Ahmet Paşa'ya döndü ve ‘‘Herife söyle, benimle değil seninle konuşsun’’ dedi. Hükümdarın sözleri tercüme edilince elçi bir başka türlü sapıttı, elindeki káğıtları yere fırlattı, tahta doğru daha yüksek sesle hitab etmeye başladı ve iki asır önceki sahne aynen tekrarlandı: Muhafızlar sefirin üzerine çullandılar, bir araba sopa çekip ‘‘Haydi, yallah terbiyesiz!’’ diye saraydan attılar.

ŞİMDİ SIRA BİZDE Mİ?

Avrupalı elçilere verdiğimiz protokol dersleri bu iki hadiseden ibaret değildi. Meselá Venedik gemilerinden biri Akdeniz'de korsanlık etmeye mi kalkmıştı? İstanbul'daki Venedik elçisi hapı yutmuştu artık. Elçi, elçilik mensuplarıyla beraber Yedikule'ye, yani o zamanın meşhur zindanına kapatılırdı. Hele bir de Venedik'e savaş ilán edildi mi... Zavallı sefir savaş bitene kadar Yedikule'nin zoraki misafiri olurdu.

Güçlü-kuvvetli günlerimizde protokole uymayan yahut saygısızlık eden elçileri böyle ayağımızın altına alıverirdik. Derken aradan asırlar geçti, eski gücümüzden eser kalmadı, özellikle Tanzimat'tan sonra Türkiye'de bir yabancı elçi terörü başladı ve işler devletin en tepesindeki kişiden söz ederken ‘‘Haddi bildirildi’’ ifadesini kullanan bir büyükelçiden özür dilemeye kadar uzandı.

Protokol ve saygı konusunda nereden nereye geldiğimizin öyküsü ise yandaki kutuda...


Avrupalı elçiler işte böyle şımarmışlardı


SON söylenmesi gerekeni en başta söyleyeyim: Biz, Avrupalı olma uğruna Avrupa ne istese yaptık ama onlara bir türlü yaranamadık. Bir dediklerini iki etmedik, taviz üstüne taviz verdik, fakat ne gözlerine girebildik, ne bizi kendilerinden saymalarını sağlayabildik, ne de en azından diplomatlarının protokole uymalarını gerçekleştirebildik.

İşte, Avrupalı elçilerin 19. asır İstanbul'undaki şımarıklıklarından bazıları:

1890'larda bir gün, Makedonya'daki Rus konsolosu sokakta dolaşırken bir Türk jandarmanın kendisine selám vermemesine sinirlenerek kamçısını askerin suratına indirdi, asker de konsolosu vurup öldürdü. İstanbul'daki Rus elçisinin işin savaşa kadar gideceğini söylemesi üzerine jandarma idam edildi, konsolos için büyük bir cenaze merasimi yapıldı, ailesine çok büyük bir tazminat ödendi ve merasime devletin bütün üst düzeyi katıldı.

Eski Sadrazam ve Hariciye Nazırı yani Dışişleri Bakanı Áli Paşa bir ara gözden düşmüş ve 1852'de İzmir'e vali olarak yollanmıştı. Orada Avusturya konsolosu ile kavga etti, İstanbul'daki Avusturya büyükelçisi de saraya baskı yaptırıp Paşa'yı valilikten azlettirdi.

Rus elçisi Mençikof, zamanın Dışişleri Bakanı olan Rifat Paşa'ya söz geçiremiyor, dolayısıyla Paşa'dan hoşlanmıyordu. Elçi 1853 Mayıs'ında saraya gidip zamanın hükümdarı Abdüláziz'le görüştü ve yarı rica yarı tehdit yoluyla Rifat Paşa'nın azledilip yerine Mustafa Reşid Paşa'nın getirilmesini sağladı.

Bir başka Rus elçisi olan Prens İgnatiyef, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ile borsada ortaktı. 1875 sonbaharında tahvil faizlerinin ödeme günü geldi ama hazinede tek kuruş yoktu. İgnatiyef, Paşa'ya önce gizlice ellerindeki káğıtları satma, sonra da faizleri yarıya düşürme talimatı verdi. Paşa söylenenleri yapınca Türkiye birbirine girdi, altın fiyatları yükseldi, öğrenciler ayaklandı ve Mahmud Nedim Paşa koltuğundan oldu.

1854'te, zamanın Milli Savunma Bakanlığı karşılığı olan ‘‘Seraskerlik’’ koltuğunda Rıza Paşa vardı ve Paşa'yı Fransız elçiliği destekliyordu. Sultan Abdüláziz bir gün Paşa'yı görevden aldı ama Fransız elçisinin zamanın başbakanlığı olan Babıáli'ye hakareti andıran protestoları üzerine önce gönlünü almak üzere Rıza Paşa'ya alışılmışın dışında yüksek bir azil aylığı bağlandı, sonra yeniden aynı göreve getirildi.

19. asrın son günlerinde Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Ermeni isyanları patladı. Rus elçiliğinin bir görevlisi, elinde koskoca bir sopa ile saraya gitti ve ‘‘Türkler zavallı Ermeniler'i bu sopalarla sokak ortasında öldürüyorlar. Bütün Avrupa aleyhinize dönecek’’ dedi. Hükümet ise, tepki göstermek yerine iddiaları araştırma sözü verdi.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı’nın İslám’ında içki yasağı yoktu

17 Şubat 2002
Tayyip Erdoğan'ın günün birinde iktidara geldiği takdirde içki konusunu referanduma götüreceğini söylemesi, bana bir garip geldi. Takiyeden de öte sadece bir ‘‘kıvırma’’ olan bu sözler, bizdeki geleneksel entelektüel şehir İslamı'nın yerini artık kırsal İslam'ın almış olduğunun göstergesiydi ve Tayyip Bey bir hususu galiba bilmiyordu: İçkinin Türkiye'de tarih boyunca varolduğunu, bazı devirlerde savaş ve güvenlik sebebiyle yasaklanmasının dışında hep serbest olduğunu ve aynı zamanda ‘‘Halife’’ unvanını da taşıyan zamanın hükümdarlarının içkiyi yasaklamak yerine bundan devlete gelir sağlama yolunu tercih ettiklerini...


Tayyip Bey, günün birinde iktidara gelebilirse, içki konusunu referanduma götüreceğini söyledi ve içki bahsi uzun bir aradan sonra Türkiye'nin gündemine yeniden yerleşti.

‘‘Osmanlı şeriat devletiydi, içki bizde eskiden yasaktı, alkol alanlar en ağır cezalara çarptırılırdı ama laikleşmemizden sonra serbest oldu’’ diyenlere küçük bir hatırlatma yapayım:

Türkiye'de içki, tarih boyunca hep içildi. Bazı devirlerde yasaklandı, hattá içenler ağır cezalara bile çarptırıldılar ama içki satışı her zaman varoldu. Meyhaneler kısa dönemler için gizli, ama sonraları açık olarak faaliyet gösterdi ve devlet içkiyi yasaklamak yerine bundan gelir sağlamayı tercih etti.

GELİRİ GÜNAHINDAN ÖNEMLİ

Yasaklamaların temelinde dini değil siyasi sebepler ve genellikle de güvenlik endişeleri yatardı. Meselá Dördüncü Murad dönemindeki meşhur içki yasağı, hükümdarın o senelerde giderek artmış olan yeniçeri zorbalıklarına bir son vermek için uyguladığı baskı ve sindirme politikasının uzantısıydı. Memleketin, özellikle de İstanbul'un güvenlik içinde bulunduğu dönemlerde içki hep serbest oldu, uzun süren savaş yıllarında ise yasaklandı. Ama devletin içki konusunda asırlar boyunca devam eden temel politikası hep aynı kaldı: İçkiyi yasaklamak yerine, bundan gelir elde etmek.

Gayrımüslimlere içki zaten serbestti. Yasaklı dönemlerde içerken yakalanan Müslümanlara Dördüncü Murad iktidarının terör yıllarındaki idamlar dışında genellikle para cezaları verildi.

Eski zamanlarda ne içtiğimizi merak edenler için söyleyeyim: Biz, millet olarak şarap içerdik. Şarap bizde de yapılır, hatta dışarıya da gönderilir ama çok daha iyi kalitelileri ithal edilirdi ve Türkiye asırlar boyunca hep şarap içti. Derken, 17. asrın başlarında ‘‘arak’’ adında bir içkiyle tanışıldı. ‘‘Arak’’, Arapça'da ‘‘ter’’demekti, imbik vasıtasıyla imal ediliyordu, yapılırken imbikte teri andıran damlalar beliriyor, bu damlalar sonra şişelere dolduruluyordu ve içkiye ‘‘arak’’ yani ‘‘ter’’ adı işte bu yüzden verilmişti. ‘‘Arak’’, zamanla ‘‘rakı’’ oldu ama şarabın hakimiyeti daha 200 sene kadar devam etti ve rakı ancak Tanzimat döneminde, yani 19. asrın ortalarında revaç buldu.

Devlet, içkiden gelir elde etme politikasını zamanla daha belirli kurallar içerisine koymaya çalıştı. Meselá, 1870'in ilk aylarında Türkiye'nin gündemini içki içenlere yılda 50 kuruş ödemeleri şartıyla ruhsat tezkeresi verilmesi konusu işgal etti. Derken bundan vazgeçilip ‘‘Müskirat Nizamnameleri’’ yani ‘‘İçki Yönetmelikleri’’ çıkartıldı. 7 Nisan 1886 tarihli yönetmelikle içkiden alınacak vergiler düzenli bir şekle getiriliyor, 14 Temmuz 1890'da ise, ihraç edilecek şarapların kalitesi ve vergileri belirleniyordu. Aynı zamanda ‘‘Halife’’ unvanını da taşıyan dönemin hükümdarı İkinci Abdülhamid, içki konusunda böyle yönetmelikler yayınlamakata bir beis görmemişti.

İSLAM KÖYDEN GELİRSE

Osmanlı arşivlerinde şarap ithali, ihracı, saray ve özellikle de padişahlar için getirtilmiş içkiler konusunda dünya kadar yazışma vardır ve arşivde ‘‘Biz eskiden dindardık, şimdi böyle olduk’’ diyenlere verilecek sandıklar dolusu belgeli cevap bulunmaktadır.

Ve sözün kısası: Beni yakından tanıyanlar öyle içki düşkünü falan olmadığımı gayet iyi bilirler. Ama seçimlere girip giremeyeceği bile tartışmalı olan bir kişinin ‘‘başbakan’’ olma hayalleri içerisinde içki konusunun hálá politik malzeme yaptığını görünce o kişinin bize başka türlü göstermeye çalıştığı geçmişimizden küçük bazı örnekler vermek istedim.

Ama şunu da unutmayalım: ‘‘Değiştik, değişiyoruz’’, ‘‘Türbanlı adayımız olmayacak’’ yahut ‘‘İçki konusunu referanduma götüreceğiz’’ şeklindeki takiyeler, daha doğrusu kıvırmalar, bizdeki geleneksel entelektüel şehir İslamı'nın yerini artık tamamiyle kırsal İslam'ın almış olduğunun göstergesidir.

900 yıl öncesinden şarap içme dersleri

Eski devirlerde, devlet adamları için devleti ne şekilde idare etmeleri konusunda öğütler veren kitaplar yazılırdı. Bu eserlere ‘‘nasihatname’’ denir ve içlerinde memleket idaresinin ayrıntılarından satranca; yemek yeme usullerinden yıkanmaya, içki ádábından yıldızlardan geleceği okumaya, kılıç kullanmaya ve tıbba kadar akla gelen her konuda tavsiyeler yer alırdı.

Bu nasihatnameler arasında en tanınmışı, İran taraflarında bundan 900 sene önce kurulan ‘‘Ziyaroğulları’’ adındaki ufak bir devletin hükümdarı olan Keykávus'un, oğlu Giylánşáh için kaleme aldığı ‘‘Kabusname’’ isimli Farsça eserdi ve Kabusname Türkçe'ye de defalarca tercüme edilmişti. Bu tercümelerden en önemlisini 1400'lü senelerin başında Mercimek Ahmed yapmış, Türk Edebiyatı'nın son álimlerinden Orhan Şaik Gökyay da 500 yıl öncesinin bu metnini 1940'larda elden geçirip yeniden yayınlamıştı.

İşte, Kabusname'de ‘‘Şarabın nasıl içileceğinin’’ anlatıldığı 11. kısmından bazı bölümler:

‘‘...Ey oğul, şarapla ilgili olarak sana ne ‘‘iç’’, ne de ‘‘içme’’ diyebilirim. Zira, gençler başkalarının sözüyle hareket etmezler ve kendilerinden başka türlü düşünenlerin dediklerini yapmazlar. Gençliğimde ben de böyleydim ve ben de söylenenleri kabul etmezdim. Tá elli yıl sonra Allah bana doğru yolu gösterdi ve tövbe ettim. Eğer içmez isen, iki cihan senin olur.

Bütün bunlardan sonra eğer şaraba başlamamış isen, ne mutlu sana! Ama bilirim ki gençsin ve bilirim ki dostların sana içireceklerdir. Eğer içersen, tövbeyi gönlünden çıkarma. Her an günahını hatırlayıp Allah'tan bağışlanmayı dile.

...İçeceksen bari yemekten sonra hemen içme ve susuzluğunu da içkiyle giderme. İkindiden önce iç, sen serhoş olduğunda akşam da gelmiş olsun ve etraftakiler seni serhoş görmesin.

...Şarap içerken birşeyler yeme ve her zaman evinde iç. İnsanın kendi mekánında içmesi, gök kubbe altında yahut bir ağaç gölgesinde içmesinden çok daha iyidir. Evin gölgesi gizleyici, ağacın gölgesi ise dört bir yana rezil edicidir.

...Ey oğul, sarhoş olduktan sonra daha fazla içmemeye alış ve hele gece serhoş bir halde yattın ise, sabah kalkınca şaraba devam etme. O vaziyette kıldığın namaz kabul olmaz, kazaya kalır. Gecenin sarhoşluğu ile gündüzün serhoşluğu biraraya gelirse, insan deli gibi olur. Allah, geceyi rahat etmek için yaratmıştır. Allah insanın başını ağırlaşmaktan, göz kapaklarını şişmekten, gövdesini titremekten, beynini zonk zonk etmekten, deli, serhoş ve hasta olmaktan korusun. Nadir de olsa sabahları içiyorsan, bunu sakın ola ki ádet haline getirme.

...Şarap içmeden bir iş yapamaz hale gelsen bile, bari cuma geceleri içme. Gerçi şarap her zaman haramdır ama cuma gecesine hürmet gösterilmesi gerekir. Böylelikle cuma namazına da mahmur bir halde gitmemiş ve içtiğin diğer gecelerin ayıbını da halkın gözünde ortadan kaldırmış olursun. Bir sene içinde 48 adet cuma gecesi vardır, bu gecelerde içmediğin takdirde 48 adet şarabın parası yanında kár kalır, aynı zamanda bünyen içtiğin diğer altı gecenin verdiği zahmetleri de o gece temizler’’

Kanuni’nin şarap kanunları bile vardı

Gayrımüslimler, içtikleri şarap için vergi vermezler ama sattıklarından alınır. Şarabı şehrin içinde sattıklarında her on ölçü için satandan ve alandan üçer akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman'ın ‘‘İnöz Kazası Kanunnamesi’’, madde: 5).

Meyhane açıp kendi yaptıkları şarapları satmak isteyenlerden fıçı başına beş akçe alınır. Meyhanelerini birkaç günlüğüne kapatıp yeniden açanlar yahut hiç kapatmayanlar ister az ister çok satsınlar, fıçı başına beş akçe verirler (Kanuni Sultan Süleyman'ın ‘‘İnöz Kazası Kanunnamesi’’, madde: 7).

Şarap fıçısı taşıyan gemiler fıçıları Trabzon'da satarlarsa, her fıçıdan yirmi beşer akçe alınır. Eğer Trabzon'da değil de bir başka limana çıkartırlarsa, on beşer akçe alınır. ‘‘Miso fıçı’’ denilen yarım fıçılardan beşer buçuk akçe alınır. Rakı fıçısından 28, yarım rakı fıçısından da dokuz akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman'ın ‘‘Trabzon Sancağı Kanunnamesi’’, madde: 9).

Küçük sandallar ile yakın yerlerden fıçılarla şarap getirilirse, şarabın en iyi kalitesinden 30, orta kalitesinden 25, yarım fıçıdan da on iki buçuk akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman'ın ‘‘Trabzon Sancağı Kanunnamesi’’, madde: 10).

Gemiler limana şarap getirirlerse fıçı başına otuz akçe alınır ama Menekşe şarabı gelirse, her fıçıdan altmışar akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman'ın ‘‘Selánik Kazası Kanunnamesi’’, madde: 8).

Osmanlı usulü Amerikan bar

16. yüzyıl İstanbul'unda bir şarap dükkánı. Yahudiler ve Müslümanlar serbestçe şarap alıp içiyorlar.

(Prof. Metin And'dan).
Yazının Devamını Oku