Tam bir buçuk asır aradan sonra, kendimizden ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’ diye bahsettirmeyi nihayet başardık! ‘‘Hasta adam’’ sözünün patenti Rus Çarı Birinci Nikola'ya aitti, ilk defa 1853'ün 9 Ocak'ında, Petrograd'daki kışlık sarayda kullanılmıştı ve diplomasi tarihinde bu söz kadar yerlemiş ve onun kadar sık kullanılmış bir başka ifade yok gibiydi. İşte, 1850'li senelerin ‘‘hasta adam’’ının son günleri ve hastanın nasıl can verdiğinin öyküsü...
TAM bir buçuk asır aradan sonra, kendimizden ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’ diye bahsettirmeyi nihayet başardık! İngiliz ‘‘The Times’’ gazetesi, önceki gün Türkiye'yi anlatırken ‘‘Avrupa'nın hasta adamı’’ başlığını kullandı.
Avrupa'nın gözünde dönüp dolaşıp bundan 150 sene önceki halimize geldiğimizi görünce, ‘‘hasta adam’’ yakıştırmasının nereden geldiğini ve o zamanki hastalığımızın seyrini anlatayım dedim...
Diplomasi tarihinde, ‘‘hasta adam’’ sözü kadar yerleşmiş ve onun kadar sık kullanılmış bir başka ifade yok gibidir. Yakıştırmanın patenti Rus Çarı Birinci Nikola'ya aittir ve ilk defa 1853'ün 9 Ocak'ında, Petrograd'daki kışlık sarayda kullanılmıştır.
Türkiye, o günlerde her bakımdan berbad haldedir. Ekonomisi çökmüş ve siyasi hayatı kilitlenmiştir ama yolsuzluklarda hiçbir gerileme yoktur. Ama bu vaziyetine rağmen ‘‘Avrupalı olmak’’ istemekte, Avrupa ise Türkiye'yi nasıl paylaşacağının hesabını yapmaktadır.
Çar, 1853'ün 9 Ocak gecesi, kışlık sarayında bir balo verir. Bir ara İngiliz elçisi Sir George Hamilton Seymour'u bir kenara çeker ve söze ‘‘...Kollarımızın arasında hasta bir adam var’’ diye başlar. ‘‘Çok hasta... Lázım olan bütün tedbirleri almadan önce kaybetmemiz büyük bir feláket olacaktır.’’
Sonra ‘‘Türkiye ansızın ölebilir. Bu takdirde, üzerimize kalacaktır. Ölüleri diriltemeyiz. Türkiye ölünce, bir daha dirilmemek üzere ölecektir’’ der ve Avrupa'nın Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşması planını anlatır.
‘‘Hasta adam’’ sözü, İngiliz Elçisi Sir George Hamilton Seymour'un işte bu balonun hemen ertesi günü Londra'ya gönderdiği raporda yeralacak ve diplomasi tarihinin en sık kullanılan kavramlarından biri olacaktır.
Aşağıdaki kutularda ‘‘hasta adamın’’ son günleri ve o hastanın nasıl can verdiğinin öyküsü yeralıyor. O günlerde yaşananları bugün yaşadıklarımızla bir mukayese edince, Avrupa'nın bizden yine ‘‘hasta adam’’ diye bahsetmesinin sebebini herhalde siz de farkedersiniz.
‘‘Hasta adam’’ böyle öldü
Çar Birinci Nikola, 1853 Ocak'ında ‘‘hasta adam’’ tabirini ortaya attığı sırada, Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecid vardı. Ekonomi berbattı ve sık sık değiştirilen programlar piyasaları çökertmekten başka bir işe yaramaz hale gelmişti. Devletin başındakiler birbirleriyle didişirlerken yolsuzluğun envai çeşidini yapıyorlardı ve herbiri sırtını bir başka memleketin elçiliğine dayamıştı.
Türkiye ‘‘Avrupalı olma’’ çabası içerisindeydi ama devletin içindeki bir grup buna karşıydı. Avrupa'dan gelen deprem yardımları bile ‘‘Onların yardımına ihtiyacımız yok’’ diye geri çevrilmişti.
Biz Avrupalılaşmaya çalışırken, Avrupa, 1839'da ilán edilmiş olan Tanzimat Fermanı'ndaki vaadleri az buluyor, daha fazlasını istiyordu. Hükümet ise reform vaadlerinde bulunuyor ama kanunlar bir türlü çıkmıyordu.
1854'te Avrupa devletleriyle beraber Rusya'ya harp ilán ettik ve ‘‘Kırım Savaşı’’ başladı. Çar, 1855 Eylül'ünde ateşkes istedi. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik ama müttefiklerimiz ‘‘önce reform’’ dediler. İşkencenin yasaklanmasını, cezaevlerinin ıslah edilmesini, halka din hürriyeti verilmesini ve vergi reformu yapılmasını istiyorlardı. 1856'nın 18 Şubat'ında ‘‘Islahat Hatt-ı Humayunu’’nu yayınlayıp daha bir çağdaş olduk, Avrupa da 1856'nın 30 Mart'ında bizim ‘‘Avrupalı’’ olduğumuzu ilán etti.Ama Avrupalılaşmamız kısa sürdü. Rusya, 1856 andlaşmasını tanımayacağını duyurdu. Derken ‘‘93 Harbi’’ denilen 1876'daki Türk-Rus savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy’e dayandı, ‘‘hasta adam’’ komaya girdi, bunu Balkan ve Birinci Dünya Savaşları takip edince de vefat edip gitti. Devlet, savaş senelerinde cephelerin yanısıra, bir yandan da tahtta bulunan Sultan Reşad'ın hastalıklarıyla uğraşıp durmuştu.
İngiltere, 1860'larda, Lübnan’daki Dürziler'i, Fransa ise Hıristiyan halkı himaye bahanesiyle siláhlandırmış, sonra da Bábıáli'den ‘‘Lübnan'daki azınlıkların haklarını tanımasını’’ istemişlerdi. ‘‘Hasta adam’’, 5 Eylül 1860'ta Lübnan'a bir ‘‘Avrupa askeri gücü’’ gönderilmesini kabul etti, talepler bitmeyince de Lübnan'a özerklik verdi.
Avusturya ile Rusya'nın Hersek'in Türk idaresinden ayrılması için senelerden beri gizliden gizliye yaptıkları faaliyet, semeresini 1875'in 13 Nisan'ında verdi, Hersek'te kanlı bir isyan çıktı. Avrupa, Bábıáli'ye 1876'nın 31 Ocak günü meşhur ‘‘Andrassy Muhtırası’’nı dayadı: Hersek'teki Hıristiyanlara dini serbestlik verilmesi, vergi reformu ve Hersek'ten alınan verginin sadece Hersek'e harcanması isteniyordu. ‘‘Hasta adam’’ için talepleri kabul etmekten başka çare yoktu. Ama birkaç sene sonra, Bosna-Hersek Avusturya'nın oldu.
Girit Meclisi, 1896'da ‘‘Yunanistan'la birleştiğini’’ açıkladı. Biz hálá Avrupalılaşma derdindeydik ama Avrupa ‘‘Girit'i vermeden bizden olamazsınız’’ dedi. 1897'de Yunanistan'a savaş ilán ettik. Atina'ya girmemize ramak kalmışken Paris ve Londra ‘‘Haydi, barışın’’ deyince durduk ve Avrupa, Osmanlı toprağı olan Girit'in ‘‘özerkliğini’’ açıkladı. Savaşta kazanmış ama masada kaybetmiştik. Aradan seneler geçti, Girit Meclisi 6 Kasım 1908'de ‘‘Yunanistan'a ilhak’’ kararı verdi, ‘‘hasta adam’’a ise sadece birkaç protesto mitingi yapmak kaldı.
İntihalci rektör ve çevresi bu kızdan ders alsınlar
Ali Emiri Efendi, Türk tarihinin en meşhur kitap meraklısıydı. Çoğu tek nüsha olan yani başka örneği bulunmayan binlerce elyazması toplamıştı. Türkçe’nin bilinen en eski sözlüğü Divan-ı Lügatü't-Türk, onun yokolmaktan kurtardığı eserlerden sadece biriydi.
1908'de, Fatih'teki Feyzullah Efendi Medresesi'nde sadece Türkiye'nin değil, bütün dünyanın en zengin özel kitaplıklarından birini kurup başına geçti. 1924'teki ölümüne kadar, kendi eseri olan bu kütüphaneyi idare etti.
‘‘Millet Kütüphanesi’’, ilim dünyasına uzun seneler hizmet verdi. Derken 19 Ağustos depremi geldi, bina hasar gördü ve kitaplar Bayezid'deki genel kitaplığa taşındı, raflara yerleştirilip iki sene kapalı kaldılar.
Melek Gençboyacı adında bir hanımın, kütüphanenin müdireliğine tayin edilmesine kadar...
Melek Hanım tam 34 bin cild kitabın sayımını yaptı. Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın kapısını aşındırıp Millet Kütüphanesi'nin depremden sonra dört bir yana tayin edilmiş olan personelini eski vazifelerine getirtti. Bakandan, Fatih'teki binanın tamiri için 500 milyar ödenek koparttı ve Fatih Kaymakamı Ali Ertan Yücel'le beraber restorasyonları, Bayezid'deki geçici binada da okuyucuya hizmeti başlattı. Millet Kütüphanesi, Melek Hanım'ın sayesinde şimdi eski günlerindeki gibi okuyucuyla kaynıyor.
Bu yazıyı yazmamın sebebi, İstanbul Üniversitesi'nin Merkez Kütüphanesi'ni depremden sonra kapatan, burada bulunan 35 bin civarındaki kitabı ‘‘okunmamaları için’’ sandıklarda çürümeye mahkûm edenlere bir ders göstermek!
İstanbul Üniversitesi'nin rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun Amerika'da yayınlanmış bir makaleyi makaslaması ve maiyetindekilerin de üniversitenin Merkez Kütüphanesi'ni çürümeye mahkûm etmeleri rezaletini haftalardır gündemde tutmaya çalışıyorum. İntihalci rektörümüzden hálá ses gelmiyor ama kütüphanenin başındaki zevatın kımıldamaya başladıklarını ve ‘‘Acaba ne yapsak?’’ diye düşündüklerini işitip memnun oluyorum.
Yapmaları gereken işi söyleyeyim: İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'ni kaşla göz arasında kapattıkları gibi derhal açmakve ilim dünyasına yeniden hizmet vermek! Bunu yapacaklar, zira elleri mahkûm! Şimdilik şu kadarını hatırlatayım: İsimlerinin başında ‘‘kütüphanecilik profesörü’’ unvanını taşıyan ama kitap zevkinden nasibini almamış hanımların, Millet Kütüphanesi'ni hayata kavuşturan Melek Gençboyacı'dan öğrenecekleri çok şey var!
Kütüphane ve intihal tefrikam haftaya da devam edecek, meraklanmayın.