Murat Bardakçı

100 sene önce olsaydı Sezer hem iftar hem de diş kirası verecekti

1 Aralık 2002
Çankaya Köşkü'nde geçen cuma günü iftar arası verilmeden yapılan MGK toplantısıyla ilgili haberleri okuyunca ‘‘Bu toplantı bundan meselá 100 sene önce yine böyle bir Ramazan gününe rastlasaydı, acaba ne olurdu?’’ diye düşündüm ve devlet zirvesindeki eski iftar ádetlerimizin bir kısmını anlatayım dedim. Eski zamanların o protokolü devam etseydi, başbakanın ve bakanların evsahibi olan Cumhurbaşkanı Sezer sadece iftar değil, oradaki herkese parasını cebinden ödediği kıymetli hediyeler vermek zorunda kalacaktı.

HÜRRİYET'in dünkü manşeti, devletin zirvesindeki bir oruç bozma anını anlatıyordu.

AKP'li başbakan ile bakanların katıldığı ilk MGK toplanmış, toplantı iftar vaktine kadar uzamış ama iftar arası verilmemişti. Çankaya'nın garsonları iftar vakti yaklaştığında salona kanepe, sandviç, kuru pasta ve portakal suyu getirmişler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de orucunu bu iftar mönüsüyle açmış ve MGK toplantısı devam etmişti.

Haberi okuyunca, aynı şekildeki bir toplantı bundan çok değil, 100 sene önce yine böyle bir Ramazan gününe rastlasa idi, acaba ne olurdu diye merak ettim. Hele, Ertuğrul Özkök de 'Keşke iftar için ara verselerdi' diye yazınca devlet zirvesindeki eski iftar ádetlerimizin bir kısmını anlatayım dedim.

Eski zamanlarda hayati bir toplantı Ramazan gününe rastlarsa, genellikle iftardan ve hatta teravih namazından sonra yapılır ve sahura kadar devam ederdi. Ama bu toplantının aciliyeti varsa, yani hiç geciktirilmeyecek derecede önemli ise, devletin zirvesi Sadrazam Paşa'nın, yani başbakanın konağında gündüzden biraraya gelir, iftar vaktine kadar çalışılır, derken mükellef sofralara geçilir, dini vecibeler de yerine getirildikten sonra çalışmaya devam edilirdi.

İftar, bizde devlet zirvesi için bir çeşit protokol demekti. Öncelikle zamanın başbakanı, bakanlar ve devletin önde gelenleri hemen her akşam resmi iftarlar vermek ve masrafı da ceplerinden karşılamak zorundaydılar. Sarayda da her akşam mutlaka iftar verilir ve davetiyeler, liste hükümdar tarafından görülüp uygun bulunduktan sonra gönderilirdi. Padişah sofraya gelmez, orucunu tek başına açar, davetliler saray memurlarıyla beraber iftar ettikten sonra huzura çıkarlardı.

100 sene önceki protokol kuralları bugün hálá uygulansaydı, kalabalık gruplara her akşam iftar vermek zorunda olan Ahmet Necdet Sezer'e, iftar masrafının üstüne, oldukça tuzlu bir harcama mecburiyeti daha çıkacaktı: Diş kirası masrafı... İftara davet ettiği devletin önde gelenlerine mutlaka iyi birer hediye verecek ve bu hediyelerin parasını da cebinden ödeyecekti. Üstelik verebileceği en ucuz hediye mineli, gümüşten bir sigara tabakasıydı.

Hele bir de, davetlilerden biri Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ın yaptığı gibi, kahveyi üzerine dökmeyegörsün...

Bakan bey, kahvenin azizliğine mesai sırasında uğradığı için, Sezer, Yaşar Yakış'ın evine en azından kendi terzisini göndermek ve bir değil, birkaç elbise birden diktirmek, parasını da kendi cebinden ödemek zorundaydı.

Bendeniz 'Aaaah, ah!' Nerede o eski Ramazanlar, o eski günler? Vaktiyle Direklerarası şöyleydi, Virjin kantosunda böyle kıvırtırdı, hele o Boğaziçi álemleri...' gibisinden nostaljik sözler etmekten pek hoşlanmam ama bu iftar bahsini de şimdilerde pek bilinmeyen eski bir iftar fıkrasıyla nihayete erdirmeden edemeyeceğim:

Topun atılmasına yakın, sokakta koşarcasına yürümekte olan adamın biri, arkadaşına rastlar. Arkadaşı sorar:

- Hayrola, evin bu tarafta değil, böyle aceleyle nereye?

- Filánca Paşa'nın konağında iftara davetliyim...

- Aman! Beni de götürsene!

- İyi de, davetli değilsin ki... Paşa'ya seni kim diye takdim edeceğim?

- 'Arkadaşımdır' dersin...

Adamcağız ses çıkarmaz, ‘‘Hadi gel’’ deyip beraberce yürür, derken yolda bir başka arkadaşıyla karşılaşır, o da aynen ‘‘Beni de götürsene! Arkadaşımın arkadaşıdır diye takdim edersin’’ der. Adamcağız gene reddedemez, yanına onu da alır ama bu defa bir başka arkadaşına rastlar ve o da 'Ne olur, ben de geleyim, sevaptır' diye tutturur:

- Peki ama seni nasıl takdim edeceğim?

- Paşa hazretleri beni zaten tanırlar...

Dördü birden konağa giderler. Paşa, misafirlerini kapıda karşılamaktadır. Davetlisini 'Aman efendim, şeref verdiniz' gibisinden alışılmış sözlerle buyur edeceği sırada arkada bekleyenleri görür:

- Beyefendiyi tanıyamadım?

- Arkadaşımdır, Paşa hazretleri...

- Buyursunlar ama ya bu diğer beyefendi?

- Arkadaşımın arkadaşıdır efendimiz...

Paşa bozulmuştur ama nezaketi gene de elden bırakmaz 'Eh, o da buyursun' der. Fakat dördüncü adamı görünce artık hiddetle sorar:

- Ya bu bilmemne oğlu bilmem ne herif neyin nesi?

En sondaki adam hemen haykırır:

- Paşa hazretleri beni tanırlar dememiş miydim? İşte tanıdılar!..


İftar yüzsüzlerine devlet ihtarı


BİZDE Ramazan demek, bir zamanlar bazı kişiler için iftar vaktinde kapı kapı dolaşıp mükellef sofralarda karın doyurmak, bakanların yahut önde gelen diğer devlet büyüklerinin konağında iftar sonrasında hediye kuyruğuna girmek demekti. Sadece yemek ve hediye peşinde koşan sıradan insanlar değil, devlet memurları bile konakların kapılarını aşındırır, ámirlerinden birşey kapma yarışına girerlerdi.

Her sene 30 gün boyunca devam eden bu garip ádet gelenek halini almış gibiydi ve devlet idaresinde önemli bir makamı elinde bulunduran evsahibi Ramazan bittiğinde neredeyse iflása uğramış, nesi varsa harcamış olurdu.

Saray, Sultan Abdüláziz'in tahtta bulunduğu 1862 Ramazan'ında bu ádete artık bir son verilmesi gerektiğini hissetti ve o sene Mart ayına rastlayan Ramazan'ın ilk günü, gazetelerde resmi bir ilán ile ihtarname arasında bir metin yayınlandı. Metin gerçi nazik bir üslupla kaleme alınmıştı, 'iftara gitmeyin' demek yerine 'iftarlara katılmaya mecbur değilsiniz' deniyordu ama 'Kapı kapı dolaşmayın, oturun oturduğunuz yerde' diye ihtar edildiği de açıkça belliydi.

İşte, 1862 Ramazan'ının ilk günü yayınlanan bu resmi uyarının bugünün Türkçesiyle tam metni:

‘‘...Devlet memurlarının Ramazan sırasında bakanların ve ámirlerinin dairelerine ve evlerine iftardan önce gitmeleri resmi bir mecburiyet zannedilmektedir ama iş böyle değildir ve bunun böyle olmadığını tekrar söylemeye de gerek bulunmamaktadır.

Bu alışkanlık artık herkese zahmet ve külfet verir bir hal almıştır. Zaten memurlar için böyle bir görev yoktur ve dolayısıyla bazı ihtarlarda bulunulması zaruri görülmüştür:

Şöyle ki: Hocaların, şeyhlerin, din öğrencilerinin ve dervişlerin iftar için diledikleri yerlere gidebilmeleri hakkında bir yasak mevcut değildir. Bunlar istediklere yere iftara gidebilirler. Ancak bu kişilerin dışında kalanlar ve memurlar davet olunmadıkça iftara gitmeye mecbur değildirler. Hattá gitmemeleri gereği bir yana, davetli olanlar bile gidip gitmeme konusunda serbesttir.’’



İftara davetsiz gelen paşayı nasıl kovdular


LÜTFİ Simavi Bey, Sultan Reşad ile son padişah Sultan Vahideddin'in 'baş mabeyincisi' idi. Yani, bugün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri'nin yaptığı işi yapardı.

Baş Mabeyinci Lütfi Simavi Bey, bir akşam iftara davetsiz gelen emekli bir sivil paşayı saraydan nasıl çıkarttığını hatıralarında bakın nasıl anlatıyor:

‘‘...Ramazan geldi. Eskiden varolan bir ádet değiştirildi ve davetsiz kişilerin saraya gitmemeleri gerektiği gazetelerde ilán edildi. Buna rağmen, Ramazan'ın ilk günü top atılacağı sırada, eski idarecilerden bir Paşa'nın davetsiz olarak sarayda bulunduğunu gördüm ve diğerlerine ibret olması için Paşa'yı saraydan çıkarttım.

Bakanların padişah adına iftara davet edilip saray memurlarıyla beraber sofraya oturmaları ádetti. Önceden hazırlanıp kutulara konulan ve üzerlerinde verilecek kişilerin isimlerinin yazılı olduğu saat ve sigara kutusu gibi hediyeler iftardan sonra bir tepsi içinde salona getirilir, dağıtımı ben yapardım. Ama bizler, yani saray memurları bu lütuftan mahrum idik. Bakanlar daha sonra padişahın huzuruna çıkar ve hüükümdarın hem ramazanını tebrik eder, hem de aldıkları hediye için şükranlarını sunarlardı (Lütfi Simavi, ‘‘Sultan Mehmed Reşad Han'ın ve Halefinin Sarayında Gördüklerim’’, sah: 64)’’
Yazının Devamını Oku

Avrupa türbanı bir Türk erkeğinden öğrenmişti

24 Kasım 2002
Avrupa, bugün Türkiye'nin gündeminde ilk sırayı alan türban ile 18. asrın sonlarında tanışmış ve bu tanışma bir Türk erkeğinin sarığı sayesinde olmuştu: Osmanlı İmparatorluğu'nun Paris elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi'nin sarığı sayesinde. Paris sosyetesine mensup hanımlar 1790'ların sonunda artık Ali Efendi'nin sarığına benzer şapkalar takıyor yahut saçlarını kıymetli kumaşlarla sarığı taklit ederek sarıyorlardı ve bu yeni modanın adı ‘‘türban’’ idi.

TÜRBAN, Türkiye'nin gündeminin ilk sırasındaki yerini Bülent Arınç'ın refikaları hanımefendi sayesinde yeniden aldı. Ankara'da geçen gün yaşanan bu türban hadisesi, şimdi batı basınında da yankılanıyor.

Avrupa, ‘‘türban’’ kavramıyla bundan iki asır önce, 1796 senesinde, Paris'e gönderilen Osmanlı elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi sayesinde tanışmıştı. Ali Efendi'nin başındaki devásá sarık Fransız hanımların hoşuna gidince bir anda moda oluvermiş, Paris sosyetesinde bir türban merakı başlamıştı.

İşte, Avrupa'nın türbanla tanışmasının ve o zamanlar erkeklere mahsus olan türbanın kadın giyim unsuru halini almasının kısa öyküsü:

1789'daki büyük ihtiláli yaşayan Fransa karmakarışıktı ama Avrupa'nın önemli bir gücü olmaya hálá devam ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, ezeli ve ebedi bir tehlike olarak gördüğü Rusya'ya karşı Avrupa'nın desteğini almıştı ve Fransa'dan daha fazla destek sağlamanın yollarını aramadaydı.

Bu yollardan biri, Paris'e daimi bir elçi gönderilmesiydi. Zaten Fransızlar da Londra, Berlin, Petersburg ve Viyana'da Osmanlı elçilerinin varolmasından ama İstanbul'un Paris'te bir sefaret açmamasından şikáyet ediyor ve bunu gurur meselesi yapıyorlardı.

İstanbul tarafı, işte bütün bunları değerlendirerek Paris'te de daimi bir elçilik açılmasına karar verdi ve Moralı Esseyid Ali Efendi'yi ‘‘Sefir’’ yani büyükelçi olarak Fransa'ya gönderdi.

O sırada kırk yaşlarında olan Ali Efendi daha önce Berlin'e tayin edilmiş ama her nedense gidememişti. Paris'e yollanması kararlaştırılınca hemen İstanbul'daki Fransız elçisiyle temas kurdu ve Fransa'nın ádetleriyle davranış biçimlerini bizzat elçiden öğrendi. Elçi, Paris'e gönderdiği raporlarda ‘‘Ali Efendi Fransızca öğrenmeye başladı. Ona, Fransız kadınlarından zevk alacağını da anlattım ve Paris'te ihtiyarlara ‘valide', kendi yaşında olanlara ‘kız kardeş', gençlere de ‘evlád' muamelesi edeceğini söyledi’’ diye yazıyordu.

Ali Efendi, 1796 Mart'ında bir gemiyle Fransa'ya doğru yola çıktı. Marsilya'ya gidiyordu, maiyetinde 18 kişi vardı ve mihmandarlığını bir Fransız yüzbaşı yapıyordu. Gemi on gün sonra Marsilya'ya ulaştı ve Ali Efendi ile beraberindekiler o zamanın sağlık ádetleri uyarınca beş haftalığına karantinaya alındılar!

Türk heyeti karantinadan çıkınca Fransızlar bitmeyecek gibi bir ikram yarışına başladılar. Ali Efendi Marsilya'dan Paris'e gelinceye kadar hemen yer yerde ağırlandı, şerefine davetler tertip edildi ve Türk heyeti işte böyle bir debdebe içinde Paris'e vardı. Türk elçisine ikametgáh olarak Monako Prensi'nin Paris'teki küçük sarayı tahsis edilmişti ve Ali Efendi'nin mükellef binanın duvarlarındaki çıplak kadın tablolarını hiç de yadırgamadığı konuşuluyordu.

Parisliler, Ali Efendi ile hemen o hafta tanıştılar. Türk elçisi Dışişleri'ni ziyaretinden ve Lüksemburg Sarayı'na gidip Fransa'yı idare eden Direktuvar'a itimatnamesini sunmasından hemen sonra gezmelere başlamış, sosyete onu davet edebilmek için birbiriyle yarışır olmuştu. Davetleri hiç reddetmiyordu ve hanımlara karşı gösterdiği nezaket de dillerdeydi. Halk, Ali Efendi'nin başındaki sarığına, elindeki çubuğuna, yürümesine ve etrafı selámlamasına hayrandı.

İşte, Paris'in kadın modasında o günlerde büyük bir değişiklik yaşandı, sosyete hanımları başlarına artık Ali Efendi'nin sarığına benzer şapkalar takmaya yahut saçlarını kıymetli kumaşlarla sarığı taklit ederek sarmaya başladılar. Bu yeni modanın adı, ‘‘türban’’ idi. Moda sadece saç tuvaletiyle de sınırlı kalmamış, alışılmış tuvaletlerin yerini sultan ve odalık elbiselerinin taklitleri almıştı. Türban, Moralı Esseyid Ali Efendi'nin sarığı sayesinde Avrupa'ya işte böyle girmiş ve kavram olarak da yerleşivermişti.

Ama, Ali Efendi'nin Paris macerasının sonu pek öyle hoş olmadı. Gerçi gününü gün etti, kendisiyle beraber olmak isteyen Fransız hanımlarının hiçbirini boş göndermedi ve maceraları Paris gazetelerinin birinci sayfalarını da sık sık süsledi ama diplomatlığı tam bir fiyaskoydu. Karşısında dünya diplomasi tarihinin en büyük isimlerinden olan Talleyran gibi şeytana bile küláhını ters giydiren bir dışişleri bakanı vardı ve olup bitenlerden haberdar olamadı. Hatta, daha sonraları iktidara gelen Napolyon Bonapart'ın Fransa'dan donanmayla yola çıkıp işgal maksadıyla o zamanlar Osmanlı toprağı olan Mısır'a gittiğini bile işitmedi.

Dolayısıyla, mesleğinde son derece başarısız olan Ali Efendi'nin Paris'te daha fazla kalması gereksizdi ve 1802 Temmuz'unda azledilip İstanbul'a çağırıldı. Daha düşük vazifelere tayin edildi ve nihayet 1808 Temmuz'unda kellesini İkinci Mahmud'un fermanıyla celládın satırına uzattı.

Moralı Esseyid Ali Efendi'nin üzerinde Avrupa'nın ‘‘türban’’ olarak bildiği sarığını taşıdığı kellesi gövdesinden ayrı olarak şimdi İstanbul'da, Mahmud Paşa Mezarlığı'nda defnedilmiş bulunuyor.


Eski türban daha güzeldi


Ben türban tartışmasına hiç karışmadım ama türbana sadece estetik kaygıyla karşı çıktım. Türk kadınının başı eskiden de örtülüydü, bu örtünme çeşitli şekillerde olurdu fakat bize mahsustu. Burada, Türk kadınının geçmiş zamanlarda kullandığı baş örtülerinden ve baş süslerinden bazılarını görüyorsunuz. Bu çizimleri, Reşad Ekrem'in ‘‘Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü’’nden aldım. Şekillerine bir bakın, ‘‘sıkmabaş’’ zamanını hatırlayın ve canınız çekerse bunlarla ‘‘türban’’ dediğimiz örtünün estetik bakımından mukayesesini de yapıverin.


YAŞMAK


Genellikle 19. asrın sonlarına doğru kadınların sokakta yüzlerinin etrafına tutturdukları, beyaz tülbendden yapılmış, yarı şeffaf ve iki parçalı bir örtüydü. Yaşmağın önce üst, sonra da alt parçası bağlanırdı. Bağlama sırasında alt yaşmak ikiye katlanır, burnun üstünden ve gözlerin altından yüzün alt kısmına gerilerek arkada ense üzerinden tutturulurdu. Sonra, yine iki kat edilmiş üst yaşmakla kaşların üstünden alın ve baş sarılır, baş tamamen beyazlara bürünmüş görünürdü. Şeffaf olmaları dolayısıyla erkeklerde merak ve heyecan uyandırır, eski yazarların deyimiyle 'kumaşın gerisinden tatlı hayal renkler, hayal çizgiler, burun ucu, penbe yanaklar, kırmızı dudaklar, çene, boyun ve gerdan farkedilirdi'. Türk edebiyatının büyük isimlerinden Ahmed Rasim'in yaşmaktan bahsederken '...hafif tülden yapılmış bir fanusu andırırdı. Yaşmak takmasını her kadın beceremezdi ve bu iş için zevk sahibi olmak gerekirdi' diye yazması da işte böyle bir hayalin neticesiydi.


HOTOZ


Kadınların kendi saçlarından yahut yemeni veya diğer kumaşlar ile yaptıkları baş süsüydü. Kumaş ve mücevherlerle kabartılmış saçın üzerine renkli yemenilerin yerleştirilmesiyle yapılırdı. ‘‘Hotoz’’ kelimesi ‘‘kotaz’’ yahut ‘‘kaytaz’’ sözünden gelirdi ve Türkistan taraflarına mahsus uzun kıllı bir cins öküzün kuyruğundan yapılan, tuğlara ve atların gerdanlarına süs olarak takılan püsküle bu isim verilirdi. Kadın sokağa çıkarken başına koyacağı örtüyü hotozon üstünden bağlar ve hotoz düğümlenme biçimlerine göre ‘‘felek tabancası hotoz’’, 'Zeyrek yokuşu hotoz', 'duduburnu hotoz', 'saraylı hotozu', 'kürdi hotoz', 'gelin sorgucu hotoz', 'çimdik hotoz', 'kayık hotoz', 'küpkapağı hotoz', 'tandır hotoz' gibi isimler alırdı.


FELEK TABANCASI


Hotozun ön tarafında çarkıfelek şeklinde bir fiyong bulunur ve bu fiyong eski tabancaların mermi taşıyan topuna benzediği için bu hotoz çeşidine 'felek tabancası' denirdi.


TANDIRBAŞ


Orta ve doğu Anadolu'da kullanılan bir kadın baş tuvaletiydi. Geniş tablalı bir kadın fesinin üstüne şal sarılır ve bu serpuşun üstüne işlemeli örtü atılarak üst tarafından bir kuşakla bağlanırdı.


SALMA YEMENİ


Saçlar örülür, bir veya birkaç tutamı sırt üzerine bırakılır, yemeni ortadan katlanarak üçgen şekline getirilir ve bu üçgenin uzun yanı alnın üzerine konarak köşeler saç örgüleri üstüne salınırdı.


KUNDAK YEMENİ: Saçlar başın üstünde ve arka tarafından yemeni içinde sımsıkı toplanır, yalnız alında ve şakaklarda biraz kákül ve perçem görününr, ensede de yemeni içine alınmış saçların bitimi kalırdı.

TEPELİK: Yassı bir tas biçiminde gümüşten, bazen de altından yapılmış bir başlıktı. Etrafına ve alına gelecek yerlerine altın ve gümüş paralar dizilerek süslenir, üzerine zümrüt, mercan ve Seylán taşları da konabilirdi.
Yazının Devamını Oku

En son Abdullah, 180 yıl önce ve tam bu hafta başbakan olmuştu

17 Kasım 2002
Aylardır devam eden başbakanlık bilmecesi dün nihayet çözüldü ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yeni hükümeti kurma görevini Abdullah Gül'e verdi. İşin çok daha ilginç tarafı, bu görevlendirmenin bizde Abdullah adını taşıyan son sadrazamla yani başbakanla tam 180 yıl ara ile ve aynı hafta içerisinde olmasıydı. Abdullah isimli son sadrazam, yani başbakan olan Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşa, 1822 yılının 10 Kasım'ında göreve getirilmiş, Türkiye'de o tarihten bugüne kadar Abdullah adında başka hiç kimse başbakanlık yapmamıştı.

CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer yeni hükümeti kurma görevini Abdullah Gül'e verdi ve Türkiye'de seçim öncesi günlerden beri devam eden ‘‘yeni başbakanın kim olacağı’’ muamması böylece nihayet bulmuş oldu.

Bu görevlendirme, bence son derece ilginç bir tarihe tesadüf etti: Türkiye'de ‘‘Abdullah’’ adını taşıyan son sadrazam, yani başbakan, bundan tam 180 sene önce bu hafta içinde göreve getirilmiş ve o tarihten bugüne kadar Abdullah isimli ne bir sadrazamımız, ne de başbakanımız olmuştu.

İşte, bu ilginç tesadüfün ve ‘‘Abdullah’’ adını taşıyan sadrazamların kısa öyküsü:

Tarihimizde Ahmed, Mehmed, Hasan yahut Hüseyin adlarında çok sayıda sadrazam yani başbakan vardır ama ‘‘Abdullah’’ adını taşıyan sadece iki kişi bu koltuğa oturabilmiştir: ‘‘Boynueğri’’ Seyyid Abdullah ile Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşalar...

Abdullah Paşalar'ın ilki, Birinci Mahmud'un sadrazamıydı. Babası Hasan Paşa, İkinci Ahmed zamanında Mısır valisi yapılmış ama Mısır'a gitmeyi reddedince idam edilmişti. Devlet, idam ettiği Paşa'nın oğlunu himayesine aldı, küçük Abdullah o zamanın saray okulu olan Enderun'da yetişti, o da ‘‘Paşa’’ olup valiliklerde bulundu ve zamanın hükümdarı Birinci Mahmud, Abdullah Paşa'yı 1747'nin 24 Ağustos'unda sadrazam yaptı.

Halk arasında ‘‘Boynueğri’’ diye anılan Seyyid Abdullah Paşa, iki sene dört ay sadrazamlık yaptı. Sınır boylarındaki kalelere gerekli hizmeti götüremediği gerekçesiyle azledildi, Rodos'a sürgüne gönderildi, sonra affedilerek yeniden valiliklere tayin edildi ve 1758 Temmuz'unda Halep valisiyken hayata veda etti.

İkinci ve son Sadrazam Abdullah Paşa ise Sultan İkinci Mahmud'un başbakanıydı ve ‘‘Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşa’’ diye tanındı.

Safranbolu'dan İstanbul'a gelmiş bir ailenin çocuğuydu ve Çengelköy'de doğdu. Gençliğinde askeri eğitim gördükten sonra sarayın muhafızlarının komutanı demek olan ‘‘Bostancıbaşı’’ rütbesine yükseldi. Sonra azledildi, derken yeniden hükümdarın gözüne girdi ve kapdan-ı derya yapılarak donanmanın başına getirildi. Denizcilikten anlamıyordu ve bunu sarayın da farketmesi üzerine yeniden azledildi. Bir ara İstanbul'dan ayrılması yasaklandı, sonra İstanbul Boğazı Muhafızı yapıldı ve 1822'nin 10 Kasım'ında, yani bundan tam 180 yıl önce bu hafta sadrazamlığa tayin edildi.

Abdullah Paşa'nın kaderinde, sanki hiç durmadan azledilmek yazılıydı ve sadrazamlıkta da sadece dört ay kalabildi. 1823 Mart'ında o devrin top ve diğer siláhlarının imal edildiği Tophane binası bir gece birdenbire yanıverince Abdullah Paşa'ya yeniden yol göründü. Bu defa sadrazamlıktan da azledilerek İzmit'e sürgüne yollandı ve orada hastalanıp hayata veda etti.

‘‘Sadrazam Abdullah Paşalar’’ın hikáyeleriyle akıbetleri, kısaca işte böyle.

Dünden itibaren, ‘‘Abdullah’’ adını taşıyan başbakanlarımızın üçüncüsünün devrini idrak ediyoruz, cümlemize hayırlı olsun! Ama ben tesadüfün bu kadarına, yani bu göreve son Abdullah Paşa'nın tayininden tam 180 sene sonra ve aynı hafta içerisinde yeni bir Abdullah'ın, Abdullah Gül'ün gelmesine ‘‘Pes!’’ diyorum.

Üstad neyzenin ders gibi CD’si


SADREDDİN Özçimi, günümüzün en kudretli neyzenidir. Bütün neyzenlerin üstadı olan Niyazi Sayın'ı hiç zikretmiyorum, zira o sıralamaların dışındadır.

Kaf Müzik'ten bir hafta kadar önce çıkan CD'sinde, Sadreddin Özçimi, tek bir eser icra etmiş: Geçmişi asırlar öncesine dayanan bir ‘‘fihrist taksim’’.

Eskiler, bir tür ‘‘ánında beste’’ demek olan ‘‘taksim’’ sırasında hemen bütün makamların ardarda icra edilmesine ‘‘fihrist taksim’’ derlerdi ve 14. asırdan itibaren yazılmış olan bütün teori kitaplarında ‘‘fihrist taksim’’in en zor taksim biçimi olduğu söylenirdi.

Sadreddin Özçimi, ‘‘Karatay'dan Gelen Ses’’ isimli CD'sinde tam 60 dakika devam eden bir ‘‘fihrist taksim’’ yapıyor. İcranın özelliği, CD'nin bir stüdyoda doldurulmaması, Sadreddin'in bundan 20 sene önce, bir geceyarısı, 13. asır Selçuklular Konya'sında inşa edilmiş olan Karatay Medresesi'ne elinde bir neyle girerek kendi başına taksim etmesi ve bir şans eseri bu taksimi bizzat kendisinin kaydetmiş olması.

Türk Müziği'nin bu seçkin neyzeninin, şimdi çok önemli bir başka çalışmanın içerisinde olduğunu öğrenip ziyadesiyle sevindim. Sadreddin, üç nesil öncesinin büyük üstadlarından sayılan Emin Efendi'nin neyi ve Münir Nureddin'in hocası Kaşıyarık Hüsameddin Bey'in sesi ile doldurdukları ama bugüne kadar ortaya çıkmamış olan ‘‘kovan’’ denilen eski kayıtlara dijital ortamda refakat edecek ve bundan 80 sene öncesinin icra zirvesiyle bugünün zirvesi yeni bir CD'de buluşacak.

Dostum Sadreddin Özçimi'yi ve bu CD'nin ortaya çıkmasını sağlayan Mehmet Güntekin'i tebrik ediyorum ama Sadreddin'e de bu ayarda bir neyzenin bu kadar fazla sigara meraklısı olmaması gerektiğini de hatırlatmadan edemiyorum.

Bu kitap düzmecedir, sakın ola ki inanmayın!


‘‘Hanzade Sultanefendi’’ olduğunu iddia eden bir kişi, bundan birkaç hafta önce ‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ adında bir kitap yayınladı. Bu kitabı okuyanlara ve okuyacak olanlara hatırlatıyorum: Osmanlı Hanedanı'nda bu ismi taşıyan ve şu anda hayatta bulunan ne böyle bir sultan vardır, ne de böyle bir kitap yazılmıştır. ‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ adı verilen sayfalar, baştanbaşa düzmecedir.

BİZDE düzmece hatırat yani anı kitabı yazma merakı hayli fazladır. Sıradan yazarlar bir yana, bugünün ‘‘büyük tarihçi’’ olarak bilinen bazı meşhur isimleri de başkalarının adına hatırat kaleme almışlardır ve bu düzmece hatıraların listesini sıralamaya kalksam, epey bir yer tutar.

Şimdi yeni, yepyeni bir düzmece hatıratla karşı karşıyayız: Birkaç hafta önce yayınlanan ‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ isimli kitapla...

Kitabın yazarı, guya ‘‘Hanzade Sultanefendi’’ adında bir hanedan mensubu... Bu ‘‘Sultanefendi’’, kendisini Abdülhamid'in oğullarından Şehzade Abdülkadir Efendi'nin çocuğu Mehmed Ferid Efendi'nin kızı diye takdim ediyor.

Bendeniz Abdülkadir Efendi'nin ailesini yakından tanıdım. Hayata 1944'te Sofya'da veda eden şehzadenin üç oğlu ve iki kızı vardı: Orhan, Aláaddin ve Ertuğrul Efendiler ile ailede ‘‘Küçük Neslişah’’ diye bilinen Neslişah Saffet ve bebekken ölen Bidar Sultanlar. Abdülkadir Efendi'nin çocukları bu beş kişiden ibaretti ve Mehmed Ferid Efendi adında bir çocuk hiçbir zaman várolmamıştı. Bu ismin hayali olduğunun en önemli şahidi ve kanıtı da hálen hayatta bulunan Neslişah Saffet Sultan'ın bizzat kendisidir.

Kitabın ‘‘yazarı’’ görünen ‘‘Hanzade Sultanefendi’’ ismi de düzmecedir, zira Osmanlı Hanedanı'nın son döneminde tek bir ‘‘Hanzade Sultanefendi’’ vardır: Sultan Vahideddin'le Halife Abdülmecid'in torunu olan ve 1998'in 19 Mart'ında vefat eden Hanzade Sultan yahut tam adıyla Hanzade İbrahim Osmanoğlu.

İşte, birileri, sarayın bilinmeyen hayatını anlatma iddiasıyla düzmece bir hatırat kaleme almış ve bunu rahmetli Hanzade Sultan'ın adını ve unvanını üstlenerek yapmış. Üstelik bu iş saraydaki en basit protokol kurallarından bile habersiz bir şekilde halledilmiş...

İşte, kitapta yeralan bu şekildeki birkaç paragraf:

‘‘Padişah masasını kilitledi, o lázım gelen emirleri verirken, Canan giyindi, kapaklı yiyecek sepetini mutfağa gönderip hazırlattı, sonra saltanat kayığını göndertti. Yine de ‘‘Valideye bir sorayım, belki fikri değişir?’’ diyerek valide dairesine gidip içeri girdi. ‘‘Valideciğim, Aziz ile ben Büyükada'ya gezmeye gidiyoruz; siz de gelin!’’

‘‘- Canan, sana işim var demedim mi? Burada oyun oynamıyorum, bir daha beni rahatsız edersen dayak yiyeceksin, hem de sopayla!..’’

Bütün bu olup bitenler sanki sarayda zamanın padişahı, o devrin imparatoriçesi olan valide sultan ve padişahın hanımı arasında değil; bilmemne dairesinin kalem şefi Abuziddin Efendi'nin hánesinde geçiyor! Şimdi, bütün bunlardan sonra açıkça söylüyorum: ‘‘Hanzade Sultanefendi’’ adını ve unvanını takınan kişi veya kişiler tarafından kaleme alınan ‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ isimli hatıralar gerçek değildir, baştan aşağı düzmecedir! Abdülhamid'in soyundan gelenler arasında ne bu isimde bir hanım vardır, ne de böyle bir kitap yazılmıştır.

Ve en önemlisi: Tarih literatürümüzün başına bundan yıllarca önce ‘‘Abdülhamid'in Hatıra Defteri’’ diye bir başka düzmece kitabı musallat eden kişi veya kişilerin daha ileri gitmeyip başka düzmece belgeler imal etmemeleri, ilmin olduğu kadar haysiyetin de gereğidir!
Yazının Devamını Oku

Yarbay Mustafa Kemal’den ‘maaşımı gönderin’ mektubu

10 Kasım 2002
Atatürk'ün Sofya'da askeri ataşe ve henüz ‘‘Yarbay Mustafa Kemal Bey’’ iken 1914'ün 17 Ocak günü Osmanlı Devleti'nin güçlü adamı Cemal Paşa'ya gönderdiği ve bugün arşivimin en kıymetli belgelerinden biri olan bu mektup, bir liderin gençlik yıllarında çektiği yoklukları ve sıkıntıları her yönüyle gözler önüne seriyor. Aylıkları gönderilmediği için parasız kalan Mustafa Kemal mektubunda ‘‘Selanik'te valide ve hemşire çırpınıyor, İstanbul'da enişte sefil sürünüyor’’ diyor ve ‘‘Adam olanlar maddi olarak küçük kalarak da vatana borçlu oldukları büyük fedakárlıkları yapmanın yolunu bulurlar!’’ diye yazıyor.

SARI saçlı ve uçuk mavi gözlü genç Türk yarbayı, Sofya sosyetesini kendisine hayran etmiştir. Sofya'da ondan daha yakışıklı bir başka yabancının olmadığına inanılmaktadır ve şehrin merkezindeki yabancılar kulübünün de gözbebeği olmuştur.

Onu, bir kıyafet balosunda, üzerinde yeniçeri elbisesiyle gören Sofyalı kadınlar, hayranlıklarını her yerde apaçık anlatmaktadırlar.

Ama, genç adam, kendisine karşı gösterilen bütün bu ilgiyi karşılıksız bırakmak zorundadır, zira beş parası yoktur. Maaşını aylardır alamamaktadır, üstelik gittiği davetlere karşılık vermesi bir yana, artık kaldığı otelin parasını bile ödeyemeyecek haldedir. İstanbul'dan beraberce geldiği bir arkadaşından borç üstüne borç alarak geçinmeye çalışmaktadır ve aklı-fikri, Selánik'te bıraktığı yaşlı annesiyle kızkardeşindedir.

32 yaşındaki yarbayın adı Mustafa Kemal'dir ve Osmanlı Devleti'nin Sofya'daki askeri ataşesidir. Her gün iş dönüşü parasızlık yüzünden şehrin merkezindeki Splandid Oteli'nin dördüncü katındaki odasına kapanmakta, davetlerde gittikçe daha az görünmektedir...

İstanbul'da iktidarı elinde bulunduran İttihat ve Terakki Partisi, onu Balkan Savaşı'nda Bulgar işgaline uğrayan Edirne'nin geri alınmasından hemen sonra, 1913'ün 27 Ekim'inde Sofya'ya askeri ataşe olarak göndermiştir. Yıllar sonra ‘‘Okyar’’ soyadını alacak ve genç Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanlık koltuğuna oturacak olan Fethi Bey de, Sofya'ya henüz büyükelçi olmuştur.

Büyükelçi ve askeri ataşe, amir-memur ilişkisinin dışında, yakın iki dosttur. Arkadaşlıkları yıllar öncesine, Manastır'daki öğrencilik yıllarına uzanmaktadır. Sofya'ya aynı günlerde gelirler. Fethi Bey büyükelçiliğin ikametgáhına, Yarbay Mustafa Kemal de Splandid Oteli'ne yerleşirler.

Ve, Mustafa Kemal, Sofya'ya gelişinin üzerinden daha iki ay geçmeden çok büyük bir derdle karşılaşır: Osmanlı maliyesi memur aylıklarını verememekte, askeri ataşelerin maaşlarını bile gönderememektedir. Genç yarbay parasızdır ve Fethi Bey'den borç alarak, zar-zor geçinebilmektedir.

Yarbay Mustafa Kemal, çareyi, İmparatorluğun iplerini elinde tutan üç liderden birinde, Nafia Nazırı yani Bayındırlık Bakanı olan Cemal Paşa'ya bir mektup yazarak yardım istemekte bulur.

Partinin diğer iki lideriyle, Enver ve Talat Paşa'larla yıldızı pek barışık değildir ama Cemal Paşa'yla aralarında bir yakınlık vardır. Uzun zamandan beri mektuplaşmakta ve biri yarbay, diğeri tuğgeneral olmasına rağmen, çatırdayan imparatorluğun geleceğini teklifsizce tartışmaktadırlar.

Yarbay Mustafa Kemal, 1914'ün 17 Ocak günü, Cemal Paşa'ya Sofya'da yaşadıklarını bütün ayrıntılarıyla yazar. Çektiği sıkıntıları anlatır, annesi ile kızkardeşinin parasızlıktan dolayı ‘‘çırpındığını’’ söyler ve hakkı olduğu halde albaylığa terfi ettirilmemiş olmasından da yakınır.

Yarbay rütbesindeki bir askerin bir generale böyle samimi üslupta bir mektup yazması, hatta siyasi gelişmelerle ilgili düşüncelerini anlatması şimdi çoğumuza garip gelebilir ama bu, o günlerin Osmanlı ordu geleneğinde sıradan, alışılmış bir davranıştır.

Yarbay Mustafa Kemal'in Cemal Paşa'ya Sofya'dan yazdığı bu mektup ve daha başka mektupları, bugün bende bulunuyor, hepsini itinayla saklıyorum ve yan sütunda işte bu mektuplardan 17 Ocak 1914'te kaleme alınmış olanın tam metnini bugünün Türkçesiyle naklediyorum.

Cemal Paşa'nın mektubu aldıktan sonra, Mustafa Kemal'in birikmiş aylıklarını göndertip göndertmediğini bilmiyoruz. Paşa'nın 1922'nin 22 Temmuz günü Tiflis'te bir Ermeni komitacının kurşunlarıyla hayatını kaybettiğini haber aldığında Mustafa Kemal'in neler hissettiğinden de haberdar değiliz.

Ama bu mektupta beni çok daha fazla meraklandıran bir başka husus var: Mustafa Kemal'in sözünü ettiği ‘‘Lütfi Enişte’’nin kim olduğu... Bugün Atatürk biyografilerinin hiçbirinde ismi geçmeyen bu Lütfi Enişte bahsinin üzerindeki sır perdesini kaldırmak bakalım hangi tarihçiye nasip olacak...


İşte, parasızlık mektubu


M. Kemal

Sofya, 17 Ocak 1914

Muhterem Paşa hazretleri,

İlk ve son arizalarımın cevabı olmak üzere lutfen gönderdiğiniz 20 Aralık tarihli seçkin iltifatnamenizi aldım.

Bugün ordunun başına geçirdiğiniz genç arkadaşımızdan (Enver Paşa'yı kastediyor), hakikaten, buyurduğunuz gibi, çok şeyler bekleyebiliriz; artık zat-ı álileri de hükümetin başına geçerek yalnız ordunun değil, memleketin her bakımdan muhtaç olduğu faydalı faaliyet ve ciddiyet sahasını açarsınız.

Bizim burada kimbilir ne kadar zevkli bir hayat geçirmekte olduğumuzu -Fethi Bey'le olan mektubunuzda- tahmin buyuruyorsunuz. Hakkınız var. Zaten böyle bir hayatı yaşayabileceğimizi tahmin ederek değil mi idi ki buraya gelmemizi uygun görmüştünüz. Gerçi buraya geleli iki ay olduğu halde henüz Kasım maaşımdan başka beş para alamamış olmaktan ve ilk günü kapandığımız Splandid Oteli'nin dördüncü kat odasında, her onbeş günde bir takdim olunan hesap pusulalarını birbiri üzerine yığmaktan az zevk mi olur? Öteki hükümetlerin askeri ataşelerinin ve diğerlerinin davetlerine karşılık verme sırası gelince ortadan kaybolmak, lázım geldiği için dáhil olunan kulüplere usulen ödenmesi gereken paraların yatırılması hakkındaki mektupları cevapsız bırakmak, cidden, bir Türk ataşemiliterinden beklenen hususlardandır!

İstanbul'da iken memleketin bin türlü sıkıntı ve feláket içinde koşuşturduğu bu devirde, mesainizi hangi işlere harcadığınızı düşünmeyerek, aileme yegáne sığınak olabileceği fikriyle, önce eniştem Lütfi Efendi hakkında, sonra da Sofya'da içine düştüğüm maddi, manevi ıstırabların hafifletilmesine yardımcı olmanız konusunda istirhamlarda bulunmaktan hakikaten utanmıştım. Son iltifat mektubunuz gelmeseydi ve ‘‘Senin aylıklar konusunda birşeyler yapmak isterim’’ vaadinde bulunmamış olsaydınız, sizi artık kesinlikle rahatsız etmemeye karar vermiştim.

Bendeniz şimdilik hakiki bir Osmanlı askeri ataşesine láyık olabilecek vaziyeti almak için ihtiyaç bulunan hususları değil, burada aç ve sefil kalmamanın çaresini düşünmek mecburiyetinde olduğum için vaad buyurduğunuz işi Kasım ve Aralık muhassasatlarımın bir an evvel göndertilmesine ve bundan sonra da muntazaman tesviyesini sağlamaya ayırırsanız pek ziyade minnetdarınız olurum; çünki şimdiye kadar karnımızı doyuran Fethi Bey gidiyor, alacağını istemekte amansız davranıyor, Selanik'de valide ve hemşire çırpınıyor, İstanbul'da enişte sefil sürünüyor.

İltifatnamenizin zarfında ‘‘Comm....’’ (yarbay rütbesini kastediyor) yazacak yerde ‘‘Colonel’’ (albay) yazmışsınız. Bunun dalgınlık eseri olduğunu tahmin etmek güç olmadığı halde bilmem ne gibi yanlış düşünceler bendenizi şu suretle düşündürdü: Derne'deki hizmetimden naşi Enver'in vaktiyle takdim eylediği defterde ismimin hizasında ‘‘Terfi ve nişan ile taltife hak kazanmıştır’’ denmişti. Son zamanlarda Akdeniz Kumandanlığı'ndan da resmen verilen defterde de ‘‘mutlaka terfi ettirilmelidir’’ kaydı vardı. Bu kayıtları tabii ki, devletin eski idarecileri göremezdi. Fakat bugün orduyu gençleştirmek üzere iktidarı alan dostlar için bu belgeler aranılıp bulunamayacak fırsatlardan değil midir? Her ne hal ise, adam olanlar maddi olarak küçük kalarak da vatana borçlu oldukları büyük fedakárlıkları yapmanın yolunu bulurlar! Hürmetle ellerinizden öperim efendim.

M.Kemal


İmzasında iki alfabeyi birden kullanmıştı


SOFYA Askeri ataşesi Mustafa Kemal'in mektubuna antet olarak çizdiği bu şık kompozisyon hem Arap, hem Latin harflerinin usta bir uyarlaması. Antet Osmanlıca kurallarına göre yani sağdan sola doğru okunduğunda ‘‘M.Kemal’’ sözleri, Latin harfleri kuralıyla yani soldan sağa bakıldığında da, ‘‘M.K.’’ rumuzu çıkıyor.

Mustafa Kemal, Arap harfleriyle yazdığı ‘‘Kemal’’ kelimesini Latin alfabesine göre ‘‘M’’ okunacak şekilde yapmış, ‘‘Mustafa’’nın ilk harfi olan ‘‘mim’’i de ‘‘Kemal’’in ilk harfi ‘‘kef’’ ile birleştirerek Latin alfabesiyle okunduğunda ‘‘K’’ görülecek şekilde çizmiş.
Yazının Devamını Oku

Álimlerle dolu bir Ramazan sayfası

6 Kasım 2002
Saygı duyulması ve mutlaka barış içerisinde geçirilmesi gereken mübarek Ramazan ayı, láyık olduğu bu hürmeti maalesef her zaman göremedi ve 1632 senesinin Ramazan'ı, İstanbul halkı için azap dolu geçti. Ayaklanan yeniçeriler bayramda da etrafı talan edip haraç topladılar, hatta işi kan dökmeye kadar götürdüler. Dördüncü Murad'ın filimlere kadar konu olan sert idaresi, işte bu Ramazan terörü sonrasında başladı.

Bugün, eskilerin 'máh-ı mübarek' yani 'mübarek ay' dedikleri Ramazan ayının ilk günü. Önceki senelerde olduğu gibi, bu sene de bu sayfada bir ay boyunca her gün kültür ağırlıklı ve hoş vakit geçirtici konularla beraber olacağız. Tarihimizle ilgili bir olayı resimli olarak ele alacak, şarkiyat biliminin önde gelen ismi rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın çeşitli eserlerinden derlenmiş bir tasavvuf sohbetini, hat sanatının yaşayan büyük üstadı Prof. Dr. Ali Alparslan'ın seçtiği hat örneklerini ve sanat tarihçiliğimizin çok önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Nurhan Atasoy'un tarihi derviş eşyaları ile ilgili araştırmalarını kullanacağız.

Eskiler, Ramazan hakkında birbirlerine temennide bulunurlarken 'Kolay Ramazanlar' derlermiş ve aslında temenninin en doğrusu da buymuş.

Biz de öyle yapıyor, 'Kolay Ramazanlar' diyoruz.

Ramazan ayı, yeniçeri için haraç ayıydı

Yazının Devamını Oku

Tarih dergisi nasıl yapılırmış herkes görecek

3 Kasım 2002
Önümüzdeki çarşamba günü, tarihi güler yüzlü ve eğlendirici tarafından ele alan, birbirinden ilginç konularla ve resimlerle dolu, büyük boy 24 sayfalık yepyeni bir dergiyle tanışacaksınız: ‘‘Hürriyet Tarih’’ ile... Benim yönetimimde hazırlanan Hürriyet Tarih'te geçmişin renkli, eğlenceli, ama mutlaka ders alınması gereken olaylarını Türk tarihçiliğinin en saygın isimlerinin kaleminden okuyacaksınız.

ÖNÜMÜZDEKİ çarşamba günü, yepyeni bir dergiyle tanışacaksınız: ‘‘Hürriyet Tarih’’ ile...

Tarihi güler yüzlü ve eğlendirici tarafından ele alan, birbirinden ilginç konularla ve resimlerle dolu, büyük boy 24 sayfalık ‘‘Hürriyet Tarih’’, bundan böyle her çarşamba günü sizlerle olacak. Benim yönetimimde hazırlanan Hürriyet Tarih'te geçmişin renkli, eğlenceli, ama mutlaka ders alınması gereken olaylarını okuyacak, olayların meydana geldiği günlere gidecek ve o ánı yaşayacaksınız. Türkiye'de tarihin, sanat ve bilim tarihinin ve geçmişi konu alan hemen alanın en önemli ve en saygın isimleri, Hürriyet Tarih'te her hafta sizler için yazacaklar.

GÜLDÜRKEN ÖĞRETECEK

Dergiyi hazırlarken tarihin asık suratlı değil, güler yüzlü ve hoş vakit geçirtici bir şekilde sunulmasına yani ‘‘okunmasına’’ özen gösterdik. Zira tarih, okullarımızda ‘‘öğrencilerin sevmedikleri dersler’’ sıralamasının hemen ilk başlarında yeralır olmuştu ve sevilmemesinin çeşitli sebepleri vardı: Tatsız, monoton ve monotondan da öte kuru ve ezbere dayalı bir şekilde öğretiliyor, işin en önemli tarafı olan günlük hayatta tarihten ders çıkarılması gereği bir yana bırakılarak geçmişin öğrencilerin hafızalarına gereksiz bir bilgi çöplüğü halinde tıkılmasına çalışılıyordu.

Bu iş üstelik sadece okullarla da sınırlı kalmıyor ve tarih, ülkemizde yayınlanan bazı tarih dergilerinde ideolojik boyutta fikir empoze etme vasıtası olarak kullanılıyor, dolayısıyla Türkiye'de yayınlanan beş adet tarih dergisinin toplam tirajı altı bini bir türlü geçemiyordu. Bu sayı İngiltere'de 300, Fransa'da 350 bin civarındaydı.

Yayıncılık geçmişi son derece zengin olan Türkiye'de bundan 40-50 sene önce çıkan tarih dergilerinin toplam tirajı, bugünkü toplam tirajların neredeyse on katı kadardı ama o dergilerin çok önemli bir başka özellikleri vardı: Yayıncıları tarihte uzman olmalarının yanısıra, o devrin önde gelen gazetecileriydi. Olaylara gazeteci gözüyle bakmayı ve konuları dikkat çekici taraflarından ele almayı gayet iyi biliyorlar, dolayısıyla da yazdıklarını okutuyorlardı.

Hürriyet Tarih'te biz de öyle yaptık ve geçmişi eğlendirici, hoş vakit geçirtici ve güleryüzlü tarafından sunmaya çalıştık. Sıkıcı ve anlaşılması zor akademik üslup yerine basit ve akıcı bir dil kullandık. Konuları ilgi çekici taraflarından ele aldık, bunları çok sayıda resimle süsledik ve her konuyu mutlaka bir belgeye dayandırdık. En önemli kaynağımız, hemen her konuda milyonlarca belgenin bulunduğu Osmanlı arşivleri oldu.

Sizler de yazacaksınız

Bütün bunların yanında, Hürriyet Tarih'in ‘‘halka açık’’ bir yayın olmasına yani yazı kadrosunda okuyucuların da yer almasına itina gösterdik. Yaşadığınız şehirde, kasabada yahut köyde duyduğunuz veya gördüğünüz tarihi olayları kaleme aldığınız ve fotoğraflarını da gönderdiğiniz takdirde, yazılarınız derginin her sayısında yeralacak ayrıca ‘‘Tarihin Güzin Ağabeyi’’, sizlerden gelen soruları cevaplandıracak.

Önümüzdeki çarşamba gününün, Türkiye'nin tarih yayıncılığında bir dönüm noktası olacağına inanıyorum. Benim yönetimimde hazırlanan ve görsel yönetmenliğini Sanlı Ergin'in yaptığı ‘‘Hürriyet Tarih’’, okuyucuyu çok uzun bir aradan sonra tarihin güler yüzlü çehresiyle yeniden buluşturacak ve dergide yeralan bazı konular, Türkiye'nin artık bıkkınlık getiren gündemini değiştirerek yeni ve hoş tartışmalar yaratacak.

Hürriyet Tarih’e kimler yazıyor?

Hürriyet Tarih'in ilk sayısında kapak konusunu bendeniz yazdım ve 80 küsur seneden beri konuşulan ama ayrıntıları çok dar bir çevrede bilinen bir hadiseyi belgeleriyle naklettim: Mustafa Kemal Paşa'nın Osmanlı hanedanına mensup bir sultanla, Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenme isteğinin ayrıntılarını ve tarihi değiştirebilecek bu evliliğin niçin gerçekleşmediğinin öyküsünü... İşte, derginin önümüzdeki çarşamba günü çıkacak olan ilk sayısında yeralan kalem erbabı:

İlber ORTAYLI

Kim olduğunu yazmama gerek yok, zira tarihe ve kültüre meraklı olup da Prof. Dr. İlber Ortaylı'yı tanımayan hemen hiç kimse yoktur. Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın önde gelen tarihçilerinden biri, ilmi kongrelerle akademik yayınların vazgeçilmez adı ve son zamanlarda bazı TV'lerin ‘‘bilimsel rating’’ yıldızıdır. Senelerce ‘‘Mekteb-i Mülkiye’’de yani Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde hocalık yapan İlber Ortaylı geçen yıldan buyana İstanbul'da yaşıyor, Galatasaray Üniversitesi'nde ders veriyor, dünyanın dört bir tarafındaki üniversitelerin davetlerini kabul edip memleket memleket dolaşarak oralarda da ders anlatıyor, konuşmalar yapıyor. Hürriyet Tarih'in yazı kadrosunda yer alan Prof. İlber Ortaylı, üstadı olduğu çok önemli bir konuda, tarihin nasıl yorumlanması gerektiği hususunda hepimizi şaşırtacak ama çok şeyler öğretecek konuları ele alacak.

Nurhan ATASOY

Sanat tarihi hocalarının duayeni ve bugün ‘‘Türk Sanatı’’ dendiği zaman dünyanın hemen her tarafındaki akademik çevrelerin ilk hatırladığı iki-üç isimden biridir. Osmanlı çadırları konusunda bugüne kadar yapılmış tek yayın olan ‘‘Otağ-ı Humayun’’, eski zaman dervişlerinin tekke eşyalarını ayrıntılarıyla anlatan ‘‘Derviş Çeyizi’’, Osmanlı dokuma sanatını ve gelmiş geçmiş en kıymetli kumaşlardan birini bütün yönleriyle ele aldığı ‘‘İpek’’, Prof. Dr. Nurhan Atasoy'un eserlerinden birkaçıdır ve eserleriyle yurt içinde ve dışında çok sayıda ödül almıştır. ‘‘Hocaların hocası’’ olan Prof. Atasoy, Hürriyet Tarih'e sanat tarihi yazıları yazacak ve Türk sanatını alışılmış kalıplarla değil yepyeni bir şekilde, okuyucuyu gülümseten bir üslupla anlatacak.

Erhan AFYONCU

Hürriyet Tarih'in yayın hazırlıklarını yaptığım sırada bana en büyük yardımda bulunanların başında, Dr. Erhan Afyoncu vardı. Türkiye'nin dört bir tarafındaki üniversitelerde ders veren tarihçilerden yazı sağlanması işini o halletti. Marmara Üniversitesi öğretim üyesi olan Dr. Afyoncu, genç nesil Osmanlı tarihçileri arasında yoğun bir yayın faaliyetinde bulunmasıyla ve yaptığı yayınların geniş çevrelerde ses getirmesiyle biliniyor ve tartışılan bu araştırmalarının başında, İstanbul'un fetih gününün 29 Mayıs olmadığını ortaya koyduğu çalışması geliyor. Ben, meslekdaşları arasında Osmanlı arşiv yazılarının en karmaşığı ve en zoru olan ‘‘siyakat’’ı gazete okur gibi okumasıyla da tanınan Erhan Afyoncu'nun, geleceğin en seçkin Türk tarihçileri arasında yer alacağına eminim.

ZeyneP DRAMALI

Türkolojinin kurucusu Ord. Prof. Fuad Köprülü'nün halen hayatta bulunan birkaç öğrencisinden biri ve çok uzun yıllar yurt dışında yaşamış bir tarihçi. Bugüne kadar Baltık ülkelerinin akademik dergilerine yazan Dr. Zeynep Dramalı, ileri yaşına rağmen Hürriyet Tarih'in yazı ekibine katılmayı arzu etti. Zeynep Hanım her hafta, genellikle Avrupa tarihiyle ilgili bir konuda yazacak.

Burak ÇETİNTAŞ

Uluslarası ilişkiler eğitimi almış olmasına rağmen evi eski fotoğraf ve belge çöplüğü gibi olan ve İstanbul'u hemen her gün mezarlığından harabesine kadar tavaf eden genç bir araştırmacıdır. Nüshasına kütüphanelerde bile rastlanmayan bazı ilginç risalelerle nadir fotoğraflar onun arşivinden çıkar. Burak Çetintaş, Hürriyet Tarih'in her sayısına bazen ilginç bir konuyla, bazen de hiç görmediğimiz bir kitabın tanıtımıyla katkıda bulunacak.


Yazı kadromuzdaki öteki allámelerimiz

Hürriyet Tarih'in ileriki sayılarında, alanlarında saygın mevki edinmiş olan daha pek çok isim yer alacak: Zamanımızın son allámelerinden Turgut Kut, İstanbul Üniversitesi'nin sanat tarihi hocalarından Prof. Dr. Gül İrepoğlu, Türkiye'nin en kıdemli Türk Edebiyatı Tarihi hocası olan Prof. Dr. Günay Kut ve birçok seçkin tarihçi, meselá Prof. Dr. Vahdettin Engin, Dr. Fikret Sarıcaoğlu, Dr. Ufuk Gülsoy, Dr. Tufan Gündüz, Dr. Arif Bilgin, Dr. Gülay Öğün Bezer, Okan Yeşilot, Halil Pazarlı ve Topkapı Sarayı'nın müdiresi olarak tanıdığımız ama bu bürokratik görevinin dışında sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da en önde gelen minyatür uzmanlarından olan Dr. Filiz Çağman sık aralıklarla Hürriyet Tarih'te yazacaklar.
Yazının Devamını Oku

Tayyip Bey’e hadislerden bir ishal reçetesi

27 Ekim 2002
Tayyip Bey şiddetli bir ishale yakalanınca, malvarlığı ile ilgili olarak Ankara'da devam eden davanın geçen çarşamba günü yapılan duruşmasına katılamadı. Onun böyle önemli bir günde rahatsızlandığını görünce, ileride yine böyle önemli bir günde rahatsızlanması halinde uygulayabileceği bir reçete vereyim dedim. Basit ama manevi tarafı olan ve Hazreti Muhammed'e atfedilen yani hadislerde geçen bir reçete... Hazreti Muhammed, ishal olan kişinin bal yemesi gerektiğini buyuruyor. Yazması benden, uygulaması Tayyip Bey'den...

‘‘İSHAL’’ kavramı, 30 küsur yıllık bir aradan sonra adalet tarihimizde yeniden yeraldı.

Türkiye, ishalin bir mahkemede mazeret olarak kullanılmasının son örneğini bundan 30 küsur sene önce görmüş, ‘‘gizli örgüt üyesi olduğu’’ iddiasıyla 12 Mart döneminde askeri bir mahkemede yargılanan rahmetli Doç. Mukbil Özyörük, hákimin ‘‘Katıldığınız örgüt toplantısını anlatın bakalım!’’ demesi üzerine ‘‘Bendeniz o gece şiddetli bir ishalden mustaribdim reis beyefendi! Arkadaşlar içeride birşeyler konuşuyorlardı ama dakika başı tuvalete taşındığım için ne konuştuklarını işitemedim’’ cevabını vermiş ve beraat etmişti.

Derken aradan 30 sene geçti ve ‘‘ishal’’, adalet literatürümüze bu defa Tayyip Erdoğan tarafından taşındı: Tayyip Bey, malvarlığı ile ilgili olarak Ankara'da açılan davanın geçen çarşamba günü yapılan duruşmasına katılmadı ve mahkemeye Haseki Hastahanesi'nden aldığı bir raporu gönderdi. Rapora göre Tayyip Bey ishal olmuştu, üstelik gripti ve beş gün boyunca dinlenmesi gerekiyordu.

AB, İSHALDEN DE ÖNEMLİ

Mahkeme gününün sabahı şiddetli ishal çeken Tayyip Bey aynı günün akşamı gerçi ayaklanmış ve Avrupa Birliği büyükelçilerinin yemeğine katılmış, hatta Emin Çölaşan'ın yazdığına göre orada soslu somon salata, pirzola ve dondurmadan müteşekkil mönüyü afiyetle taam buyurmuştu. Bütün bunları okuyunca içim bir fena oldu. Zira o sabah kendisi için hayati önem taşıyan bir davaya gidemeyecek derecede hasta olan Tayyip Bey akşam bu defa memleket için hayati önemi haiz bir toplantıya, ‘‘AB'ye girebilmek için Avrupalılar'a şirin gözükme’’ davetine katılmadan edememişti. Memleket aşkına katıldığı o davete giderken büyük zahmetler çektiğine, protokol uğruna yemek zorunda kaldığı soslu somon salatasını midesine indirirken de dayanılmaz bir ıstırap yaşadığına emindim.

Dolayısıyla, böylesine büyük bir fedakárlığa katlanan ve başında bulunduğu partinin 3 Kasım sonrasında Türkiye'nin kaderinde söz sahibi olacağı söylenen bir politikacının sağlığını kendi sağlığımız gibi düşünmek zorunda olduğumuzu hissettim. Sonra, bu politikacıyı muhtemel ishallerden kurtaracak en etkili ilácı ona hatırlatayım dedim.

BAL DA İYİ GELİR, ŞERBETİ DE

İshalin tedavisi için gerçi çok sayıda iláç vardır, hatta bu işte kullanılan kocakarı iláçları da çeşit çeşittir ama Tayyip Bey için bütün bunlardan çok daha basit fakat çok daha etkili bir iláç mevcuttur: Bildiğimiz, bal!..

İshalin bu şekilde tedavisinin üstelik manevi boyutu da vardır, zira hadislere, yani Hazreti Muhammed'in sözlerine dayanan bir uygulamadır. Bizzat hazreti peygamber tarafından tavsiye edilmiş, hastalar tarafından uygulanmış, ishali kestiği görülmüş ve bu metod sonraki devirlerde hadis álimleri tarafından tıbbi açıdan da yorumlanmıştır.

Ebu Sa'idi'l-Hudrî'den nakledilen bu tedavi hadisesi Buharî, Müslim ve Tirmizî gibi en muteber hadis kitaplarında bakın nasıl yazılıdır:

‘‘Bir adam peygamber efendimize gelerek ‘Kardeşim ishal oldu, ne yapayım?' diye sordu. Peygamber efendimiz, ‘Ona bal şerbeti içir' ferman buyurdu. Adam içirdi. Daha sonra aynı şahıs tekrar gelip ‘Ben bal şerbeti içirdim ancak bu onun ishalini arttırmaktan başka birşeye yaramadı' dedi. Adamın bu gidip gelmeleri üç defa tekrar etti. Peygamber efendimiz sonunda ‘Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı hata etti' buyurdu. Sonra bir defa daha içirdi, bu sefer kardeşi iyileşti.’’

İshale karşı bal tavsiye edilmesini eskiler garip karşılamış olacaklar ki, hadis daha sonra 15. asır álimlerinden İbn Hacer el Askaláni tarafından şerhedilir.

İşte, İbn Hacer'in ishal ile bal arasındaki bağlantı hakkında yazdıkları:

‘‘...İshalin çeşitlerinden biri, beraberinde kusmayı da getiren şiddetli bir rahatsızlıktır ve hazımsızlıktan meydana gelir. Bu ishalin tedavisi, kişinin tabiatını ve fonksiyonunu terketmesiyle olur. Vücud belli bir müshile muhtaçtır ve hastada kuvvet oldukça yardım edilir.

Hadiste bahsi geçen hasta, hazımsızlıktan meydana gelen bir ishal çekmektedir. Peygamber ona, mide ve barsaklarında toplanmış olan fuzuli maddeleri boşaltması için bal tavsiye etmiştir. Zira balda, gıdanın midede kalmasını engelleyen fazlalıkları tahliye edici bir özellik vardır.

MİDE, HAVLU GİBİDİR


Midemiz, havlulardakine benzer tüylere sahiptir. Yapışkan karışımlar bu tüylere takılacak olursa mideyi hasta eder ve gelen öteki gıdaları da bozarlar. Dolayısıyla tedavi, bu karışımları mideden çıkartacak bir maddenin kullanılmasıyla mümkün olur ve bu iş için baldan daha etkili bir madde yoktur. Hasta, ilk seferde hastalığın direncini kırmaya yetecek miktarda bal içmemiş, peygamber de bu yüzden içmeye devam etmesini buyurmuş ve bal içmeler devam ettikçe hastalık iyileşmiştir.’’

Tayyip Bey'
in rahatsızlığının şifası olan ve geçmişi Hazreti Muhammed'e kadar uzanan ballı reçetenin öyküsü ve ayrıntıları bunlardan ibaret. Ben bu reçeteyi Prof. Dr. İbrahim Canan'ın hazırladığı ‘‘Kütüb-i Sitte’’den, yani hadis ansiklopedisinden naklettim. Bundan sonraki mahkeme gününün sabahında ishal olduğu takdirde bu reçeteyi uygulayıp uygulamamak, artık Tayyip Bey'in inancına kalmış bir iş...


İshal olanlara 500 yıl öncesinin reçeteleri


KÜTÜPHANEMDE, 16. asrın ikinci yarısında kaleme alınmış elyazması bir tedavi kitabı bulunuyor ve kitabın bir bölümü ishalin tedavisine ayrılmış.

İşte, Tayyip Bey'in aklının bir köşesinde bulunması için, büyük büyük dedelerimizin zamanından kalma bu tıp kitabının ishal iláçlarından bahseden bölümünden birkaç reçeteyi günümüz Türkçesine aktararak naklediyorum:

İmdi her kim ki ishal olsa, koyunun ciğerini kebap eyleyip yiye, ishal pekliğe döner.

Ve eğer birkaç gün boyunca sumak suyunda pişmiş tavuk kavurmasını ve kebabı veyahut güvercin ve serçe etini ve yine sumak suyuyla çok pişmiş yumurtayı yiye, ziyadesiyle fayda ede ve ishal pekliğe çevrile.

İshal olan kişi diğer yağlı şeylerden, soğuk yemeklerden ve soğuk sulardan uzak dura.

Peygamber aleyhisselámdan şöyle nakledilmiştir: Sinamekiyi, beş dirhem bitki şekerini ve bir dirhem sinameki tohumunu alalar, bunların cümlesini havanda döverek birbirine karıştıralar ve büyük haplar yapalar. Bu haplardan sabah ve akşam birer ölçü kullanalar ve ishal gide.

İshal çok ziyade olursa bir mikdar incir yaprağı alalar, bir tencere içinde iyice kaynatalar ve su sıcak iken ayaklarını topuklarına dek içine sokup su soğuyuncaya kadar tutalar. İshal, Allah'ın izniyle defolup gider.

Eğer ishalle beraber sancı da gelmişse, hastaya yoğurt ayranı içireler. Sancı azalmazsa bir demir parçasını alalar, bunu ateşte kızdırıp yoğurt ayranının içine sokup ayranı dağlayalar. Sonra dağlanmış ayranı çalkalayarak birkaç defa içireler. Hasta, şifa bula.

Pirinci sumak suyuyla çorba yapıp içireler, hasta kabız ola.


Tayyip Bey’e şifa verecek kocakarı iláçları


Yumurta kabuğu yakılır, döğülür ve toz haline getirilip burna çekilir.

Meşe palamudu ateşte pişirilerek fındık gibi yenir.

Kızılcık çekirdeği dövülür, hasıl olan undan su ile hap yapılarak yutturulur.

Bir kadeh konyağın içine bir kaşık kahve konur, üzerine limon sıkılıp içilir (Tayyip Bey'in bu formülü kullanacağından emin değilim).

Bir buçuk dirhem afyon, üç buçuk dirhem mısır tiryakı, üç buçuk dirhem karanfil, iki dirhem kardeş kanı ile tek bir ak mazı döğülüp karıştırılarak leblebi boyunda hap yapılır. Bunlardan sabah ve akşam birer adet alınır (Tayyip Bey'in bu formülü kullanacağı da kuşkuludur).

Hastaya soyulmuş sarmısak dişleri yutturulur.

Sarmısak suda kaynatılarak hasta bunun buğusu üzerine oturtulur.

Çay kavrulur, değirmende çekilerek hastaya kaşık kaşık yedirilir.

Ekşi nar kabuğu kaynatılarak suyu içirilir.

Hasta, katran buğusuna oturtulur

(Mehmet Halit Bayrı'nın

‘‘İstanbul Folkloru’’ndan).
Yazının Devamını Oku

Topal Osman’ın mezartaşı AB yüzünden mi kazındı?

20 Ekim 2002
‘‘AB'ye uyum’’ hevesimiz artık mezartaşlarımızı kazımaya kadar uzandı ve öncelik, Giresun taraflarında ‘‘milli kahraman’’ kabul edilen Topal Osman Ağa'nın Giresun Kalesi'ndeki mezarına verildi. Topal Osman'ın Pontus çeteleriyle mücadelesinin anlatıldığı Osmanlıca mezar kitabesi bir gece aniden kazındı, yine Pontus ile mücadelesinden ve Yunan ordusunun denize dökülmesinden bahseden Latin harfli bir diğer kitabe de değiştirildi. Olayın meydana geldiği sırada Giresun valisi olan Ali Haydar Öner ise, Latin harfli kitabenin ‘‘milli güvenlik siyaseti doğrultusunda gelen bir uyarıdan sonra düzeltildiğini’’ ama Osmanlıca kitabenin kazınmasından ise haberdar olmadığını iddia etti. Şimdi, ‘‘Avrupalılaşma’’ uğruna yapmamız gereken çok önemli bir işimiz var: Geçmişte işgale karşı mücadele etmiş kim varsa, hepsinin mezarlarını yıkmak.

‘‘AB standardlarına uyum’’ hevesimiz, artık mezartaşlarımıza kadar uzandı. ‘‘Avrupa'ya ayıp olur’’ yahut ‘‘bize karşı kullanılır’’ endişesiyle, mezartaşlarımızı kazımaya başladık.

Bu işin ilk örneği olma şerefi İstiklal Savaşı'na katılmış, işgale ve Pontus çetelerine karşı mücadele etmiş olan çok ünlü bir isme verildi: Topal Osman'a... Karadeniz bölgesinde, özellikle de Giresun'da ‘‘milli kahraman’’ kabul edilen Topal Osman'ın Giresun Kalesi'ndeki anıt mezarında Pontus çeteleriyle mücadelesinin anlatıldığı Osmanlıca mezar kitabesi bir gece aniden kazındı, yine Pontus ile mücadelesinden ve Yunan ordusunun denize dökülmesinden bahseden Latin harfli bir diğer kitabe de değiştirilip ‘‘Avrupa standardlarına’’ getirildi.

‘‘Topal Osman’’ yahut ‘‘Osman Ağa’’ denilen zatın adını duymamış, şöhretini işitmemiş bir Karadenizli neredeyse hemen hiç yoktur ama Karadenizli olmayanlar yahut bilmeyenler için, Topal Osman'ın kim olduğunu kısaca yazayım: Balkan, Birinci Dünya ve İstiklál savaşlarına katılmıştı, ayaklanmaların bastırılmasında ve özellikle Karadeniz taraflarının Pontus çetelerinden temizlenmesinde büyük faydası olmuştu. Mustafa Kemal Paşa'nın ve ilk Meclis'in korumasıyla görevlendirilmiş ama Paşa'nın önde gelen muhaliflerinden Ali Şükrü Bey'i kaçırıp öldürünce hakkında tutuklama emri çıkartılmış, kendisini tutuklamaya gelenlere ateşle karşılık verince de öldürülmüştü. Kısacası, kahramanlıklarının yanında bazı hataları da vardı ama İstiklál Harbi yıllarının önemli bir ismiydi.

SIRA TALAT PAŞA’DA

Topal Osman'ın cenazesi, Mustafa Kemal'in talimatıyla Giresun Kalesi'ne nakledildi ve daha sonra buraya bir anıt mezar inşa edildi. Mezarın üzerinde hem eski Türkçe, hem de Latin harfleriyle yazılmış bir kitabe vardı. Bu kitabelerden Osmanlıca olanı geçtiğimiz günlerde kazınırken, Latin harfleriyle olanı da değiştirildi ve içerisinde eski metinde geçen ‘‘Pontuslar'ın imhası’’ ve ‘‘Yunanlılar'ın Akdeniz'e atılması’’ gibi ifadelerin yeralmadığı bir başka metin kondu.

Hadisenin Giresun'un yerel basınına yansıması üzerine, kitabenin kazınması sırasında Giresun valisi olan Ali Haydar Öner, geçen perşembe günü bir basın toplantısı yaptı ve oldukça ilginç bazı sözler söyledi: Latin harfleriyle olan kitabe konusunda ‘‘milli güvenlik siyaseti doğrultusunda bir uyarı aldığını’’ açıkladı, ‘‘Türkçe metinde Pontusçular'ın emeline alet olacak ibareler yerine tarihi gerçeklere uygun düzeltmeler yapılmıştır’’ dedi ama Osmanlıca kitabenin kazınmasından haberdar olmadığını iddia etti. İşin çok daha enteresan tarafı, bu basın toplantısının, Topal Osman'ın várislerine ait bir binada yapılmış olmasıydı.

Bendeniz Karadenizli değilim ama Karadenizliler'in, özellikle de Giresunlular'ın Osman Ağa'ya gösterdikleri saygıyı ve onu milli bir kahraman olarak kabul edişlerini gayet iyi bilirim. Dolayısıyla Giresun'da yaşanan bu garabeti nakletmekle yetiniyor ve mezartaşının kazınması hadisesinin perde arkasında nelerin olup bittiğini, ‘‘milli güvenlik siyaseti doğrultusunda gelen uyarının’’ mahiyetini ve bu işgüzarlığın kimden çıktığını ortaya çıkartma işini Osman Ağa'nın hemşehrilerine bırakıyorum.

Ama iş ‘‘Avrupa'ya ayıp olmasın’’ yahut ‘‘filánca memleketi gücendirmeyelim’’ endişesiyle mezartaşlarımızı kazımaya kadar uzandı ise, ácilen yıkmamız gereken bazı mezarların listesini vermeden edemeyeceğim:

Öncelik, Ermeniler'in tehcirden sorumlu gösterip katlettikleri Sadrazam Talát Paşa'nın İstanbul'daki mezarındadır ve derhal yıkılması gerekir. Derken, sıra Birinci Dünya Savaşı'ndaki Arap isyanına karşı gereken tedbirleri alan ve yine Ermeni teroristlerin kurşunlarıyla can veren Cemal Paşa'nın Erzurum'daki mezarına gelecek ve o da ortadan kaldırıldığı takdirde, ‘‘din kardeşlerimiz’’ memnun edilmiş olacaktır.

Ama bence dümdüz edilmesi gereken en önemli mezar, Bizans İmparatorluğu'na son veren Fatih Sultan Mehmed'in türbesidir. ‘‘Pontus zihniyetinin hortlaması’’ söylentilerinin ayyuka çıktığı bugünlerde Fatih'in Türbesi'ni de yerle bir edecek olursak Avrupa'nın bize söyleyecek pek bir sözü de kalmamış olur.

Haydi, buldozerlerimizle beraber hep beraber mezar yıkmaya! Bu mezarlarda yatanlar, Topal Osman Ağa'nın mezartaşındaki ‘‘Pontuslar'ın imhası’’ ve ‘‘Yunanlılar'ın Akdeniz'e atılması’’ ifadelerinden gocunup bunların ‘‘tarihi gerçeklere uymadığını’’ iddia edecek hale gelmiş olan bizlere zaten yakışmamaktadırlar!


İşte, kazınan kitabe


‘‘Allahu Bákî. Giresunlu Feridunzade merhum Osman Ağa'nın tarihçe-i hayatı: 328 Balkan Harbi'nde bedel takdiri verdiği halde gönüllü olarak harbe gidip Çorlu'da mecruh düşmüş (yaralanmış) ve ayağı sakat kalmıştır. Harb-i umumide asker olmadığı halde gönüllü bir müfreze teşkil ederek Ruslarla bir çok muharebatta (çarpışmada) bulunmuş, bilhassa Tirebolu'da Harşıt hatt-ı müdafaasında yararlık göstermiştir. İstiklál Harbi'nde milli taburla Ermeni muharebesinde, Koçgiri isyanında, Pontusçular'ın imhasında fevkaláde çalışmış, Yunanlılar'ın Sakarya'ya gelmeleri üzerine dört taburluk bir alay teşkil ederek Yunanlılar'ın Akdeniz'e atılmasına kadar bütün muharebáta (çarpışmalara) iştirak etmiştir. Bidáyetinde (önceleri) binbaşı iken fevkaláde hizmetine mükáfaten kaymakamlığa (yarbaylığa) terfi etmiştir. Tarih-i tevellüdü (doğum tarihi) 1299, tarih-i vefatı 1339.’’


‘Milli güvenliğe uymayan’ eski kitabe


‘‘Giresunlu Feridun oğlu 1883 doğumlu merhum Osman Ağa 1912 Balkan Harbi'ne gönüllü olarak gidip Çorlu savaşında ayağından yaralanarak sakat kalmıştır. Umumi harpte gönüllü müfrezesi ile Harşıt müdafaasında bulunmuş, Koçgiri isyanında, Pontuslar'ın imhasında, teşkil ettiği alay ile Sakarya Harbi'ne girmiş, Yunanlılar'ın Akdeniz'e atılmalarına kadar bütün savaşlara katılmıştır. Gösterdiği yararlıklara karşı binbaşılıktan yarbaylığa yükselmiştir. Sulhten sonra Hicaz'a gitmek niyetine ölümü mani olduğundan kendisine bedel harp arkadaşı Kurtoğlu Hacı Hafız hacca gönderilmiştir. Hacı Osman Ağa ruhuna fatiha. 1923.’’


‘Milli güvenliğe uygun’ yeni kitabe


‘‘Giresunlu Feridun oğlu 1883 doğumlu merhum Osman Ağa 1912 Balkan Harbi'ne gönüllü olarak gidip Çorlu savaşında ayağından yaralanarak sakat kalmıştır. Umumi harpte gönüllü müfrezesi ile Harşıt müdafaasında bulunmuş, Koçgiri isyanının bastırılmasına katılmış, teşkil ettiği alay ile Sakarya Harbi'ne girmiş, işgal kuvvetlerinin yurdumuzdan atılmasına kadar bütün savaşlara katılmış, gösterdiği yararlıklara karşı binbaşılıktan yarbaylığa yükseltilmiştir. Sulhten sonra Hicaz'a gitmek niyetine ölümü mani olduğundan kendisine bedel harp arkadaşı Kurtoğlu Hacı Hafız hacca gönderilmiştir. Hacı Osman Ağa ruhuna fatiha. 1923.’’
Yazının Devamını Oku