Aylardır devam eden başbakanlık bilmecesi dün nihayet çözüldü ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yeni hükümeti kurma görevini Abdullah Gül'e verdi. İşin çok daha ilginç tarafı, bu görevlendirmenin bizde Abdullah adını taşıyan son sadrazamla yani başbakanla tam 180 yıl ara ile ve aynı hafta içerisinde olmasıydı. Abdullah isimli son sadrazam, yani başbakan olan Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşa, 1822 yılının 10 Kasım'ında göreve getirilmiş, Türkiye'de o tarihten bugüne kadar Abdullah adında başka hiç kimse başbakanlık yapmamıştı.
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer yeni hükümeti kurma görevini
Abdullah Gül'e verdi ve Türkiye'de seçim öncesi günlerden beri devam eden
‘‘yeni başbakanın kim olacağı’’ muamması böylece nihayet bulmuş oldu.
Bu görevlendirme, bence son derece ilginç bir tarihe tesadüf etti: Türkiye'de
‘‘Abdullah’’ adını taşıyan son sadrazam, yani başbakan, bundan tam 180 sene önce bu hafta içinde göreve getirilmiş ve o tarihten bugüne kadar
Abdullah isimli ne bir sadrazamımız, ne de başbakanımız olmuştu.
İşte, bu ilginç tesadüfün ve
‘‘Abdullah’’ adını taşıyan sadrazamların kısa öyküsü:
Tarihimizde
Ahmed, Mehmed, Hasan yahut
Hüseyin adlarında çok sayıda sadrazam yani başbakan vardır ama
‘‘Abdullah’’ adını taşıyan sadece iki kişi bu koltuğa oturabilmiştir:
‘‘Boynueğri’’ Seyyid Abdullah ile
Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşalar...
Abdullah Paşalar'ın ilki,
Birinci Mahmud'un sadrazamıydı. Babası
Hasan Paşa, İkinci Ahmed zamanında Mısır valisi yapılmış ama Mısır'a gitmeyi reddedince idam edilmişti. Devlet, idam ettiği Paşa'nın oğlunu himayesine aldı, küçük
Abdullah o zamanın saray okulu olan Enderun'da yetişti, o da
‘‘Paşa’’ olup valiliklerde bulundu ve zamanın hükümdarı
Birinci Mahmud, Abdullah Paşa'yı 1747'nin 24 Ağustos'unda sadrazam yaptı.
Halk arasında
‘‘Boynueğri’’ diye anılan
Seyyid Abdullah Paşa, iki sene dört ay sadrazamlık yaptı. Sınır boylarındaki kalelere gerekli hizmeti götüremediği gerekçesiyle azledildi, Rodos'a sürgüne gönderildi, sonra affedilerek yeniden valiliklere tayin edildi ve 1758 Temmuz'unda Halep valisiyken hayata veda etti.
İkinci ve son Sadrazam
Abdullah Paşa ise Sultan
İkinci Mahmud'un başbakanıydı ve
‘‘Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşa’’ diye tanındı.
Safranbolu'dan İstanbul'a gelmiş bir ailenin çocuğuydu ve Çengelköy'de doğdu. Gençliğinde askeri eğitim gördükten sonra sarayın muhafızlarının komutanı demek olan
‘‘Bostancıbaşı’’ rütbesine yükseldi. Sonra azledildi, derken yeniden hükümdarın gözüne girdi ve kapdan-ı derya yapılarak donanmanın başına getirildi. Denizcilikten anlamıyordu ve bunu sarayın da farketmesi üzerine yeniden azledildi. Bir ara İstanbul'dan ayrılması yasaklandı, sonra İstanbul Boğazı Muhafızı yapıldı ve 1822'nin 10 Kasım'ında, yani bundan tam 180 yıl önce bu hafta sadrazamlığa tayin edildi.
Abdullah Paşa'nın kaderinde, sanki hiç durmadan azledilmek yazılıydı ve sadrazamlıkta da sadece dört ay kalabildi. 1823 Mart'ında o devrin top ve diğer siláhlarının imal edildiği Tophane binası bir gece birdenbire yanıverince
Abdullah Paşa'ya yeniden yol göründü. Bu defa sadrazamlıktan da azledilerek İzmit'e sürgüne yollandı ve orada hastalanıp hayata veda etti.
‘‘Sadrazam Abdullah Paşalar’’ın hikáyeleriyle akıbetleri, kısaca işte böyle.
Dünden itibaren,
‘‘Abdullah’’ adını taşıyan başbakanlarımızın üçüncüsünün devrini idrak ediyoruz, cümlemize hayırlı olsun! Ama ben tesadüfün bu kadarına, yani bu göreve son
Abdullah Paşa'nın tayininden tam 180 sene sonra ve aynı hafta içerisinde yeni bir
Abdullah'ın,
Abdullah Gül'ün gelmesine
‘‘Pes!’’ diyorum.
Üstad neyzenin ders gibi CD’si
SADREDDİN Özçimi, günümüzün en kudretli neyzenidir. Bütün neyzenlerin üstadı olan
Niyazi Sayın'ı hiç zikretmiyorum, zira o sıralamaların dışındadır.
Kaf Müzik'ten bir hafta kadar önce çıkan CD'sinde,
Sadreddin Özçimi, tek bir eser icra etmiş: Geçmişi asırlar öncesine dayanan bir
‘‘fihrist taksim’’.
Eskiler, bir tür
‘‘ánında beste’’ demek olan
‘‘taksim’’ sırasında hemen bütün makamların ardarda icra edilmesine
‘‘fihrist taksim’’ derlerdi ve 14. asırdan itibaren yazılmış olan bütün teori kitaplarında
‘‘fihrist taksim’’in en zor taksim biçimi olduğu söylenirdi.
Sadreddin Özçimi, ‘‘Karatay'dan Gelen Ses’’ isimli CD'sinde tam 60 dakika devam eden bir
‘‘fihrist taksim’’ yapıyor. İcranın özelliği, CD'nin bir stüdyoda doldurulmaması,
Sadreddin'in bundan 20 sene önce, bir geceyarısı, 13. asır Selçuklular Konya'sında inşa edilmiş olan Karatay Medresesi'ne elinde bir neyle girerek kendi başına taksim etmesi ve bir şans eseri bu taksimi bizzat kendisinin kaydetmiş olması.
Türk Müziği'nin bu seçkin neyzeninin, şimdi çok önemli bir başka çalışmanın içerisinde olduğunu öğrenip ziyadesiyle sevindim.
Sadreddin, üç nesil öncesinin büyük üstadlarından sayılan
Emin Efendi'nin neyi ve
Münir Nureddin'in hocası
Kaşıyarık Hüsameddin Bey'in sesi ile doldurdukları ama bugüne kadar ortaya çıkmamış olan
‘‘kovan’’ denilen eski kayıtlara dijital ortamda refakat edecek ve bundan 80 sene öncesinin icra zirvesiyle bugünün zirvesi yeni bir CD'de buluşacak.
Dostum
Sadreddin Özçimi'yi ve bu CD'nin ortaya çıkmasını sağlayan
Mehmet Güntekin'i tebrik ediyorum ama
Sadreddin'e de bu ayarda bir neyzenin bu kadar fazla sigara meraklısı olmaması gerektiğini de hatırlatmadan edemiyorum.
Bu kitap düzmecedir, sakın ola ki inanmayın!
‘‘Hanzade Sultanefendi’’ olduğunu iddia eden bir kişi, bundan birkaç hafta önce ‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ adında bir kitap yayınladı. Bu kitabı okuyanlara ve okuyacak olanlara hatırlatıyorum: Osmanlı Hanedanı'nda bu ismi taşıyan ve şu anda hayatta bulunan ne böyle bir sultan vardır, ne de böyle bir kitap yazılmıştır. ‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ adı verilen sayfalar, baştanbaşa düzmecedir.
BİZDE düzmece hatırat yani anı kitabı yazma merakı hayli fazladır. Sıradan yazarlar bir yana, bugünün
‘‘büyük tarihçi’’ olarak bilinen bazı meşhur isimleri de başkalarının adına hatırat kaleme almışlardır ve bu düzmece hatıraların listesini sıralamaya kalksam, epey bir yer tutar.
Şimdi yeni, yepyeni bir düzmece hatıratla karşı karşıyayız: Birkaç hafta önce yayınlanan
‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ isimli kitapla...
Kitabın yazarı, guya
‘‘Hanzade Sultanefendi’’ adında bir hanedan mensubu... Bu
‘‘Sultanefendi’’, kendisini
Abdülhamid'in oğullarından
Şehzade Abdülkadir Efendi'nin çocuğu
Mehmed Ferid Efendi'nin kızı diye takdim ediyor.
Bendeniz
Abdülkadir Efendi'nin ailesini yakından tanıdım. Hayata 1944'te Sofya'da veda eden şehzadenin üç oğlu ve iki kızı vardı:
Orhan, Aláaddin ve
Ertuğrul Efendiler ile ailede
‘‘Küçük Neslişah’’ diye bilinen
Neslişah Saffet ve bebekken ölen
Bidar Sultanlar. Abdülkadir Efendi'nin çocukları bu beş kişiden ibaretti ve
Mehmed Ferid Efendi adında bir çocuk hiçbir zaman várolmamıştı. Bu ismin hayali olduğunun en önemli şahidi ve kanıtı da hálen hayatta bulunan
Neslişah Saffet Sultan'ın bizzat kendisidir.
Kitabın
‘‘yazarı’’ görünen
‘‘Hanzade Sultanefendi’’ ismi de düzmecedir, zira Osmanlı Hanedanı'nın son döneminde tek bir
‘‘Hanzade Sultanefendi’’ vardır:
Sultan Vahideddin'le
Halife Abdülmecid'in torunu olan ve 1998'in 19 Mart'ında vefat eden
Hanzade Sultan yahut tam adıyla
Hanzade İbrahim Osmanoğlu.
İşte, birileri, sarayın bilinmeyen hayatını anlatma iddiasıyla düzmece bir hatırat kaleme almış ve bunu rahmetli
Hanzade Sultan'ın adını ve unvanını üstlenerek yapmış. Üstelik bu iş saraydaki en basit protokol kurallarından bile habersiz bir şekilde halledilmiş...
İşte, kitapta yeralan bu şekildeki birkaç paragraf:
‘‘Padişah masasını kilitledi, o lázım gelen emirleri verirken, Canan giyindi, kapaklı yiyecek sepetini mutfağa gönderip hazırlattı, sonra saltanat kayığını göndertti. Yine de ‘‘Valideye bir sorayım, belki fikri değişir?’’ diyerek valide dairesine gidip içeri girdi. ‘‘Valideciğim, Aziz ile ben Büyükada'ya gezmeye gidiyoruz; siz de gelin!’’
‘‘- Canan, sana işim var demedim mi? Burada oyun oynamıyorum, bir daha beni rahatsız edersen dayak yiyeceksin, hem de sopayla!..’’
Bütün bu olup bitenler sanki sarayda zamanın padişahı, o devrin imparatoriçesi olan valide sultan ve padişahın hanımı arasında değil; bilmemne dairesinin kalem şefi
Abuziddin Efendi'nin hánesinde geçiyor! Şimdi, bütün bunlardan sonra açıkça söylüyorum:
‘‘Hanzade Sultanefendi’’ adını ve unvanını takınan kişi veya kişiler tarafından kaleme alınan
‘‘Osmanlı Hanedanı Saray Notları’’ isimli hatıralar gerçek değildir, baştan aşağı düzmecedir!
Abdülhamid'in soyundan gelenler arasında ne bu isimde bir hanım vardır, ne de böyle bir kitap yazılmıştır.
Ve en önemlisi: Tarih literatürümüzün başına bundan yıllarca önce
‘‘Abdülhamid'in Hatıra Defteri’’ diye bir başka düzmece kitabı musallat eden kişi veya kişilerin daha ileri gitmeyip başka düzmece belgeler imal etmemeleri, ilmin olduğu kadar haysiyetin de gereğidir!