Doktor ve üfürükçü raporu ile indirilen üç padişah
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Hasta olan devlet büyüklerini o makamda tutmamak, eski asırlardan beri várolan ‘‘derin devlet’’in kararıyla yahut doktor raporuyla görevlerinden uzaklaştırmak bizde bir devlet geleneğiydi.
Birinci Mustafa'yı, Sultan İbrahim'i ve Beşinci Murad'ı işte bu geleneğe uyarak tahtlarından indirmiştik. Her üçünün de aklından zoru vardı, çok hastaydılar ve hastalık dışında bir ortak noktada daha buluşuyorlardı: Hastalıkları boyunca, devleti anneleri idareye kalkmış ve herşeyi birbirine sokmuşlardı.
AYLARDIR, Başbakan Bülent Ecevit'in hastalığıyla meşgulüz. Bir ara vekálet müessesesinin işletilip işletilemeyeceğini tartıştık ama başbakan ‘‘yerimi kimseyebırakmam’’ dedi. Gayet yoğun bir tedavi programı uygulandı, evine kapanmış olan Ecevit ayakta durmaya bile mecáli yokken işinin başına döndü, derken DSP'deki malum karışıklıklar çıktı, Ankara toz-duman oldu ve siyaset dünyasında hálá göz gözü görmez halde...
Halbuki biz, hasta olan devlet büyüklerini o makamda tutmamak, eski asırlardan beri várolan ‘‘derin devlet’’in kararıyla yahut doktor raporuyla görevlerinden uzaklaştırmak gibi bir geleneğe sahiptik ve bu geleneği üç padişaha da uygulamaktan çekinmemiştik: Birinci Mustafa'ya, Sultan İbrahim'e ve Beşinci Murad'a...
Her üç padişah da hastaydı ama hastalıkları daha başkaydı, akıllarından zorları vardı. Sultan Mustafa iki defa tahta geçmiş ve devletin tepesindekilerin ‘‘Padişahın delirdiği, görevlerini yerine getiremeyeceği’’ yolunda karar vermeleri üzerine 1618'in 26 Şubat'ında ve 1623'ün 10 Eylül'ünde iki defa tahtından indirilmişti. Aynı şekilde, hasta olan Sultan İbrahim de falcılara, üfürükçülere ve doktorlara muayene ettirildikten sonra 1648'in 8 Ağustos'unda ‘‘hal’’ edildi, yani tahtından indirildi.
Hükümdarın ‘‘delirmesi’’ gerekçesiyle iktidardan uzaklaştırılması hadisesinin sonuncusunu 1876'da, Beşinci Murad'ın doktor raporu alınarak tahttan indirilmesiyle yaşadık. İşte, bu hadisenin kısa öyküsü:
Liderliğini Hüseyin Avni Paşa'nın yaptığı bir cunta, imparatorluğu 15 sene boyunca idare etmiş olan Sultan Abdüláziz'i 1876'nın 30 Mayıs'ında tahtından indirdi. Abdüláziz'in yerine, veliahd Murad Efendi ‘‘Sultan Beşinci Murad’’ olarak tahta geçti. Yeni hükümdarın zamanının entelektüel çevresiyle ilişkisi vardı ve ekonomiden politikaya kadar herşeyi berbad bir halde bulunan devletin onun sayesinde düzelebileceği hayal ediliyordu.
Ama devletin en tepesindekiler, 35 yaşındaki yeni padişahın hiç de bekledikleri gibi çıkmadığını gördüler: Hükümdar bir garipti, sinirleri bir hayli bozuktu ve içki merakı çok daha fazla artmıştı. Hele, tahta çıkmasından beş gün sonra amcası olan sabık hükümdar Abdüláziz bilekleri kesilerek öldürülünce, davranışları daha da garipleşti. Sarayda ‘‘Kan da istemem, saltanat da istemem’’ diye kendi kendine konuşmaya başladı. O gece Dolmabahçe Sarayı'nın alt katındaki pencerelerden birinden bahçeye çıkıp havuza atlayıverdi. Hastalık, sonraki günlerde daha da arttı ve bu yüzden tahta çıkan her hükümdarın yapması gereken Eyüpsultan'daki kılıç kuşanma merasimi yapılamadı.
Saray doktoru Capoleone'nin uyguladığı eski tarz tedavi usulleri, padişahı daha da zayıf düşürmekten başka bir işe yaramadı. Meselá hükümdarı ardarda bir soğuk bir sıcak sulara sokuyor, sülükler yapıştırıyordu. Bir defasında Sultan Murad'ın kulak arkası ile ensesine tam yetmiş adet sülük yapıştırdı. Doktor bu işlerle meşgul olurken, hükümdarın annesi Şevkefzá Kadınefendi de üfürükçülerle ve büyücülerle temas ediyor, muskalar yazdırıp oğlunun çamaşırlarını tütsületiyordu.
Uygulanan garip tedaviler yüzünden, hükümdar daha da zayıf düştü. Arada bir cuma namazına gitmek için atına binerek saraydan çıktığında ellerini ve kollarını sallayıp garip hareketler yapıyor, halka kaş-göz işaretleri ediyordu. Devlet işleri yapılamaz olmuştu. Kararnameler çıkartılamıyordu, hükümet kilitlenmiş haldeydi ve yabancı elçiler itimadnamelerini veremiyorlardı. Doktor Capoleone, işte bu arada ‘‘Padişahın iyileşmesi ihtimali çok düşüktür’’ diye bir rapor verdi.
Hükümet tek bir raporla yetinmedi ve İngiliz elçisinin de tavsiyesiyle, o günlerde Avrupa'nın en iyi sinir doktoru olan Avusturyalı profesör Leidsdorff İstanbul'a davet edildi.
Leidsdorff geldi, padişahı iyice bir muayene etti ve 1876'nın 13 Ağustos'unda hükümete bir rapor verdi: Hükümdarın iyi olup olmayacağı en az üç ayda anlaşılabilirdi.
O zamanın ‘‘derin devlet’’i, işte bu rapora dayanarak Sultan Murad'ı tahttan indirmeye kadar verdi ve zamanın şeyhülislámı Hasan Hayrullah Efendi'den fetva alındı. Fetvada ‘‘Müslümanların imamı olan kişi daimi bir cinnet neticesinde delirdiği takdirde, uhdesindeki görevler boşalmış sayılır’’ deniyordu. Beşinci Murad, 1876'nın 31 Ağustos günü işte bu fetva ile tahtından indirilip Çırağan Sarayı'na kapatıldı ve tahta 34 yaşındaki kardeşi Şehzade Abdülhamid Efendi geçirildi. Yeni hükümdar 33 yıl boyunca tahtta kalacak ve tarihlere ‘‘İkinci Abdülhamid’’ adıyla geçecekti.
Devrik padişah, kapatıldığı Çırağan Sarayı'nda, tam 28 sene boyunca çocuklarıyla beraber hapis hayatı yaşadı. Az da olsa iyileştiği ama tam düzelemediği söyleniyordu. Günlerini okumakla, piyano parçaları bestelemekle ve arada bir gelen torunlarıyla alákadar olmakla geçirdi. Kızları, Çırağan'dan ancak evlenerek ayrılabildiler, Sultan Murad ise hapishanesinden ancak 1904 Ağustos'unda ama hayata veda ederek çıkabildi.
Hastalıklarının şifa bulmayacağının anlaşılması üzerine tahtlarından indirdiğimiz hükümdarlar işte bu üç kişiydi ve bir ortak noktaları daha vardı: Hastalıkları boyunca anneleri devleti idareye kalkmış ve herşeyi birbirine sokmuşlardı.
İntihalci hoca ceza gördü, darısı ötekinin başına
HAFTALARDIR, İstanbul Üniversitesi'nin rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun Amerika'da çıkmış olan bir bilimsel makaleyi makaslayıp kendi adıyla yayınlaması hadisesini yazıyorum ve rektörden hálá ses yok.
Bu hafta, elime çok enteresan bir belge, Türk Tabipler Birliği'nin bir kararı geçti: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde hocalık eden Prof. Dr. Atalay Arkan, Almanya'da çıkmış olan anestezi ile ilgili bir kitabı intihal etmiş yani Türkçe'ye çevirmiş ve üzerine kendi ismini koyarak yayınlamıştı. İzmir Tabip Odası intihal iddiasının üzerine gitmiş, Prof. Arkan'ın kitabının bir ‘‘bilimsel hırsızlık’’ yani ‘‘intihal’’ ürünü olduğuna görmüş, Arkan'a ‘‘15 gün meslekten men’’ cezası vermiş ve Türk Tabipler Birliği bu kararı onaylamıştı. Bu intihal hadiseleri sırasında, birkaç ay öncesine kadar her vesileyle ‘‘İntihalcileri bildirin, gereğini yapalım’’ diyen YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz'de hiçbir hareket yoktu.
Bendeniz, şimdi İstanbul Tabip Odası'nın başındakilerin ilmi haysiyete İzmirli meslekdaşları kadar düşkün olmamalarının sebebini merak ediyorum.
Bu arada, İstanbul'daki intihalci hocalardan bir ricam var: ‘‘Yazdıkları bizi yeteri kadar yıprattı, daha fazla yazmasına engel olun’’ diyerek bazı dostlarımı rahatsız etmekten vazgeçin. Fena bir huyum vardır, haklı olduğum konularda aracı kullanıldığı takdirde, işin üzerine daha fazla giderim ve gideceğim. Rektör Alemdaroğlu mertçe ortaya çıksın, ‘‘Evet kardeşim, makasladım ama hata etmişim’’ desin ve üç seneden beri sandıklarda çürümeye mahkûm ettiği üniversitenin Merkez Kütüphanesi'ndeki 30 küsur bin elyazmasıyla nadir kitabı yeniden okuyucuya açacağını söylesin, susayım.
Ayvalık'ta Harvard vardı da biz mi gitmedik
HARVARD Üniversitesi'nde 30 küsur seneden beri hocalık yapan Profesör Şinasi Tekin'den daha önce birkaç defa bahsetmiştim. Dünyanın önde gelen türkologlarındandı ve bundan birkaç sene önce Ayvalık'taki Cunda Adası'nda Harvard Üniversitesi'ne bağlı bir ‘‘Osmanlıca Yaz Okulu’’ açmıştı.
Şinasi Bey'in bu okulu açabilmek için neler çektiğini, işin taaa başından itibaren takip ettim. Amerika'daki malını-mülkünü ipotek ederek aldığı parayla bir vakıf kurdu, Ayvalık'taki küçük yazlığını bu vakfa verip okul haline getirdi, sonra Harvard Üniversitesi'nden de okulun açılması iznini elde etti ve burada verilecek dersleri Harvard'ın ‘‘resmi eğitim’’ statüsüne aldırdı.
Harvard'ın Ayvalık'taki bu küçük uzantısında Koç Üniversitesi'nin sağladığı burslarla her yıl bir düzine kadar Harvardlı öğrenci şimdi bir buçuk aylığına Türkiye'ye gelip burada ders görüyor ve Türk kültürünü ‘‘dilinden yemeğine kadar’’ yerinde öğreniyorlar.
Ama, yaz okulunun bir ‘‘yer’’ sıkıntısı vardı, öğrenci sayısı arttığı için Cunda'daki küçük eve artık sığmıyorlardı ve bu sıkıntı bu hafta, hoş bir jestle çözüldü: Koç Holding İdare Meclisi Üyesi ve yazarımız olan Sevgi Gönül, okulun hemen yanındaki tarihi binayı küçük bir servet ödeyerek satın aldı ve Osmanlıca Yaz Okulu'na tahsis etti. Binanın restorasyonunu Türkiye'nin en zevkli mimarlarından olan Dr. Sinan Genim yapacak.
Geçen perşembe günü Sevgi Hanım,Dr. Sina Genim ve bendeniz, helikopterle bir günlüğüne Ayvalık'a gittik. Öğle yemeğimizi Alev ve Halis Komili'nin eskiden manastır, şimdilerde ise artık pek rastlanmayan bir birlikteliğin, ‘‘zevkle servetin ortak eseri’’ olan nefis evlerinde yedik. Sonra Harvard'ın yaz okulunu ziyaret ettik ve hem okulu, hem de okula dahil edilecek olan yeni alınan binayı gezdik. Sinan Genim restorasyonu nasıl yapacağına karar verdikten sonra Sevgi Hanım evin anahtarlarını Şinasi Bey'e teslim etti.
Sahip olunan servetin bir kısmının böyle işlere sarfedildiğini görmek, insana büyük keyif veriyor.