13 Ekim 2002
Komisyonu'nun raporundan sonra ümidimizi 13 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi'ne bağladık. Ben, bu ‘‘13 Aralık’’ tarihini her işittiğimde, Avrupalılaşma maceramızın geçmişindeki bir başka soğuk Aralık gününü, 1876'nın 23 Aralık'ını hatırlıyorum: İstanbul'da toplanan ‘‘Tersane Konferansı’’nı... O konferans öncesinde de aynen bugünkü gibi heveslenmiş, Avrupalı olacağımıza iman
edercesine inanmıştık ama Avrupa'nın kapıları değil açılmak, aralanmamıştı bile... 13 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi'nden iki gün sonra, 15 Aralık Pazar günü çıkacak yazıma büyük bir ihtimalle ‘‘Ben dememiş mi idim?’’ diye başlık atacağım.
Tahminlerim maalesef doğru çıktı ve Avrupa Birliği yolundaki ümitlerimiz bir defa daha kırıldı. Avrupa Birliği Komisyonu, aylardır heyecanla beklediğimiz ilerleme raporunu geçen çarşamba günü nihayet yayınladı ama Türkiye'ye tarih falan vermedi ve topu 13 Aralık'ta Kopenhag'da toplanacak olan AB liderlerine attı.
Şimdi nefesimizi tutmuş bir halde, üyelik görüşmelerine başlangıç tarihi alabileceğimiz ümidiyle 13 Aralık'ı bekliyoruz. Ben, önümüze ‘‘tek kurtuluş ümidi’’ gibi sunulan bu ‘‘13 Aralık’’ tarihini her işittiğimde, Avrupalılaşma maceramızın geçmişindeki bir başka soğuk Aralık gününü, 1876'nın 23 Aralık'ını hatırlıyorum: İstanbul'da toplanan ‘‘Tersane Konferansı’’nı... O konferans öncesinde de aynen bugünkü gibi heveslenmemizi, Avrupalı olacağımıza iman edercesine inanmamızı ama Avrupa'nın kapılarının bize açılmaması bir yana, ufaktan da olsa aralanmamasını ve neticede uğradığımız hayal kırıklığını...
İşte şimdilerde unuttuğumuz 126 yıl öncesindeki bu ‘‘Aralık maceramızın’’ kısa öyküsü:
1876 yazı, Osmanlı Devleti için sıkıntılarla dolu geçmişti. Sultan Abdüláziz 30 Mayıs günü tahtından indirilmiş, yerini Beşinci Murad almış ama sadece 93 gün padişahlık edebilmiş, delirdiği söylenmiş, 31 Ağustos'ta o da tahtından indirilmiş ve İkinci Abdülhamid hükümdar olmuştu.
Türkiye, Rusya'nın destek verdiği Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydi ve 31 Ekim günü Rusya'dan İstanbul'a bir ültimatom geldi: Rus Çarı, cephelerde üstünlüğü ele geçirmiş olan Türk birliklerinin derhal ateşkes yapmasını ve savaşa son verilmesini istiyordu.
KARAGÖZÜMÜZE DEĞİL...
Rusya'nın güçlenmesinden çekinen Avrupa memleketleri İstanbul'da bir barış konferansı toplanmasına karar verdiler ve temsilcilerini gönderdiler. Toplantı 23 Aralık günü Haliç Tersanesi'ndeki ‘‘Bahriye’’, yani Denizcilik Bakanlığı binasında yapıldı ve bu yüzden tarihlere ‘‘Tersane Konferansı’’ diye geçti. Resmi gündem İstanbul'a destek ve Rusya'ya gözdağı vermekti ama káğıt üzerinde görünmeyen talepler çok daha başkaydı: Avrupa Babıáli'den birşeyler kopartabilmenin, Babıáli yani o zamanın Türkiyesi'nin hükümet merkezi ise Avrupalı olabilmenin peşindeydi.
Türkiye, Tersane Konferansı'nın öncesinde, Avrupalı olabilmeyi bu defa başarabilmenin hazırlığıyla meşguldü. Avrupa, İstanbul'un ‘‘Avrupalı olma’’ taleplerine o zamana kadar hep ‘‘Köklü reformlar yapın, ondan sonra görüşelim’’ demiş ve kapılarını bir türlü açmamıştı ve İstanbul, işi böyle bir cevaba fırsat bırakmadan, kendiliğinden bir girişimle bağlamak istiyordu: Kanun-ı Esasi'yi, yani anayasayı ilán ederek...
Genç hükümdar Abdülhamid tahta çıkarken meşrutiyet sözü vermiş ve bir anayasa taslağı hazırlanmasını istemişti. Hazırlıklar konferansın açılış gününde tamamlanacak şekilde yapıldı ve meşrutiyet ile anayasa, 23 Aralık sabahı, Tersane Konferansı'nın başladığı saatlerde top atışlarıyla ilán edildi. Babıáli, Avrupalılar'a ‘‘Biz de artık sizler gibi olduk’’ deyip göğsünü gere gere ‘‘Bizi aranıza almanızın önünde bir engel kalmadı’’ diyebileceğine inanmıştı.
Ama işler pek öyle gitmedi. Tersane'de toplanan Avrupalı delegeler top seslerini işitince teláşlandılar. Savaş çıktığını yahut ihtilál olduğunu zannetmişlerdi. Delegelerin merakını, Babıáli'den gelen monşerler giderdi, ‘‘Bu top sesleri, artık meşrutiyete geçtiğimizi ve bir anayasamızın varolduğunu müjdeliyor’’ dediler. ‘‘Dolayısıyla azınlık meselesi diye bir meselemiz artık kalmamıştır ve konferansın devamı da lüzumsuzdur’’.
Avrupalıların o günlerde de bizi yıkan cevabı sadece iki kelime oldu: ‘‘Çocuk oyuncağı’’... Türkiye'nin yapmaya çalıştığı makyaj yani meşrutiyet ile reformlar hiçbirinin umurunda değildi ve sadece bir ‘‘çocuk oyuncağından’’ ibaretti. Toplantılarına devam ettiler ve ‘‘Biz de artık sizler gibi olduk’’ diyen Babıáli memurlarının burnuna hazırladıkları yeni bir talep listesini dayadılar. ‘‘Dinlere özgürlük, işkenceye son, vergi sisteminin düzelmesi ve ekonomik reform’’ diyorlardı.
Çok ümitlenmiş ama gene de Avrupalı olamamış, üstelik Avrupa'ya yeni vaadlerde bulunmak zorunda kalmıştık.
OLMAYACAK BİR DUA!
Avrupalılaşma aşkına denediğimiz bu ilk anayasa maceramızdan sonra olup bitenleri de kısaca anlatayım: Ümidimiz kırıldı, yeniden kendimize döndük ve işin devamı biraz kanlı yaşandı. İlk parlamento 19 Mart günü açıldı ama 24 Nisan'da Rusya Türkiye'ye savaş ilán etti. Tarihlere ‘‘93 Harbi’’ diye geçen savaşta çok büyük yenilgiye uğradık, Rus ordusu Yeşilköy'e kadar geldi. Meclis'in Türk olmayan üyeleri milliyet davasına kalkıştılar, Abdülhamid de 1878'in 13 Şubat'ında Meclis'i süresiz tatil etti. Bu tatil tam 30 sene sürecek, ilk anayasamızın mimarı Midhat Paşa da Arabistan'daki bir zindanda canından olacaktı.
AB'nin ‘‘Daha yapmanız gereken işler var’’ diyen ilerleme raporunun açıklanmasından önceki ve sonraki günlerde, ben hep bunları düşündüm... Avrupalı olabilmek uğruna iki asırdan beri tavize kadar uzanan bütün talepleri yerine getirmemize rağmen aralarına bir türlü giremememizi... Geçmişi bilmediğimizden yahut unuttuğumuzdan olacak, Avrupalı memurların bir Türk bakanın telefonuna çıkmaması gibisinden hakarete varan protokol kabalıklarını bile sineye çekip haysiyet kavramından da neredeyse uzaklaşarak kendi kendimize gelin-güvey olmamızı ve olmayacak duaya ‘‘Amiiin!’’ dememizi...
13 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi'nden iki gün sonra, 15 Aralık Pazar günü yazacağım yazıya büyük bir ihtimalle ‘‘Ben dememiş mi idim?’’ diye başlık atacağım.
Aynı rapor bundan 126 yıl önce de yazılmıştı
BUNDAN iki gün önceki Hürriyet'in birinci sayfasında Zeynel Lüle'nin ‘‘İşte, raporu yazan adam’’ başlıklı bir haberi vardı, Haberde, Türkiye'ye ‘‘Daha yapmanız gereken çok iş var’’ diyen ‘‘İlerleme Raporu’’nu AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Genel Müdürü Michael Leigh'in yazdığı söyleniyor ve Leigh'in tavsiyelerine yer veriliyordu.
Leigh ile ilgili haber beni gene eski zamanlara götürdü ve 1876'nın 31 Ocak'ında yazılan bir başka raporu, daha doğrusu bir muhtırayı hatırlattı: ‘‘Andrassy Muhtırası’’nı...
Hersek'in Nevesinje kazasında yaşayan 300 kadar Hristiyan, 1875'in 13 Nisan sabahı vergilerin ve askerlik bedelinin düşürülmesi için Bábıáli'ye karşı ayaklanmıştı. İşin gerisinde Avusturya ile Rusya vardı ama asıl maksat işi bağımsızlığa kadar götürmekti.
Basiretimiz bu siláhlı ayaklanmaya rağmen gene bağlandı ve isyanı nasihatlerle, af vaadleriyle geçiştirmeye çalıştık.
Derken isyan büyüdü, Avusturya'yla Rusya'nın yanısıra Karadağ ve Sırbistan da isyancılara siláh desteği verince Hersek'te kan gövdeyi götürür oldu. Avrupalılar toplandılar, ‘‘Türkiye'nin bizden biri olabilmesi için Hersek'teki olayların sona ermesi gerekir’’ dediler ve Bábıáli'ye 1876'nın 31 Ocak günü gene bir muhtıra dayandı: Andrassy Muhtırası...
Muhtıranın metnini Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Dışişleri Bakanı olan Kont Andrassy kaleme aldığı için belge onun adıyla anılıyordu ve Avrupa'nın gene ‘‘küçük’’ bazı istekleri vardı... Hersek'teki Hristiyanlara tam bir dini serbestlik verilmesi, ácil vergi reformuna gidilmesi, bütün bu yeniliklerin Hristiyanlarla Müslümanların oluşturacağı bir yerel meclis tarafından kontrolünün sağlanması ve Hersek'ten alınan verginin sadece Hersek'e harcanması gibisinden istekler...
Bábıáli, Avrupalı olma uğruna Avrupa'nın taleplerini güle oynaya kabul etmeye alışmıştı ve Andrassy'nin muhtırasını da ‘‘Tamam, yaparız’’ diyerek hemen kabul ediverdik. Avrupa bu defa ‘‘Hersek'teki Türk birlikleri derhal geri çekilsin’’ diye tutturdu, aklı başına sonradan gelen İstanbul talebi reddetmeye kalkınca isyan büyüdü, Batı ise Hersekli Hristiyanlara daha fazla siláh ve mühimmat akıtmaya başladı. Bir yıl sonra da tarihlere ‘‘93 Harbi’’ diye geçecek olan Osmanlı-Rus Savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy'e kadar geldi ve 1878'in 13 Temmuz'unda imzalanan Berlin Andlaşması'yla Bosna-Hersek Avusturya'nın oldu.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2002
<B>Ş</B>eyh Edebali'ye Deniz Baykal'dan sonra, bu defa Tansu Çiller'in DYP'si de sahip çıktı. Çiller'in Trabzon'a yaptığı seçim gezisine katılan Ertuğrul Özkök, geçen salı günkü köşesinde miting meydanının yakınındaki bir binanın duvarında ‘‘Ey oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın’’ sözünün ve hemen altında da Şeyh Edebali'nin isminin yeraldığını yazıyordu. Ama Edebali'ye atfedilen bütün bu sözler,
aslında Edebali'den 700 küsur sene sonra yaşamış bir romancıya aitti: Hayata 1994'te veda eden Tarık Buğra'ya... Buğra'nın TV dizisi de yapılan ‘‘Osmancık’’ isimli romanından alınan bazı cümleler üslupta küçük oynamalar yapıldıktan sonra pano haline getirilmiş ve bu uyarlamayı Önce Deniz Baykal, arkasından da DYP, asırlar öncesinin ‘‘hikmetli tavsiyeleri’’ zannederek duvarlarının ve miting meydanlarının süsü yapmışlardı.
DENİZ Baykal'ın, ismini geçen yıl gündeme getirdiği 13. asrın keramet sahiplerinden Şeyh Edebali'ye şimdi de DYP sahip çıktı. Edebali'ye ait olduğu iddia edilen bazı sözler, şimdi DYP'nin miting meydanlarını da süslüyor.
Edebali modasının sebebi, siyaset dünyamızda bir edebiyat merakının alıp başını gitmesi... Politikacılarımız eski şairlerle yazarların şiirlerini ve eserlerini parti toplantılarından seçim propagandalarına kadar her alanda rahat rahat kullanıyor, bu kadarla da yetinmeyip işi önemli yahut efsanevi kişilere atfedilen sözleri ve yazıları da kullanmaya kadar götürüyorlar. Ama bu çeşit sözler ve eserler genellikle o kişilerin yaşadıkları devirden seneler yahut asırlar sonra yazılmış oluyorlar.
Meselá, Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık hayallerini sona erdiren mısralar gibi... Tayyip Bey, Siirt'te bundan beş sene önce ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ diye başlayan bir şiir okudu, şiirin rüzgárı bugüne kadar geldi, Türkiye'nin siyasi gündemi bir anda gerildi, iş Tayyip Erdoğan'ın siyasi geleceğini de noktaladı ve Meclis'e girme hayallerine nokta kondu.
Tayyip Erdoğan şiirin Ziya Gökalp'e ait olduğunu iddia etmişti ve hálá ediyordu ama yanılıyordu, zira siyasi hayatını şimdilik sona erdirmiş gibi görünen mısraların Ziya Gökalp ile alákası yoktu. Şiir, 1981'de vefat eden Cevat Örnek adındaki bir şaire aitti, onun ‘‘7 Dağın Çiçeği’’ ve ‘‘Gülden Dikenden’’ adlı kitaplarında ‘‘İlahi Ordu’’ başlığıyla yeralıyordu. Ama emekli vali Ömer Naci Bozkurt tarafından Ziya Gökalp'e maledilmiş ve Bozkurt, Türk Standardlar Enstitüsü'nün çıkarttığı ‘‘Türk ve Türklük’’ isimli kitapta şiiri doğruluğunu kontrol etme lüzumunu hissetmeden Ziya Gökalp'in adıyla yayınlayıverince, olan Tayyip Erdoğan'ın siyasi geleceğine olmuştu.
EDEBALİ: 1, BEDREDDİN: 0
Siyaset dünyamıza böylesine bir şiir ve edebiyat merakınının hákim olduğunu hatırlatma ihtiyacını, Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'te geçen salı günü yayınlanan yazısı üzerine hissettim. Özkök, DYP lideri Tansu Çiller'in Trabzon'a yaptığı seçim gezisine katılmış ve seçim otobüsüyle miting meydanına doğru giderken, bir binanın duvarında gördüğü bir yazıyı köşesine almıştı.
Duvarda ‘‘Ey oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın’’ yazılıydı ve altında da siyasi hayatımızda son senelerde artık sıkça raslanır olan bir isim vardı: Şeyh Edebali'nin, yani 13. asırda yaşadığı ve Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'ye iyi bir devlet adamı olmanın yollarını öğrettiği iddia edilen efsanevi şahsın ismi...
Türkiye, çok zamandır unutmuş olduğu Şeyh Edebali ile uzun bir aradan sonra, geçen senenin başında ve Deniz Baykal'ın sayesinde yeniden tanıştı. Baykal, CHP’deki odasının duvarına ‘‘Edebali'nin Osman Gazi'ye öğütleri’’ olduğu iddia edilen bir levha asmış, ‘‘Türkiye'yi Edebali'nin düşüncesiyle kucaklayacağını’’ söylemiş ve söyleyince de önce CHP karışmıştı. Partililerden bazıları Baykal'ın ve dolayısıyla Edebali'nin arkasında duruyor, bir kısmı ise CHP'nin Edebali'yi değil, Osmanlı'ya isyan bayrağını açtıktan sonra Çelebi Mehmed'in emriyle idam edilen 15. asır tasavvufçusu Simavna Kadısı'nın Oğlu Şeyh Bedreddin'i benimsemesini istiyorlardı ama ‘‘Edebali mi, Bedreddin mi?’’ tartışmasını Edebali kazandı.
Ama, işin aslı başkaydı. Önce Deniz Bey'in duvarını, sonra da DYP'nin seçim meydanlarını süsleyen bu sözler aslında Şeyh Edebali'ye değil, ondan 700 küsur sene sonra yaşamış bir romancıya aitti: Dünyaya 1912'de gelip 1994'te veda eden ve ‘‘Küçük Ağa’’, ‘‘Yarın Diye Birşey Yoktur’’, ‘‘İbiş'in Ruyası’’, ‘‘Ayakta Durmak İstiyorum’’ gibi meşhur roman ve hikáye kitaplarının yazarı olan Tarık Buğra'ya... Birisi, Edebali'ye atfedilen bu sözleri Buğra'nın TV dizisi de olan ‘‘Osmancık’’ isimli romanından alıvermiş, üslupta küçük oynamalar yaparak pano haline getirmiş, bu uyarlamayı önce Deniz Baykal, arkasından da DYP, asırlar öncesinin ‘‘hikmetli tavsiyeleri’’ zannederek duvarlarının ve miting meydanlarının süsü haline getirmişlerdi.
‘‘Şeyh Edebali'nin öğütleri’’ olduğu iddia edilen ifadelerin aslı, yani Tarık Buğra'nın romanında yeralan cümlelerin bir kısmı, yandaki kutuda yeralıyor, ama bir hususu konuyla alákadar olan politikacılara hatırlatmak istiyorum:
Siyasi partiler, seçim meydanlarında çaldıkları ve sözlerini değiştirerek partilerinin ismine uyarladıkları parçalar için eserin bestecisine ve söz yazarına yüklüce bir telif ücreti öderler. Bu telif hakkı konusu sadece müzikte değil edebiyatta da geçerlidir ve öncelikle Deniz Baykal'ın, hemen ardından da Tansu Çiller'in ‘‘Edebali'nin öğütleri’’ konusunda rahmetli Tarık Buğra'nın várislerine yüklüce bir telif hakkı borçları vardır.
İşte, Edebali’nin ‘sözde’ öğütlerinin kaynağı: Tarık Buğra’nın ‘Osmancık’ isimli romanın 119. sayfası.
Edebali’nin öğütlerinin aslı bu romandan alınma
ŞEYH Edebali'ye ait olduğu iddia edilen sözler ve öğütler, Tarık Buğra'nın ‘‘Osmancık’’ adlı romanında, Osman Gazi'nin Kayı Boyu'nun ‘‘Bey’’i olmasından bahseden bölümde geçiyor.
Ertuğrul Gazi yaşlanmış ve yerini oğullarından birinin almasını istemiştir. Kayı Boyu'nun ileri gelenlerinin gönlü, Ertuğrul Gazi'nin küçük oğlu Osman'ın yanındadır. Bir gün Ertuğrul Gazi'nin çadırında toplanılır ve Osman'ın ‘‘Bey’’ olduğu ilán edilir.
Sonra sözü Ertuğrul Gazi alır ve oğlu Osman Bey'e hitaben konuşur. Romanda işte buradan sonra gelen sayfalardaki bazı cümleleri hem CHP hem de DYP ‘‘Edebali'nin öğütleri’’ olarak duvarlara asacaklardır:
- ‘‘Ey oğul, Osmancık; şeyhim Ede Balı'nın sana diyecekleri var. Dinle. Eyi dinle. Beni dinlermiş gibi dinle. Deden Süleyman Şah'ı dinlermiş gibi dinle. Dedene söyleyenler söylermiş gibi dinle. Benim dedeni dinlediğim gibi dinle. Dedenin dedemi dinlediği gibi dinle.’’
Başını eğerek susuyor.
Bütün başlar da eğilmiştir.
Şimdi Osmancığa bakan, camlaşmış gözleriyle ve kenetlenmiş dudaklarıyla bakan bir tek kişi vardır: Amucası Dündar beğ,
Osman onu görmüştür.
Ve Ede Balı.. Ede Balı değil, Domaniç'teki, Sivrikaya'daki ses konuşmaya başlıyor:
- ‘‘Ey Osmancık; Tanrı gözünü, gönlünü ve yolunu ısıtsın; bileğinin, yüreğinin gücünü pekiştirsin; haktan, adaletten, merhametten, azimden, sebattan garib komasın.
‘‘Ey Osmancık; beğsin. Beğliğini bil, beğliğini unutma.
‘‘Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde; katlanma sende; bundan böyle, yanılgı bize, hoşgörmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar bize, adalet sana; kötü göz bize, şom ağız bize, haksız yorum bize, bağışlama sana.
‘‘Ey Osmancık; bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak, şevklendirmek, gayretlendirmek sana.
‘‘Ey Osmancık; yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Tanrı yardımcın olsun; beğliğini kutlu kılsın; hak yoluna yararlı kılsın; ışığını parıldatsın, uzaklara iletsin; sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürtmeyecek akıl versin.’’
Bütün başlar eğikti. Osman ayakta idi, dimdik duruyordu, yontma taş gibiydi.
Neden sonra, Ertuğrul Beğ Gazi'ye doğru adım adım yürüyen Osman diz çöktü, el öptü. Ertuğrul Beğ Gazi de öbür elini onun omuz ardına koydu:
- ‘‘Ey Osmancık, oğul; kıvancımdın, övüncüm ol; sevincimdin, güvencim ol. Var şimdi ananın duasını dile.’’
Osman doğruldu. Önce oradakilere döndü; elini bağrına bastı. Sonra, oturma bölümünü ayıran iki kanatlı kilimi aralayıp mutfak bölümüne geçti.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2002
Uğur Dündar, ekonomik krizin öteki álemle olan münasebetlerimizi bile etkiler hale geldiğini ve İstanbul'un en meşhur evliyalarından olan Zuhuratbaba'nın türbesini ziyaret edenlerin artık eskisi gibi şifa yahut hayırlı bir koca istemeyip evliyanın ruhundan ‘‘iş’’ talep ettiklerini yazdı. Hürriyet'te geçen perşembe günü manşetten çıkan bu haberi okuyunca ‘‘Acaba oy sıkıntısı çekenler de neden aynı yola başvurmuyorlar?’’ diye düşündüm ve liderlerimize küçük bir yardım olsun diye, bundan tam 515 sene önce yazılmış ‘‘Dávetnáme’’ isimli eserden, derdlerine deva sayılabilecek bazı ‘‘öteki dünya operasyonları’’nı nakledeyim dedim.
UĞUR Dündar, geçen perşembe günü Hürriyet'in manşetindeydi ve ekonomik krizin artık
‘‘evliya’’ ve
‘‘keramet’’ bahislerini bile etkiler bir hal aldığını yazıyordu: İstanbul'un en meşhur evliyalarından biri olan Zuhuratbaba'nın türbesini ziyaret edenler şimdi eskisi gibi şifa yahut hayırlı bir koca istemiyor, evliyanın ruhundan
‘‘iş’’ talep ediyorlardı.
Ekonomik krizin öteki álemle olan münasebetlerimizi bile etkiler hale geldiğini ve geçim sıkıntısı çekenlerin çareyi evliya türbelerinde aramaya başladıklarını öğrenince,
‘‘Acaba oy sıkıntısı çekenler de neden aynı yola başvurmuyorlar?’’ diye düşündüm. Meselá, baraj altında kalma endişesi taşıyan devletlularımız, sayelerinde işsiz kalan onbinlerle beraber Zuhuratbaba'ya gidebilir, türbenin başında avuçlarını göğe yükseltip
‘‘Bana yüzde 10 nasib eyle!’’ diye yakarabilir yahut
‘‘Partimizi baraj belásına maruz bırakma Yarabbi!’’ deyip sandukanın örtüsüne yüz-göz sürebilirlerdi.
Ama insanımızın öbür taraftan yardım isterken dua etmek yahut evliya türbelerine adak adamak dışında kullandığı başka metodlar da vardı. Okutup üflemek yahut geceyarısından sonra karanlık bir mekánda tütsüler yakıp bazı görünmeyen varlıklardan birşeyler talep etmek gibisinden metodlar...
Siyasi partilerimizin içerisinde bulundukları durumu ve birbirlerine karşı uyguladıkları taktikleri düşündüm. Kimisi yüzde 10 barajından dertliydi, bu yüzden
‘‘Gidip de gelmemek var, iyisi mi seçimi erteletmenin bir yolunu bulalım’’ diyor; kimisi ise seçim sonrası için koalisyon hesapları yapıyordu.
İşte, parti liderlerine bu yollarda belki bir yardımım dokunabilir diye düşündüm ve derdlerinin devasını, bundan tam 515 sene önce yazılmış bir kitapta buldum:
Uzun Firdevsi'nin
‘‘Dávetnáme’’ isimli eserinde.
Önce,
Uzun Firdevsi'nin kim olduğunu kısaca söyleyeyim: 1453'te doğmuş bir şairdir ve 1487'de kaleme aldığı
‘‘Dávetnáme’’sine bildiği cinlerin, meleklerin ve uçsuz bucaksız gökyüzünde dolaştığına inandığı bedensiz varlıkların isimlerini tek tek yazmış ve bunlara iş gördürmenin usullerini ayrıntılarıyla anlatmıştır.
Ben, Zuhuratbaba'nın yanında
Uzun Firdevsi'yi de bir çare olarak gördüm. Partileri içerisinde bulundukları şartlara göre değerlendirdim, hangi partinin neye ihtiyacı varsa o ihtiyacı gidermenin yolunu
Uzun Firdevsi'ye sordum ve kitapta siyasilerimizin bütün derdlerinin devasının yazılı olduğunu gördüm.
Yandaki kutuda, parti liderlerinin
Uzun Firdevsi'den öğrenip yapmaları gereken bazı işler yeralıyor. Ben olsam
‘‘Acaba tutar mı?’’ demez ve bu tavsiyeleri hemen yerine getirirdim. Zira işin ucunda seçim sonrasında gidip de gelmemek yahut siyasetten ebediyyen yasaklı olmak gibisinden ihtimaller varken, uğraşmaya değer...
BU DA BARDAKÇI’NIN SİYASETNAMESİ
Hangi lider ne büyüsü yapmalıBülent EcevitSığır ödünden mürekkep yapmalı
Öncelikle yapması gereken iş eski sağlığına yeniden kavuşması ve seçim meydanına, sağlık meselesini hallettikten sonra çıkmasıdır. Dolayısıyla ayın Gafre denilen takımyıldıza yaklaşmasını beklemeli, o anda hemen bir kara koyun kurban etmeli, bu sırada
‘‘Ahdname-i Süleyman’’ denilen duayı okumalı, misk ile safrandan yapacağı bir mürekkeple de bir tılsım yazıp tılsımı boynuna asmalı ve bol bol tütsü yakmalıdır. Sağlık sorunlarını bu yolla hallettikten sonra, sıra rakiplerinin siyaset meydanında güçlerini kırmaya gelmiştir ve
Bülent Bey seçimi kazanmasını istemediği kişilerin isimlerini kızıl sığır ödüyle bir káğıda yazıp káğıdı ateşe attığı takdirde bu iş de hallolacaktır. Artık hiçbir rakibi kalmayacak, hatta DSP'den istifa edip gitmiş olanların isimlerini de listesine yazarak, o kişilerin siyasi hayatlarını sona erdirebilecektir.
MESUT YILMAZEşek derisine muska yazmalı
Barajı aşmak, seçim sonrası hükümete katılmak, dolayısıyla daha şimdiden koalisyon flörtüne başlamış olan CHP ile AK Parti'nin arasını açmak zorundadır.
Mesut Bey'in yapması gereken iş şudur: Ay, dünya ile arasındaki mesafenin üçte bir yakınına geldiği sırada, bazı tılsımlı sözleri keten yağından yapılmış bir mürekkeple ufak bir ken parçası üzerine yazacak ve iki yolun kesiştiği yere gömecek ve bu sırada yazdığı tılsımı yüksek sesle okuyacaktır. Eğer rakiplerin arasının daha fazla açmak isterse, aynı tılsımlı sözleri bu defa eşek derisi üzerine kurt ödünden yapılıp tuz katılmış bir mürekkeple yazacak ve bu sırada rakiplerinin isimlerini yüksek sesle ve tek tek söyleyecektir. Eşek derisini bir Yahudi mezarlığına gömmesi, neticeyi çabuklaştırabilir. O gün acı ve ekşi yemekler yemeyip üç ayrı kişiyle sıkı bir kavgaya tutuşulursa, AK Parti ile CHP, bir daha birbirlerinin yüzüne bakamayacak şekilde kapışırlar. DSP'den ayrılıp YTP'ye geçen milletvekillerini ANAP'a transfer edip partisinin sandalye sayısını arttırmak isterse, o zaman yapacağı iş daha başkadır: Ay, Boğa veya Arslan burcuna girdiği zaman yağmur suyuyla safrandan bir mürekkep imal edecek, bu işe mahsus olan tılsımı yine káğıda yazıp káğıdı bir çömleğe koyacak, çömleği de bir ocağın altına gömecektir. Ama bunu yapmak için seçimleri erteletmesi gerekir, zira güneşin o burçlara girmesine daha aylar vardır.
TAYYİP ERDOĞANHüdhüd kuşunun kulağını kanatmalı
Tayyip Bey, hakkında yeni davalar açılmasını önlemek zorundadır ama biraz geç kalmıştır, zira bu iş güneş balık burcuna girdiği sırada yapılabilir. Dolayısıyla, 3 Kasım seçimlerine zaten girmeyecek olan
Tayyip Bey, önümüzdeki şubat ayının son haftasında biraz çalışmak zorundadır. Önce bir hüdhüd kuşu bulacak, kuşun kulağının dibinden birkaç damla kan akıtacak, burçta o sırada görevli olan meleğin adını sarı renkli bir káğıdın üzerine hüdhüdün kanıyla ve káfurla yazıp tütsüleyecek ve kuşu serbest bırakacaktır. Bu işi perşembe gecesi yahut cumrtesi sabahı erken bir saatte yaptığı takdirde, başbakanlığı garantidir.
DENİZ BAYKALElmas yüzükle tütsü yapmalı
Seçimlerden sonra AK Parti ile koalisyon kurmakta kararlı ise,
Tayyip Erdoğan'ı kendisine bağlamalıdır Yay burcunu korumakla görevli meleğe ait mührü misk ve safrandan yapılmış bir mürekkeple káğıt üzerine çizip kendi evinin altına gömecektir.
Deniz Bey, kadın oylarının CHP'ye gelmesini de isterse, kadınların kendisine muhabbet beslemelerini sağlamak zorundadır: Ay, Venüs'ün menziline girdiği zaman bir káğıdın üzerine bildiği bütün kadın isimlerini yazmalı, káğıdı göğsü hizasında tutup isimleri tek tek okumalı, sonra sekiz defa dumansız bir ateşin buharına tutmalı ve bütün bu işleri yaparken rengárenk elbiseler giyip parmağına da elmas yahut zümrüt gibisinden kıymetli bir yüzük takmış olmalıdır. Bütün bunları yaptığı takdirde kadın oyları CHP’nindir.
TANSU ÇİLLERAt kılıyla muhabbet tılsımı yapmalı
Kadınlara mahsus büyüleri kullanmak zorundadır. Gümüş bir levha üzerine bir muhabbet tılsımı yazmalı, levhayı beyaz at kılı ile sarıp bir kuyuya bırakmalı bu sırada
‘‘Ahdname-i Süleyman’’ı okumalıdır. Hayran sayısını arttırmak isterse, büyük bir bezin üzerine öd, şeker ve ládin kömüründen yaptığı bir mürekkeple bildiği bütün erkek isimlerini yazmalı ve bezin üzerinde birkaç saat oturmalıdır.
DEVLET BAHÇELİSoğan kabuğuna muska yazmalı
‘‘Bir saniye düşünmez, asardım’’ dediği kişinin idamını infaz ettirebilmek için uğraşmasına gerek yoktur ve yaklaşık yarım saatlik bir çaba gösterdiği takdirde idamını istediği kişiyi öbür tarafa göndermek zaten elindedir. Yapacağı iş şudur: Hayatının nihayet bulmasını istediği kişinin ve annesinin ismini bir soğan kabuğuna yazıp eline bir makas alacak, kabuğu bu makasla arpa tanesi boyunda parçalara ayırıp bütün parçaları rüzgára verecektir. Ayrıca bir kefen parçasının üzerine kara horoz kanıyla yine o kişinin ve annesinin isimlerini yazıp kefen parçasını eski bir mezara gömerse, yaşamasını istemediği idam mahkûmu infaza gerek kalmadan dünyasını hemen değiştirir ve
Devlet Bey de seçmenlerine hitaben büyük bir rahatlıkla
‘‘İşte, size ettiğimiz vaadi tuttuk’’ diyebilir.
MİLLETİN GÖZÜNÜ BOYAYANLARKaz derisine köpek cini çizmeli
Uzun Firdevsi, bu işin nasıl yapılacağını şöyle anlatıyor:
‘‘...Tılsım, yarasa ve fare kanıyla yazılır. Bu iş, başka hiçbir canlının bulunmadığı yalnız bir mekánda, ayın ilk çarşamba gecesinde yapılır. Tılsım kaz derisine yazılır ve koltuk altında taşınır. Yazma sırasında Merkür'e mahsus buhur yakılır; köpeğe benzeyen cinin tılsımı da aynı kaz derisinin üzerine çizilir ve yıldızlara vekálet eden altı adet devin isimleri de birarada yazılarak dize bağlanır.’’Liderlerin derdlerinin devası sandıkta çürüyorUZUN Firdevsi'nin
‘‘Dávetnáme’’ adlı elyazması eseri dünya üzerinde tek nüsha ve bu tek nüsha İstanbul Üniversitesi'nin Merkez Kütüphanesi'nde, TY. 208 numarada bulunuyor.
Aslında
‘‘orada idi’’ demem lázım, zira dünyada bir başka örneği olmayan bu eser, üniversite kütüphanesinin başında bulunan Prof.
Meral Alpay'ın akıl vermesi ve rektör Prof.
Kemal Alemdaroğlu'nun bu akla uyması üzerine şimdi bir sandıkta çürüyor. 1999 depreminden sonra kütüphanedeki diğer binlerce elyazmasıyla beraber o da bir mahzene atıldı ve akıbeti meçhul.
Ben,
‘‘Dávetnáme’’den yukarıda naklettiğim bahisleri Boğaziçi Üniversitesi'nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mensuplarından Dr.
Fatma Büyükkarcı'nın 1996'da Harvard Üniversitesi'nin Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü tarafından yayınlanan
‘‘Firdevsi-i Tavil and His Dávetnáme’’ isimli eserinden aldım.
Uzun Firdevsi'nin eserini merak edenler kitabı İstanbul'da göremeyecekleri için taaa Harvard'a kadar uzanmak zorundalar
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2002
Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık hayali, bir şiir yüzünden önceki akşam suya düştü. Ama, siyaset gündemimizde son senelerin en büyük tartışmalarından birine sebep olan bu şiirin kime ait olduğu kesin şekilde anlaşılamamıştı. Ben merak ettim, araştırdım ve ortaya son derece garip bir ‘‘saptırma’’ ve ‘‘montaj’’ hadisesi çıktı: Ziya Gökalp'in kitaplarında ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ diye başlayan bir şiir yoktu ama yine Ziya Gökalp'in 1912'de, Balkan Savaşı sırasında yayınladığı ‘‘Asker Duası’’ adlı bir başka şiirine ‘‘minare’’, ‘‘süngü’’, ‘‘kubbe’’, ‘‘miğfer’’, ‘‘kışla’’ gibi kavramlar iláve edilmiş, Ziya Gökalp'e ait olmaktan çıkan şiir militan bir kimliğe büründürülmüş, üstelik aynı şiirin daha sonra yayınlanan metninde ordudan bahseden beş mısra da makaslanmıştı. Tayyip Bey'in okuduğu şiir, işte bu ‘‘montaj’’ ve ‘‘kırpılmış’’ metindi.
TAYYİP Erdoğan'ın başbakanlık hayali, bir şiir yüzünden suya düştü. Tayyip Bey, malum, 1997'nin 6 Aralık'ında Siirt'te ‘‘süngülü’’ ve ‘‘miğferli’’ bir şiir okumuş, hakkında dava açılınca şiirin Ziya Gökalp'e ait olduğunu söylemiş ama savunması kabul edilmemiş ve on ay hapse mahkûm olmuştu.
Okuduğu ve mahkûm olduğu bu şiir yüzünden Tayyip Erdoğan'ın seçimlere girmesine izin verilmeyince, Türkiye'nin siyaset gündemi bir anda değişti.
Tayyip Bey olayın ilk günlerinden itibaren ‘‘Şiir, Ziya Gökalp'e aittir’’ demiş, bir Ziya Gökalp tartışması başlamış, şiirin hakikaten ona mı, yoksa bir başka birisine mi ait olduğu uzun uzun konuşulmuş ama böylesine karışıklık yaratan maceralı şiirin kime ait olduğu konusunda kesin bir karar verilememişti.
Ben merak ettim, araştırdım ve ortaya son derece garip ve montajı andıran bir durum çıktı.
Tayyip Erdoğan'ın okuduğu şiir dört kupleden, yani her biri beşer satırlık dört bölümden meydana geliyordu. Ama beş olması gereken ilk kuple sadece dört satırdı ve kafiyesi şiirin diğer bölümleriyle tutmuyordu.
KİTAPLARINDA YOK
YSK'nın önceki gün Erdoğan'ın seçimlere giremeyeceği kararını açıklamasından sonra, ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ sözleriyle başlayan bu şiirin ilk defa nerede yayınlandığını araştırdım, bulamadım. Tayyip Erdoğan'ın avukatları ise, mahkemeye tek bir kaynak göstermişlerdi: Türk Standardlar Enstitüsü'nün 1994'te çıkarttığı ‘‘Türk ve Türklük’’ isimli kitap.
Dün, bu yazıyı yazmadan önce, Tayyip Erdoğan'ın yargılanması sırasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Vural Savaş'la konuştum ve ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ şiirinin kime ait olduğu konusunda o günlerde bir araştırma yapılıp yapılmadığını sordum.
Vural Bey de kaynak olarak sadece Türk Standardlar Enstitüsü'nün yayınını gördüğünü söyledi.
Gariplik işte buradaydı: ‘‘MHP'nin kalesi’’ olarak bilinen Türk Standardlar Enstitüsü'nün yayınında yeralan dörtlüğün altında Ziya Gökalp'in adı bulunuyor ama bu mısralar Ziya Gökalp'in kendi kitaplarında ve onunla ilgili bibliyografyaların hiçbirinde rastlanmıyordu.
HOCALAR GÖRMEMİŞLER
Derken, Yeni Türk Edebiyatı'nın duayen hocalarından olan Prof. Dr. İnci Enginün'e danıştım; İnci Hanım da Ziya Gökalp'e atfedilen şiirin kaynağını uzun uzun araştırdı ama vardığı sonuç aynıydı:
Şiir, Ziya Gökalp'in eserlerinde yoktu ve Ziya Gökalp hakkındaki tek ve en önemli bibliyografyanın sahibi ve benim de lise yıllarımda edebiyat hocam olan rahmetli Fevziye Abdullah Tansel'in yayınında da yeralmıyordu.
Ama ortada başka bir gariplik vardı. Şiir tartışmalarının yaşandığı ve Erdoğan'ın yargılandığı günlerde Fazilet Partisi'nin Genel Başkanı olan bugünün Saadet Partisi'nin lideri Recai Kutan, 1998 Eylül'ünde basına şiirin tam metnini dağıtmıştı.
Kutan’ın dağıttığı metin de bir acayipti:ı: ‘‘Tam metin’’ olduğu söylenen şiirin ikinci kuplesinden sonrası hakikaten Ziya Gökalp'e aitti, onun ‘‘Asker Duası’’ isimli şiirinden alınmıştı ama miğferli ve süngülü bölüm, Ziya Gökalp'in şiirinde yeralmıyordu.
Yani minareden, süngüden ve miğferden bahseden mısralar ‘‘Asker Duası’’nın başına daha sonra monte edilmişti!
BALKAN SAVAŞI ŞİİRİNDEN
Ziya Gökalp'in miğferli ve süngülü olmayan ve ‘‘Elimde tüfenk, gönlümde iman’’mısraıyla başlayan asıl şiiri ilk defa 1913 yılında ‘‘Halka Doğru’’ isimli bir dergide yayınlanmıştı. O günlerde Balkan Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyor, Türk Ordusu başta Bulgarlar olmak üzere diğer Balkan devletleriyle mücadele içerisinde bulunuyordu. Şiirde geçen ‘‘düşman’’ sözüyle Bulgar ve diğer memleketlerin orduları, ‘Sultan’ ifedesiyle de zamanın hükümdarı Sultan Reşad kastediliyordu. Yani, şiir ‘‘dinî’’ değil, ‘‘vatanî’’ hislerle yazılmıştı.
Asıl şiirin tamamıyla montajlanmış hali yukardaki kutularda yeralıyor. Süngülü, miğferli ve askerli mısraların asıl şiirin başına kim tarafından monte edildiği acaba günün birinde ortaya çıkacak mı, merak ediyorum.
GERÇEK şiir
ASKER DUASI
Elimde tüfenk, gönlümde iman,
Dileğim iki: Din ile vatan...
Ocağım ordu, büyüğüm Sultan,
Sultan'a imdád eyle Yárabbi!
Ömrünü müzdád eyle Yárabbi!
Yolumuz gaza, sonu şehádet,
Dinimiz ister sıdk ile hizmet,
Anamız vatan, babamız millet,
Vatanı ma'mur eyle Yárabbi!
Milleti mesrur eyle Yárabbi!
Sancağım tevhid, bayrağım hilál,
Birisi yeşil, ötekisi al,
İslám'a acı, düşmandan öc al,
İslám'ı ábád eyle Yárabbi!
Düşmanı berbád eyle Yárabbi!
Kumandan, zabit, babalarımız.
Çavuş, onbaşı, ağalarımız.
Sıra ve saygı, yasalarımız.
Orduyu düzgün eyle Yárabbi!
Sancağı üstün eyle Yárabbi!
Cenk meydanında nice koç yiğid,
Din ve yurd için oldular şehid,
Ocağı tütsün, sönmesin ümid,
Şehidi mahzun etme Yárabbi!
Soyunu zebun etme Yárabbi!
Değiştirilmiş şiir
Minareler süngü, kubbeler miğfer
Camiler kışlamız, mü'minler asker
Bu iláhi ordu dinimi bekler
Allahu Ekber, Allahu Ekber.
Yolumuz kaza, sonu şehadet
Dinimiz ister sıdk ile hizmet
Anamız vatan, babamız millet
Vatanı mamur eyle Yarabbi
Milleti mesrur eyle Yarabbi
Sancağım tevhid, bayrağım hilál
Birisi yeşil, ötekisi al
İslam'a acı, düşmandan öc al
İslam'ı ábád eyle Yarabbi
Düşmanı berbád eyle Yarabbi
Cenk meydanında nice koç yiğid
Din ile yurt için oldular şehid
Ocağı tütsün, sönmesin ümid
Şehidi mahzun etme Yarabbi
Soyunu zebun etme Yarabbi
Tayyipçiler, Recai Bey’i de şaşırttılar
SAADET Partisi'nin genel başkanı ve Tayyip Erdoğan'ın şimdi siyasi rakibi olan Recai Kutan, şiir tartışmaları gündeme geldiği sırada Erdoğan ile aynı saftaydı ve o günlerde Erdoğan'ın da mensup bulunduğu Fazilet Partisi'nin lideriydi.
Dolayısıyla, partisinin İstanbul Belediye Başkanı olan Tayyip Erdoğan'ı savunan ve sahip çıkanlar arasında Recai Kutan da vardı. Recai Bey, 1998'in 24 Eylül günü verdiği bir demeçte süngülü ve miğferli şiirin Ziya Gökalp'e ait olduğunu söylüyor ve şiirin yazılışıyla ilgili bir de öykü anlatıyordu:
Recai Bey'e göre, Milli Mücadele'nin parasız günlerinden birinde, Gümüşhane Milletvekili Hasan Fehmi Bey, Mustafa Kemal Paşa'ya camilerin kışla, kubbelerdeki kurşunların eritilerek mermi, minarelerin alemlerinin de süngü yapılmasını teklif etmişti. Paşa, Hasan Fehmi Bey'i hemen Maliye Bakanlığı'na tayin etmiş, teklifi uygulamaya koymuş, kurşunları ve alemleri sökülecek camiler arasında da öncelik Hasan Fehmi Bey'in memleketi olan Gümüşhane'deki bir camiye verilmişti: Kanuni Sultan Süleyman'ın İran seferine giderken, Gümüşhane'de inşa ettirdiği camiye... Ziya Gökalp bu hadiseden çok etkilenmiş ve ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ diye başlayan şiirini işte hemen o günlerde yazmıştı...
Miğferli ve süngülü şiirin öyküsü, Recai Kutan'a göre bundan ibaretti.
Şimdi, bu söylenenlerin ben neresini düzelteyim?
Kanuni Süleyman'ın hiçbir zaman İran seferine çıkmadığını, hep Batı'ya gittiğini mi; yoksa Hasan Fehmi Bey'in (yani, Hasan Fehmi Ataç'ın) Maliye Bakanlığı'na Milli Mücadele'nin en karanlık günlerinde değil, büyük zaferden hemen önce, bütün hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğu 1922'nin 24 Nisan'ında tayin edildiğini mi?
Ve, çok merak ettiğim bir başka konu: Recai Kutan'ın, bu açıklamasının yanında Tayyip Erdoğan'ın okuduğu şiirin tamamı olduğu söylenen değiştirilmiş şiir de yeralıyordu ama sadece değişiklikle kalınmamış, şiirin beş mısraı atlanmıştı.
Yukardaki kutularda, Fazilet Partisi'nin o günlerde sahiplendiği değiştirilmiş şiirle şiirin asıl halinin tam metinlerini veriyorum ama değiştirilmiş metinde bulunmayan mısraları da burada yazmadan edemiyorum:
‘‘Kumandan, zabit, babalarımız / Çavuş, onbaşı, ağalarımız / Sıra ve saygı, yasalarımız / Orduyu düzgün eyle Yárabbi! / Sancağı üstün eyle Yárabbi!’’
Basit bir unutkanlık mı dersiniz?
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2002
Biz, parlamento tarihimizin başlangıcı olan 1877'den sonraki 43 sene boyunca, tam beş Meclis feshettik. Ama o fesihlerle bugünün fesih tartışması arasında çok önemli bir fark vardı: O zamanın partileri, baraj altında kalma endişesiyle seçimi erteletmeye çalışan şimdiki partilerin aksine seçimden korkmaz, Meclis'i iktidara daha da güçlü gelebilmek için feshettirirlerdi.
KÜSKÜNLERLE seçim karşıtlarının 3 Kasım seçimlerini erteletme çabaları yoğunlaşınca, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer devreye girdi, haklı olarak ‘‘Gerekirse Meclis'i feshederim’’ dedi ve ortalığı daha da bir toz-duman bürüdü.
Biz, parlamento tarihimizin başlangıç yılı olan 1877'den sonraki 43 sene boyunca, tam beş Meclis feshetmiştik. Ama o fesihlerle bugünün fesih tartışması arasında çok önemli bir fark vardı: O zamanın partileri, baraj altında kalma endişesiyle seçimi erteletmeye çalışan şimdiki partilerin aksine seçimden korkmaz, Meclis'i iktidara daha da güçlü gelebilmek için feshettirirlerdi.
İşte, parlamento hayatımızda seçimden korkmayan siyasi partilerin varolduğu günlerdeki ilk Meclis fesihlerinin kısa öyküsü:
AYRILIKÇI BİR MECLİS
Sultan Abdülhamid'in, tahta çıkmasından hemen sonra Meşrutiyet'i ilán etmesiyle, 1877'nin 19 Mart'ında tarihimizin ilk meclisi açılmıştı. Ama hemen arkasından tarihlere ‘‘93 Harbi’’ diye geçen Türk-Rus savaşı patlamış, Osmanlı ordularının yenilmesi üzerine Ruslar Yeşilköy'e kadar gelmiş ve Avrupa'nın araya girmesiyle, zorlukla durdurulabilmişti.
İlk parlamento, 141 kişiden meydana geliyordu ve bunların 115'i milletvekili, 26'sı ise ‘‘áyan’’ yani senato üyesiydi. Dört ay boyunca bir Kurucu Meclis gibi çalışan bu ilk parlamento daha sonra yapılan bir başka seçimle yenilendi ve 134 kişilik asıl parlamento ortaya çıktı.
İmparatorluğu meydana getiren hemen her din ve millet Meclis'te temsil ediliyordu ve bu temsil, Meclis'in açılışından birkaç gün sonra bir milliyetçilik ve ayrılıkçı hareket halini aldı.
Azınlığa mensup bazı milletvekilleri, işi Türkçe'nin yanısıra kendi dillerinin de resmi dil olmasını istemeye, bazıları ise bağımsızlık elde etme çabasına kadar götürdüler.
Meşrutiyet'in ilánından sonra Hıristiyan okullarında öğrencilere bağımsızlık konulu piyesler oynattırılıyor, zamanın Ermeni Patriği Nerses, Yeşilköy'deki Rus karargáhına giderek Doğu Anadolu'da Rusya'nın kontrolü altında bir Ermenistan kurulması için yardım isteyebiliyordu.
Ayaklanmalar başlamış, Arnavutluk'un bir kısmı bağımsızlık ilán edince, askeri harekáta girişilmişti.
Meşrutiyet'in ilánından sonra kurulan Meclis'in ayrılıkçı hareketlerin merkezi halini alması, hühümdara fesihten başka bir çare bırakmadı. Abdülhamid, Meclis'i feshetmek yerine süresiz tatile sokmayı tercih etti ve memlekette 30 sene boyunca mutlakiyet idaresi hakim oldu. Fiilen ‘‘fesih’’ olan bu durum hukuk alanında ‘‘tatil’’ sayılıyordu; Meclis kapanmıştı ama Anayasa şeklen de olsa yürürlükteydi, 1908'deki İkinci Meşrutiyet'e kadar uygulanmadı ve resmi yayınlarda bir ‘‘süs’’ olarak kaldı.
ANAYASA YERİNE MECLİS GİTTİ
İkinci Meşrutiyet ilán edilmiş, yapılan seçimlerden sonra 280 üyeli parlamento tekrar açılmış ve üç sene boyunca faaliyet göstermişti.
İlerki senelerde iktidarın tek sahibi halini alacak olan İttihad ve Terakki, henüz bir ‘‘parti’’ kimliği taşımıyordu, ancak parlamentonun 280 üyesinden 140'ına hakimdi.
Muhalefetin artması, İttihad ve Terakki'nin buna karşı tedbirler almasını gerektirdi. Bunun tek yolu, Anayasa'da değişiklikler yapılmasıydı. Muhalefetin değişiklikleri çeşitli yollarla önlemesi üzerine, İttihad ve Terakki'nin lider kadrosu zamanın hükümdarı Sultan Reşad'a baskı yaparak Meclis'i feshettirdiler.
SOPALI SEÇİMİN MECLİSİ
Tarihimize ‘‘sopalı’’ diye geçen seçimden sonra meydana gelen yeni parlamentoda 270 milletvekili vardı ve İttihadçılar bir önceki Meclis'e kabul ettiremedikleri Anayasa değişikliğini hemen geçirmişlerdi.
İttihadçılar, bu defa da hükümetle birbirlerine girdiler. Hükümetin otoritesini sağlamak için Meclis'i önemsememeye başlayan zamanın sadrazamı Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Meclis'in feshedilmesi konusunda Senato'nun da onayını aldı ve fesih kararını Sultan Reşad'a imzalattı. Bir önceki fesihten sonra yapılan seçimlerle oluşmuş olan yeni parlamento, sadece dört ay devam edebilmişti.
İTTİHADÇI MECLİS’TE TEMİZLİK
Birinci Dünya Savaşı kaybedilmiş, Mondros Mütarekesi'ni imzalayan imparatorluk, müttefik devletlere teslim olmuştu. Tahta birkaç ay önce Sultan Vahideddin geçmişti. Devletin kaybedilecek bir savaşa girmesinin sorumlusu olan İttihad ve Terakki'nin liderleri memleketi terk etmişlerdi ama Meclis, önceden seçilmiş İttihadçı milletvekillerinden meydana geliyordu. Tevfik Paşa'nın 11 Ekim'de kurduğu hükümete mecburiyetten dolayı güvenoyu vermiş olan milletvekilleri, daha sonraki haftalarda yeniden İttihadçılık havasına bürünerek hükümeti düşürmeye karar verdiler. Karar, Meclis ve Senato başkanları tarafından hem Sadrazam Tevfik Paşa'ya, hem de saraya, Sultan Vahideddin'e bildirildi. Memleketin yeniden İttihadçıların kontrolü altına girmesini önlemek için Meclis'in feshedilmesinden başka çare yoktu ve bu yola gidildi. Padişah, bu fesih kararından hemen önce yakın çevresine ‘‘İhtiyarla (yani Tevfik Paşa ile) tertib ettik, Meclisi feshediyoruz’’ diyecekti.
ÖNCE TUTUKLAMA, SONRA FESİH
İstanbul işgal edilmiş, İngilizler İstanbul'daki yeni Meclis'in bazı milletvekillerini tutuklayıp Malta'ya göndermişler, bazı milletvekilleri ise Anadolu'ya geçmeye başlamışlardı. Meclis Başkanı ile İngilizler'in tutuklamak için aradıkları diğer milletvekilleri saklanmak zorundaydılar. Saray, bunun üzerine Meclis'i feshetti ve bu tarihten 12 gün sonra, 23 Nisan günü Ankara'da yeni Meclis açıldı.
İŞTE, SEZER’E FESİH ÖRNEKLERİ
‘‘...Bugünlerde yaşanan hadiseler dolayısıyla, genel durumun meşrutiyetle idare edilen her memlekette olduğu gibi bizde de Meclis'in görevlerini yerine getirebilmesine uygun olmadığı açıktır. Anayasamız, Meclis çalışmalarının şartların gerektirdiği şekilde uzatılması yahut durdurulması yetkisini, kutsal bir hak olarak Padişah'a vermiştir. Halen yaşanmakta olan olağanüstü durum sebebiyle, Meclis bugünden itibaren tatil ve bu kararın tebliği emredilmiştir’
12 Sefer 1295
(15 Şubat 1878)
Abdülhamid
‘‘Siyasi sebeplerin ortaya çıkarttığı zaruretler dolayısıyla, Meclis'in feshedilmesi gerekmiştir. Anayasamızın değişik yedinci özel maddesine göre, Meclis'i gerektiği zaman fesih yetkisi imparatorlara mahsus yüce haklarımız dahilindedir. Bu hakkımıza dayanarak, sözü edilen Meclis'in, kanun gereği dört ay içerisinde yapılacak seçimlerden sonra yeniden toplanması için bugünden itibaren feshini emrettim’
21 Receb 1338
(11 Nisan 1920)
Mehmed Vahideddin
Kanun kaybolunca seçimler neredeyse yapılamayacaktı
BİZ, eskiden adı ‘‘intiháb’’, çoğulu da ‘‘intihábát’’ olan ‘‘seçim’’ kavramıyla bundan tam 125 yıl önce, 1877'nin ilk aylarında tanıştık.
Tanıştık ama, seçimle gelen parlamento ortamını pek sevmedik. Zira 1877'den sonra tam 43 sene boyunca, seçimle oluşmuş olan parlamentoları, yeni bir seçim tarihinin gelmesini beklemeye sabredemeyerek tam beş defa feshettik.
Gerçi seçimleri hep ciddiye aldık, meselá parlamentolu hayatımızın Cumhuriyet öncesindeki ilk döneminde ‘‘seçimleri yaptık’’ diyebilmek için gerektiğinde her türlü ikna vasıtasını kullandık. 1912 seçimlerinde seçmeni ikna metodlarımız o derece etkiliydi ki, tarihlere ‘‘sopalı seçim’’ diye geçti.
Ama, seçim kanununun metnini kaybedip böyle bir kanunun mevcudiyetini 30 küsur sene sonra hatırlamak, üstelik arayıp da bulamamak konusunda dünyada tek örneği teşkil ettik.
İşte, eşine bir daha rastlanması mümkün olmayan bu kaybetme hadisesinin kısa öyküsü:
Sultan Abdülhamid'in 1877'de ‘‘süresiz’’ tatil ettiği Meclis 1908'de, İkinci Meşrutiyet'in ilánından sonra yeniden açılacaktır ama o tarihten 31 sene önce eski Meclis tarafından hazırlanmış olan seçim kanununun metni ortalarda yoktur.
Seçimlerin yapılması ve Meclis'in yeniden açılması işiyle, zamanın sadrazamı yani başbakanı Said Paşa alákadar olmaktadır. Paşa, kanunu Meclis'in arşivinde, hükümet binalarında ve hatta Yıldız Sarayı'nda bile aratır ama bulamaz. Seçimlerin yapılmasına çok kısa bir müddet kalmıştır ve seçim kanunu ortalarda yoktur.
Sadrazam Said Paşa, bu büyük dertten eski Meclis'in bir üyesinin tam o günlerde ölümüyle kurtulur: 30 küsur sene önce Selánik'ten ‘‘mebus’’ seçilmiş olan bir müftü vefat etmiş, ailesi müftünün evrakını ‘‘Belki bir işe yarar’’ diyerek Said Paşa'ya yollamıştır. Devletin dört dönerek aradığı kanun işte bu evrakın arasından çıkar ve seçimler kanuna uygun şekilde ancak bu sayede yapılabilir.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2002
Siyaset dünyamızda bir aristokrasi rüzgárıdır esiyor... Kemal Derviş'in Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın soyundan geldiği málumumdu ama, Tansu Çiller'in ‘‘şeyhülislám gelini’’ olduğunu bilmezdim. Daha önceleri ‘‘Rus Çarı'nın ruhunu taşıdığını’’ söyleyen Özer Çiller, meğerse İkinci Bayezid, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman devirlerinin meşhur şeyhülislámı Zenbilli Ali Efendi'nin 12. göbekten torunu oluyormuş. Bendeniz, bunu, önceki gün bizzat Özer Çiller'den öğrendim. Soyağacını o da daha geçen yıl öğrendiğini söyledi ve ‘‘dedeleriyle iftihar ettiğini’’ anlattı.
BENDENİZ bunca senedir ‘‘şecere’’ yani ‘‘soyağacı’’ konusuyla alákadar olur; tarihte önemli roller oynamış ailelerin kayıtlarını çıkartmaktan, bu kayıtları götürebildiğim kadar gerilere götürmekten ve nesilleri birbirine bağlamaktan büyük zevk alırdım.
Ama, adı son senelerde çok sık geçen bir zátın, geçmişin çok önemli bir ailesine mensup olduğundan haberdar değildim: Özer Çiller'in, 16. asrın meşhur şeyhülislámı Zenbilli Ali Efendi'nin soyundan geldiğinin ve dolayısıyla da Tansu Hanım'ın ‘‘bir şeyhülislámın küçük gelini’’ olduğunun...
Önce kısaca, Zenbilli Ali Efendi'nin kim olduğunu söyleyeyim: 16. asrın çok meşhur bir şeyhülislámı ve Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa'nın amcazadesidir; İkinci Bayezid, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman zamanında 22 sene boyunca devletin en güçlü isimlerinden biri olmuş, Osmanlı hukukunun kurucularından kabul edilmiş ve onun soyundan gelenler ‘‘Cemáli Ailesî’’ diye bilinmiştir.
Zenbilli Ali Efendi'nin neslinin Özer Çiller'e kadar uzandığını, ben bizzat Özer Bey'den ve şeyhülislámın bir başka torunu olan şair Turgut Yarkent'ten öğrendim.
Turgut Yarkent'i bilmeyenimiz belki vardır ama yazdığı şarkı sözlerinin en az birini olsun, mutlaka işitmişizdir: ‘‘Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini’’, ‘‘Gökten yağmur gibi sevgiler yağsın’’, ‘‘Dilşád olacak diye kaç yıl avuttu beni’’, ‘‘Mihrabım diyerek sana yüz vurdum’’, ‘‘Sevil de sevme, ağlama ağlat’’ gibisinden daha pek çok şarkının ‘‘güftekárı’’ yani söz yazarıdır.
EBUBEKİR’E KADAR
Geçen cuma günü, Özer Çiller ve Turgut Yarkent ile biraraya geldim. Özer Bey, buluşmamızdan bir gün önce bana soyağacıyla ilgili bazı notlar göndermişti. Notları okuyunca aradım ve randevulaştık. Buluştuğumuzda, Zenbilli Ali Efendi'nin torunu olduğunu bundan bir sene önce öğrendiği söyledi, sonra bana Turgut Yarkent'in hazırladığı soyağacının son şeklini gösterdi, dedeleriyle ne kadar övündüğünü anlattı ve hattá büyük dedeleri arasında ilk Halife Hazreti Ebubekir ile Mevláná Celáleddîn-i Rûmî'nin de bulunduğunu da söyledi!
İşte o noktada, soyağacı konusundaki tecrübelerime dayanarak küçük bir müdahalede bulunma ihtiyacını hissettim: ‘‘Aman yapmayın, o kadar gerilere gitmeyin’’ dedim. Bütün İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda da devletin önde gelen mensuplarının ve önemli bazı dini şahsiyetlerin soylarını İslam Tarihi'nin çok meşhur bir ismine, meselá Hazreti Ali'ye yahut Ebubekir'e kadar uzatmaya meraklı olduklarını ve bunun o kişi için manevi bir güç sahası yarattığını anlattım. Hatta, Osmanlı Hanedanı'nın bile soyağacını bir ara Nuh Peygamber'e kadar götürmek istediğini, Hazreti Ali'nin soyundan geldiğini söyleyen şeyhlerin ve din bilginlerinin de bu sayede ‘‘Şerif’’ yani ‘‘peygamber torunu’’ olduklarını iddia ettiklerini anlattım. Sonra, ‘‘Zenbilli Ali Efendi'nin babasında durun, Mevláná'ya ve daha geriye, Halife Ebubekir'e kadar giderseniz iş eski soyağaçlarına döner ve ispat etmekte zorlanırsınız’’ dedim.
Hazırlanan soyağacına göre, Özer Bey, Şeyhülislám Zenbilli Ali Efendi'nin 12. göbekten torunu oluyor. Şeyhülislámın torununun torununun torununun torunu Cemaleddin Efendi'nin beş çocuğu var: Sabiha Sebbek, İbrahim, Hadice, Ahmed ve Ayşe. Turgut Yarkent, Sabiha Sebbek Hanım'ın kızı Şazimend Hanım'ın; Özer Çiller ise Ayşe Hanım'ın torunu Ramiz Uçuran'ın oğlu.
Özer Çiller, o gün, ‘‘Ben, bir bakkal çocuğuyum, varlıklı bir aileden gelmiyorum ve gençliğim sıkıntı içerisinde geçti. Ama Kanuni Süleyman gibi büyük bir hükümdar tahta çıktığı sırada yanında bulunanlardan birisi büyük dedem, öteki de büyük amcam imiş. Benim için bundan daha büyük ne şeref olabilir ki?’’ dedi.
ASALET SIRASI TAYYİP BEY’DE
Bir kopyası şimdi bende de bulunan bu soyağacını arşivlere ve diğer kaynaklara müracaat ederek çok daha derinlemesine inceleyeceğim ve şimdilik bu kadarını yazıyorum. Ama anlayacağınız, siyaset dünyamızda bir aristokrasi rüzgárıdır esiyor... Eski devirlerde Türkiye'nin idaresinde önemli roller oynamış olan bazı ailelerden gelenler, siyaset sahnesinde şimdi birer birer arz-ı endám ediyorlar. Bunlardan biri, 18. asrın meşhur sadrazamı Halil Hámid Paşa'nın altıncı göbekten torunu olan Kemal Derviş idi, Özer Bey'in gösterdiği soyağacına bakarsanız, kervana ‘‘Şeyhülislám gelini’’ olan Tansu Çiller de katıldı.
Şimdi sıra, zannedersem Tayyip Erdoğan'da... Şeyhülislám yahut sadrazam kadar olmasa bile, onun da belki bir ‘‘kazasker’’ yahut en azından bir ‘‘kadı’’ bağlantısı vardır, kim bilir?
Özer Bey’e göre soyağacı
Şeyhülislám Zenbilli Ali Cemáli Efendi
Cemálettin Çelebi
Mehmed Çelebi
Abdülbaki Efendi
Ahmed Çelebi
Derviş Bey
Ahmed Bey
Bey Çelebi
Cemáleddin Efendi
Ayşe Hanım
Süleyman Bey
Ramiz Uçuran
Özer Uçuran Çiller
Fetvayı, pencereden zenbille sarkıtırdı
İKİNCİ Bayezid, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman dönemlerinde 22 sene boyunca Şeyhülislámlık yapan ve Osmanlı hukukunun mimarları arasında sayılan Zenbilli Ali Efendi, 1445'te Karaman'da doğdu.
Fatih'in şeyhülislámı Molla Hüsrev'in yanında yetişti, sonra medreselerde müderrislik yani hocalık, çeşitli yerlerde de kadılık ve müftülük yaptı. İkinci Bayezid tarafından 1503 Şubat'ında Şeyhülislám yapıldı ve 1525'teki ölümüne kadar bu vazifede kaldı. Her üç padişahın üzerinde son derece büyük nüfuz kuran Ali Efendi, sert bir mizaca sahip olan Yavuz Sultan Selim'in vermiş olduğu birçok idam kararını geri aldırmayı başarırken, hükümdarı diğer bazı haksız kararlarından da vazgeçirdi. Ali Efendi, iç ve dış politikada da son derece etkili olurken, özellikle Kanuni Süleyman'ın şeyhülislámlığını yaparken verdiği fetvalarla Osmanlı döneminin önde gelen din bilginlerinden biri kabul edildi. Şeyhülislámlar, devlet protokolünde o zamanın başbakanı olan vezir-i ázamdan sonra gelme sırasını da onun sayesinde elde ettiler.
Tam ismi Aláaddin Ali bin Ahmed bin Mehmed el-Cemalî olan Ali Efendi'ye ‘‘Zenbilli’’ denmesinin sebebi, fetvalarını ve kendisine sorulan öteki dini soruların cevaplarını yazdığı káğıtları, Zeyrek'teki evinin penceresinden aşağıya bir zenbil içinde sarkıtarak vermesi yüzündendi.
Bu eşek arılı şiir de ne ola?
‘‘ZENBUR’’, Farsça'da hem ‘‘arı’’, hem de ‘‘eşek arısı’’ demektir; ‘‘arı kovanı’’na ‘‘zenburháne’’ derler.
Eski edebiyatımızda sıkça kullanılmış olan bu ‘‘zenbur’’ sözü, Özer Çiller'in güfte şairi ‘‘Turgut Amca’’sının bir şiirinde de geçiyor. Turgut Bey ilk mısrada ‘‘memleketin üstüne bir zenburun tünediğini’’ söylüyor ve şiiri ‘‘gelinleri’’ Tansu Çiller'e ithaf ediyor.
İşte, ‘‘Sevil de sevme, ağlama ağlat / Yoksa zehrolur bu tatlı hayat’’ güftesinin şahibi Turgut Yarkent'in Tansu Hanım'a ithaf ettiği ‘‘Amblem ve Doğru Yol’’ başlıklı bu ‘‘zenburlu’’ şiirinin bazı dörtlükleri:
‘‘Bir zenbur tünemiş yurdun üstüne / Peteğin balını löp içmek için / Kuzunun postu var kurdun üstünde / Seçmenin oyunu cep etmek için.
Eğer o zenbur konarsa başa / Başını vurursun taşlardan taşa / Bugünü arayıp muhtac olursun / Bir lokma ekmekle bir öğün aşa.
Sakın ha, aldanıp uyma o ize / O seni üç günde getirir dize / Doğru yol her zaman hedefin olsun / Unutma, o yolda dirlik var bize.’’
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2002
30 Ağustos 1922'den sonraki günlerde cephenin ve sınırın öbür tarafında, yani Yunanistan'da neler yaşandığını bilmem hiç merak ettiniz mi? İşte, sekiz sene devam etmiş bir savaşı 30 Ağustos'ta zaferle noktalamamızdan sonra Yunanistan'da 40 sene boyunca olup bitenlerin; yani darbelerin, rejim değişikliklerinin, işgallerin ve bir iç savaşın, kısacası Türkiye'yi işgal macerasının Yunanistan'a hiç
yaramamış olmasının kısa öyküsü...
BİR Zafer Bayramı'nı daha törenlerle ve demeçlerle kutladık.
Zafer Bayramı, şimdi her 30 Ağustos akşamı Ankara'daki Gazi Orduevi'nde verilen resepsiyonlarda paşalardan demeç kapma yarışı halini almadan önceki senelerde, halkın gündüzleri resmigeçitlere, geceleri de fener alaylarına iştirakiyle tam bir zafer şenliği şeklinde kutlanırdı.
Peki, 1922'nin 30 Ağustos'undan hemen sonra cephenin ve sınırın öbür tarafında, yani Yunanistan'da neler olup bittiğini hiç merak ettiniz mi?
İşte, sekiz sene devam etmiş bir savaşı zaferle noktalamamızdan sonra Yunanistan'da yaşananların; yani darbelerin, rejim değişikliklerinin, işgallerin ve bir iç savaşın, yani Türkiye'yi işgal macerasının Yunanistan'a hiç yaramamış olmasının kısa öyküsü:
DARBELER GEÇİDİ
30 Ağustos sonrası Türkiye'de yepyeni bir devrin, Yunanistan'da ise feláketlerin başlangıcıydı. Biz, topraklarımızı işgale yeltenenleri sınırlarımızın ötesine sürmemizden bir sene sonra Cumhuriyet'i ilán edip huzurlu bir yola girdik ama Yunanistan senelerce dertten kurtulamadı.
Yunanistan'ın başında gerçi bir kral vardı ama asıl güç, Başbakan Elefteros Venizelos'un elindeydi. 1890'larda Girit'i Osmanlı idaresine karşı ayaklandırmış, adanın bağımsızlığını kazanmasından sonra başbakanlığını yapmış, sonra Yunanistan'a bağlamış ve Yunan siyasi hayatının en önemli ismi olmuştu.
Dünya Savaşı'na girip sonra Batı Anadolu'yu, yahut Yunanistan'da söylenen şekliyle ‘‘Küçük Asya’’yı işgal etmek onun fikriydi. Maceraya karşı çıkan Kral Konstantin'i tahtı küçük oğlu Aleksandr'a bırakmaya zorlamış, 1919'un 14 Mayıs'ında İzmir'e asker çıkarmış ve böylece Anadolu'da yeni bir savaşı ateşlemişti.
Venizelos, tahta kendisinin çıkarttığı genç kralın ölümü ve 1920 Kasım'ında yapılan seçimleri de kaybetmesi üzerine memleketini terkedip Paris'e sürgüne gitti ve eski Kral Konstantin, Atina'ya döndü. Venizelos'un başlattığı işi tamamlamak, işgal projesine vaktiyle karşı çıkması yüzünden tahtından olan Konstantin'e düşmüştü.
Yunanistan, Anadolu'da genç bir Paşa'nın, Mustafa Kemal'in işgali sona erdirme mücadelesine gireceğini hesaba katmamıştı. 26 Ağustos günü başlayan Büyük Taarruz, savaşın sonunu getirdi, 30 Ağustos'ta zafer bizim oldu, batıya doğru ilerlemeye devam ettik ve 9 Eylül'de İzmir'i kurtardık.
Mağlup Yunan ordusundan arta kalan birlikler Ege'yi binbir zorlukla geçip memleketlerine döndüler ama Atina birbirine girdi. Türk zaferinin üzerinden daha bir ay bile geçmeden, 22 Eylül günü Plastiras adında bir albay darbe yaptı, hükümet dağıtıldı ve Kral Konstantin sürgüne yollanıp yerine oğlu Yorgo getirildi. Genç kral tahtta sembolik olarak oturacak, Yunanistan'ı askeri bir cunta idare edecek, sabık Kral Konstantin ise sürgünün dördüncü ayında Sicilya'da bir otelde ölecekti.
Artık birilerini Anadolu macerasının suçlusu olarak göstermek zorundaydılar ve suçlular hemen bulundu: Bir askeri mahkeme, savaş zamanının başbakanı Dimitri Gunaris ile Anadolu'daki Yunan birliklerinin kumandanı General Yorgo Hatzanestis'i (bizim ‘‘Hacı Anesti’’ dediğimiz general) ve Gunaris hükümetinin altı bakanını, Stratigos, Protopapadakis, Baltacis, Teotokis, Gudas ve Stratos'u ‘‘milli feláketten sorumlu oldukları’’ gerekçesiyle idama mahkûm etti. Gunaris ve arkadaşları, 1922'nin 28 Kasım'ında Atina'daki Averof Zindanı'nda kurşuna dizildiler.
KRALA KAPIDIŞARI
Yunanistan'ın başına bütün bu işleri açan Venizelos, bu sırada Paris'te sürgündeydi ve askerler yaşlı politikacıyı Lozan'daki barış görüşmelerine yolladılar. 1923'ün 24 Temmuz'unda imzalanan andlaşma Türkiye için zafer ama Yunanistan için feláketti: Anadolu'daki hayalleri sona eriyor, Karaağaç'ı ‘‘savaş tazminatı’’ olarak Türkiye'ye veriyor ve ‘‘mübadele’’ maddelerine göre, Türkiye'de yaşayan yüzbinlerce Rum'a sınırlarını açmak zorunda kalıyordu.
Mübadele yüzünden, Yunanistan'ın nüfusu bir anda yüzde 20 arttı ve bu artış ekonomiyi çökertti. 1923 Aralık'ında yapılan seçimleri Venizelos'un taraftarları kazandılar, sabık başbakan Atina'ya dönerken, askerler, Kral Yorgo'dan ‘‘Yurtdışına tatile gitmesini’’ rica ettiler. Kral, karısı Kraliçe Elizabeth'in memleketi olan Romanya'ya ‘‘tatile’’ gitti ve askerler Yunanistan'da krallığı kaldırıp cumhuriyet ilán ettiler.
Atina'da bu defa 1928'e kadar darbeler birbirini takip etti ve Venizelos o sene yeniden başbakan oldu. Artık eski yayılmacı politikasından vazgeçmiş gibiydi ve Türkiye ile de yakınlaşmaya çalıştı. İktidarda dört sene kalabildi ve ekonominin daha da fenalaşması üzerine 1932 Mayıs'ında istifa etti. Ama gene rahat durmadı, Paris'teki sürgün günlerinde sürgünde vaktiyle Osmanlılar'dan koparttığı Girit'i bu defa Yunanistan'dan koparmaya çalıştı. Önce gıyabında idama mahkûm edildi; 1936 Mart'ında Paris'te, Bozon Caddesi 22 numaradaki evinde ölünce de milli kahraman yapıldı.
Venizelos'tan sonra peşpeşe darbeler yeniden geldi ve generaller birbirlerini takip ettiler. Bu generallerden biri olan Kondilis 10 Ekim 1935'te ‘‘Cumhuriyetin Yunanistan'a yaramadığını’’ açıkladı, krallığı yeniden kurdu ve sürgündeki Kral Yorgo'yu Atina'ya davet edip tekrar tahta oturttu.
CEVAPSIZ BİR SORU
Yorgo bu defa da pek rahat hüküm süremedi, İkinci Dünya Savaşı patladı, İtalya ve Almanya, Yunanistan'ı işgal etti. Kral Yorgo önce Girit'e, oradan da Mısır'a sığındı. Derken iç savaş çıktı, Yunanistan'da kan gövdeyi götürdü, darbeler gene birbirini takip etti, neticede Kral Yorgo memleketine döndü ama fazla yaşamadı, 1947'de ölünce yerine kardeşi Paul geçti, Paul'ün yerini 1964'te oğlu Konstantin aldı ama o da üç sene sonra bir darbe sonrasında memleketini terketti. Yunanistan'da iktidara, 1974'te Kıbrıs'a çıkmamıza kadar ‘‘Albaylar Cuntası’’ sahip olacaktı.
Yunanistan'ın 1922'nin 30 Ağustos'undan sonraki 40 senelik macerası, işte böyle. Anlayacağınız, Türkiye'yi işgal hevesi, Yunanistan'a hiç yaramadı... Ama sık sık darbelerin yapıldığı, kralların ardarda kapıdışarı edildiği ve üstüne üstlük işgal ve bir de kanlı bir iç savaş gören bu memleketin bütün bu badireleri atlatıp zengin ve refah içerisinde bir ‘‘Avrupa ülkesi’’ haline gelişinin sırrını çözmek de şimdi bize düşüyor.
Maymununa bile sahip olamadı ama Anadolu'yu işgale kalktı
BU yazı, sarayındaki maymununa hákim olamayan bir Kral'ın, Anadolu'yu işgale yeltenmesinin öyküsüdür.
Yunanistan'ın Alman kanı taşıyan kralı Konstantin, Alman ordusunda subaylık yapmıştı ve Alman İmparatoru Wilhelm'in kızkardeşi ile evliydi.Gönlü Almanya'dan yanaydı ama Birinci Dünya Savaşı patladığında Yunanistan'ın tarafsızlığını ilán etti. Müttefiklerin ve başbakanı Venizelos'un baskısına sadece iki sene dayanabildi. 1916'da bir müttefik donanmasının Yunan topraklarını işgale başlaması üzerine 1917'nin 12 Haziran'ında tahtını ve tacını küçük oğlu Aleksandr'a bırakıp sürgüne gitti.
Aleksandr daha 27 yaşındaydı ve iktidara babasını tahtından eden Başbakan Venizelos hakimdi. Yunanistan'ın herşeyiyle savaşa katılması, İzmir ve Ege'nin işgali maceraları Aleksandr'ın krallığında yaşandı.
Tahtta sadece üç sene kalabildi. Evcilleştirip eliyle beslediği maymunu, Atina sarayında bir sabah şakalaştıkları sırada dişlerini genç kralın boynuna geçirdi. Hayvan hastalıklıydı, kralı zehirlemişti ve Aleksandr birkaç gün sonra hayata veda etti. Yeni kralı seçmek için 5 Aralık 1920'de yapılan referandumdan sabık kral Konstantin'in adı çıktı; tahtın eski sahibi sürgünden döndü ve üç yıl önce zorla indirildiği tahta bu defa kahraman gibi oturdu.
Konstantin Atina'ya dönerken, Başbakan Venizelos sürgün yolundaydı. Halkoylamasından önce yapılan seçimleri kaybetmiş, halk, Yunanistan'ı Anadolu'da maceraya atan Venizelos'un yayılmacı politikasını reddetmişti.
Venizelos gitmişti ama yarım bıraktığı Anadolu macerasını temizleme işi Konstantin'e düşecek, artık içinden çıkılmaz bir hal almış olan bu macera iki yıl sonra Yunanistan için büyük bir hezimete dönecek ve kralı da tahtından edecekti.
İzmir'in kurtarıldığı gün, 1922'nin 9 Eylül'ünde, galip başkumandan Mustafa Kemal Paşa şehre girmeden önce Nif'te Belkahve denilen tepeye çıkmış, buradaki Rum lokantalarından birinde oturmuştu. Tepeden, hálá dumanları tüten şehri tek söz söylemeden seyretmiş, sonra önünde yerlere kadar eğilen Rum garsona ‘‘Kral Konstantin İzmir'e geldiği zaman burada rakı içti mi?’’ diye sormuştu. Paşa'nın maiyetindekiler, garsondan ‘‘Buraya gelmemistir Pasam!..’’ cevabını işiten muzaffer başkumandanın ‘‘Eşek! Öyleyse niye işgal etti ki İzmir'i?’’ dediğini duydular. Seneler süren kan, gözyaşı, acı, elem ve ızdırabın sona ermek üzere olmasının verdiği huzur bu sözlerde gizliydi.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2002
Berlin'deki tarihi Adlon Oteli'nde Almanya Başbakanı Gerhard Schröder'le bir grup Türk işadamının geçen perşembe günü bir akşam yemeğinde biraraya gelerek Türkiye'nin Avrupa'daki geleceğinin tartışmaları, bana aynı otelde bundan 85 yıl önce, 1917 Aralık'ında yapılan bir başka görüşmeyi hatırlattı: O sırada henüz tuğgeneral olan Mustafa Kemal Paşa ile zamanın veliahdı Şehzade Vahideddin Efendi arasında geçen konuşmaları... İşte, çoğumuzun pek bilmediği ve bir uzlaşma ile neticelense idi Türkiye'nin tarihini değiştireceği kesin olan görüşmenin ayrıntıları...
BİR grup Türk işadamı ve Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, bu hafta Almanya Başbakanı Gerhard Schröder'le beraber Berlin'deki Adlon Oteli'nde bir akşam yemeğinde biraraya geldiler ve bir buçuk saat süren yemek boyunca Türkiye'nin AB üyeliği konusunda sıcak mesajlar verildi.
Hürriyet'te geçen Cuma günü haberi sürmanşette yeralan Adlon Oteli'ndeki bu buluşma ve karşılıklı olarak söylenen hoş sözler, bana aynı yerde bundan 85 sene önce yapılan bir başka teması hatırlattı: Bugün sadece ihtisas kitaplarının sayfaları arasında kalan bir görüşmeyi, o sırada henüz ‘‘Mirliva’’ yani ‘‘Tuğgeneral’’ olan Mustafa Kemal Paşa ile zamanın veliahdı Şehzade Vahideddin Efendi arasında geçen konuşmaları...
Önce, küçük bir düzeltme yapayım: Ertuğrul Özkök'ün dünkü yazısında ‘‘Atatürk, askeri ataşe iken bu otelde kalmıştı. Tarihi de tam olarak 23 Aralık 1917’’ deniyordu ve kısmen yanlıştı. Atatürk o otelde o tarihten sonra 10 gün boyunca kalmıştı ama askeri ataşe değil, Almanya'ya resmi ziyaret yapan Osmanlı Veliahdı'nın maiyetindeki askeri bir danışman olarak.
YOLDA TANIŞTILAR
İşte, bu seyahatin hikáyesi:
Birinci Dünya Savaşı'nın en karanlık günleri idi. Tahtta Sultan Reşad vardı ve hükümdarın kardeşi Şehzade Vahideddin Efendi veliahddı. Savaşta Türkiye'nin müttefiki olan Almanya'nın hükümdarı İkinci Wilhelm, Sultan Reşad'ı cepheleri gezmesi için davet etmişti ama padişah yaşlıydı, hastaydı, üstelik artık güçlükle yürüyebilmekteydi. Dolayısıyla davete katılması imkánsızdı ve yerine veliahdını gönderdi. Veliahdın yanındaki askeri heyette, genç bir tuğgeneral, Mustafa Kemal Paşa da vardı ve 15 Aralık'ta çıktıkları Almanya yolculuğunu 4 Ocak günü tamamladılar.
İmparatorluğun son hükümdarıyla cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanının, yani o tarihten bir sene sonra tahta geçecek olan Sultan Vahideddin'le altı yıl sonra cumhuriyet ilán edecek olan Mustafa Kemal'in tanışmaları, bu seyahat vasıtasıyla oldu.
HATIRALARINI BİTİREMEDİ
Avrupa'da üç hafta kaldılar. O sırada henüz 36 yaşında olan genç general ile 56 yaşındaki veliahd, Berlin'deki Adlon Oteli'nde 10 gün boyunca uzun uzun Türkiye'nin geleceğinden bahsettiler ve bu arada birbirlerini tarttılar. Paşa, yakın bir gelecekte tahta geçecek olan veliahdı beraber çalışmaya ve iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi'ne karşı çıkmaya, ipleri eline almaya teşvik ediyor, hatta Adlon Oteli'nde başbaşa kaldıkları bir gün, veliahda, İstanbul'a döndüklerinde Boğazlar'ı koruyan ordunun başına geçmesini söylüyordu.
Tarihçiler, Almanya seyahatinin ve Adlon'daki konuşmaların ayrıntılarını seneler sonra, Mustafa Kemal Paşa'dan öğrendiler: Paşa'nın 1926'da yayınlamaya başladığı ama tamamlayamadığı hatıralarından.
Yandaki kutuda, Mustafa Kemal Paşa'nın hatıralarından, Adlon Oteli'nde Veliahd Vahideddin Efendi ile yaptığı görüşmeleri anlattığı kısmın bir bölümü yeralıyor. İşte, bundan 85 sene önce yapılan, çoğumuzun pek bilmediği ve bir uzlaşma ile neticelense idi Türkiye'nin tarihini değiştireceği kesin olan görüşmenin ayrıntıları...
Mustafa Kemal Paşa, Adlon Oteli’ndeki görüşmeleri anlatıyor
ATATÜRK'ün hatıraları, ‘‘Büyük Gazi'nin Hatırat Sahifeleri’’ başlığı altında 1926 senesinde o zamanın ‘‘Milliyet’’ gazetesinde yayınlanmıştı. Tam olmayan ve sadece bazı bölümleri çıkan bu hatıraların tamamı, daha sonra bir türlü biraraya getirilemedi.
Mustafa Kemal, hatıralarında Samsun'a çıkışından önceki hayatını anlatmakta, yazdıkları bu yüzden bir yerde ‘‘Nutuk’’un girişi gibi olmaktadır. Paşa gençlik yıllarından, özellikle de Selanik'teki günlerinden sözetmekte, Anadolu'ya geçme hazırlıklarını ve özel hayatıyla bazı inançlarını yazmaktadır.
İşte, Berlin'deki Adlon Oteli'nde Veliahd Vahideddin Efendi ile yapılan konuşmanın ‘‘Büyük Gazi'nin Hatırat Sahifeleri’’ başlıklı dizide 1926'nın 29 ve 30 Mart günlerinde yayınlanan bölümünden bir kesit:
‘‘...Berlin'de, Adlon Oteli'nde İmparator'un (Alman İmparatoru İkinci Wilhelm'in) misafiri idik. Hepimizi ayrı ayrı ve güzel yerleştirmişlerdi. Vahideddin bu iyi ağırlamadan biraz mağrur oldu. Artık memnuniyet içinde dünya gazetecileri ile temas ediyor, mülákatlar yapıyordu.
...Adlon Oteli'ndeyiz. Birgün, birkaç gazete muhabiri, veliahddan yine mülákat istemişler, mülákatta ben de hazır bulundum. Veliahd, İstanbul'dan son güne kadar aldığı fikirlerle mülhem (ilham almış) görünüyor, kiminle görüşse, daima aynı fikirlerle konuşuyordu. O gün ecnebi gazetecilerle musahabesinden (sohbetinden) de memnun oldum.
Gazeteciler çekildikten sonra, salonda ikimiz yalnız kaldık. Bana sordu:
- Ne yapmalıyım?
Şu yolda idare-i kelám etiğimi hatırlarım:
- Osmanlı tarihini biliriz, bu tarihin bir takım safhaları vardır ki, sizi korku ve endişeye sevkeder ve bunda haklısınız. Ben size birşey söyleyeceğim, o nisbette hayatımı size teşrik (ortak) edeceğim. Memnun olur musunuz?
- Söyleyiniz!..
- Henüz padişah değilsiniz fakat Almanya'da gördünüz ki imparator, veliahd ve prensler hep bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?
- Ne yapabilirim? diye sordu.
- İstanbul'a gider gitmez bir ordu kumandanlığı isteyiniz. Ben, sizin erkánıharbiye reisiniz (kurmay başkanınız) olurum.
- Hangi ordunun kumandanlığını?
- Beşinci Ordu'nun kumandanlığını...
Bu isimdeki ordu, Liman von Sanders'in emrinde bulunan veya bulunmak lázım gelen ve Boğazlar'ın müdafaasına memur ordu idi.
Vahideddin:
- Bu kumandanlığı bana vermezler.
- Siz isteyiniz...
- İstanbul'a gittiğim zaman düşünürüm.
Cevabını verdi. Benim için nevm;dane (ümidsiz) bir cevaptı...’’
Padişah analarının ırzına böyle geçilir
E-mail gönderip soran okuyuculara toplu cevap:
Ali Kemal Meram’ın ‘Padişah Anaları’ isimli kitabında yazılıp söylenen ne varsa yalan, yanlış ve kasıtlıdır. Şimdi hayatta olmayan yazar, bu kitapla tarihin ve geçmişteki herşeyin ırzına geçmiştir
ÖNCE, herbiri diğerinden daha zarif ve daha derin ifadelerle dolu olan şu cümleleri okuyalım:
‘‘...Binlerce Frenk dölü oğlandan her biri, devletin, ülkenin ve toplumun üzerinde hüküm yürüten en yüksek makamlara getiriliyordu...’’
‘‘...Kanıbozuklar, soysuzlar aşocağı ürünü Yeniçeriler, ellerine geçirdikleri kendileri gibi devşirme devlet erkánına kuduz köpekler gibi saldırarak hemen orada binbir işkence ile, kol ve bacaklarını, kafalarını kopara kopara parçalayıp öldürdüler...’’Bu güzel sözleri, Ali Kemal Meram'ın, ‘‘Padişah Anaları ve 600 Yıl Bizi Yöneten Devşirmeler’’ isimli kitabından naklettim. Bu kitaba bakarsanız, padişah analarının hemen hepsi birer fahişe ve Osmanlı Devleti'nde idarecilik yapmış kim varsa, ‘‘Frenk dölü’’...
Meram'ın kitabıyla ilgili olarak son zamanlarda yüzlerce okuyucudan e-mail aldım. Hemen hepsinde aynı şey soruluyordu: Kitapta yazılı olanların doğru olup olmadığı...
Kitabın yazarı artık hayatta olmadığı için teferruata girmeyecek ve şu kadarını söylemekle yetineceğim:
İlk baskısı 70'li yıllarda çıkan ama satmayan, bundan birkaç sene önce yeniden basılıp ‘‘çok satanlar’’ listesine giren bu kitapta yazılıp söylenen ne varsa yalan, yanlış ve kasıtlıdır. Yazar bırakın tarihi, en azından saray teşkilátını, ‘‘kadınefendi’’, ‘‘sultan’’, ‘‘hanımsultan’’ ve ‘‘cariye’’ kavramlarını bilmemesi ve‘‘devşirme’’ müessesesinin ne demek olduğundan bile habersiz bulunmasına rağmen kolay yolu seçmiş ve kitabını geçmişi her yönüyle karalama temeli üzerine inşa etmiştir.
Ve, aldığım e-maillerde en çok sorulan sorunun cevabı:
Ali Kemal Meram'ın Hümá Hatun'un oğlu olan Fatih'in annesi zannettiği Rum veya Sırp hanım, hükümdarın annesi değil, babası İkinci Murad'ın kadınlarındandır ve yazar, padişahların babalarının bütün hanımlarından nezaketen ‘‘valide’’ yahut ‘‘anne’’ diye bahsetmelerindeki inceliği bile anlamamıştır.
Bu kitabı okuyacaksanız bunları bilerek okuyun ama eğer okuduysanız, içerisinde yazılanlara inanmayın!
Yazının Devamını Oku