Murat Bardakçı

Virginia Üniversitesi, Alemdaroğlu’nu teşhir etti

23 Haziran 2002
ABD'nin önde gelen okullarından olan Virginia Üniversitesi'nin bünyesindeki ‘‘İntihal Kaynakları Merkezi’’, İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nu ‘‘intihalcilikle’’ suçladı. Alemdaroğlu'nun, Birleşik Amerika'da 1992 yılında çıkan bir tıp kitabının bazı bölümlerini Türkçe'ye çevirerek kendi adıyla yayınladığını iddia eden merkez, internetteki sitesinde intihal belgelerine yer verdi. Bunun üzerine Uluslararası Cerrahi Birliği de devreye girdi ve Prof. Alemdaroğlu'ndan açıklama istedi.

BU konuyu yazıp yazmama konusunda uzun müddet kararsız kaldım. Zira yazacaklarımın bir kesim tarafından başka maksatlarla kullanılmasından endişe ediyordum. Ama, ortada senelerdir mücadele ettiğim ‘‘intihal’’ yani ‘‘bilimsel hırsızlık’’ hadisesinin yeni bir örneği var gibiydi ve hadisenin kahramanı da İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu idi.

Bazı çevreler, konuyu İstanbul Üniversitesi'nde bundan birkaç ay önce yapılan rektörlük seçimleri sırasına da gündeme getirmeye çalışmışlardı ama işin arkasında bilimsel endişeler değil, ideolojik çekişmeler vardı. O günlerde, sırf bu yüzden yazmamış ve seçimlerin yapılmasını beklemiştim.

Derken, iş büyüdü ve Türkiye'nin sınırlarını aşıp uluslararası bilim çevrelerinde tartışılır oldu. Türkiye'nin en büyük ve en eski üniversitesinin rektörü, şimdi, dünyanın bir başka kıt'asındaki çok önemli bir üniversite tarafından ‘‘intihalcilikle’’ suçlanıyor.

İŞTE, TEŞHİRİN ADRESİ

Hadise şu: Birleşik Amerika'nın önde gelen okullarından olan Virginia Üniversitesi, ‘‘intihal’’ yani ‘‘başkasının eserini üzerine imzasını atarak kendi çalışmasıymış gibi yayınlama’’ faaliyetlerinin önüne geçmek ve intihalcileri teşhir etmek için bir ‘‘İntihal Kaynakları Merkezi’’ kurdu. Merkezin başına Louis A. Bloomfield adında bir fizik profesörü getirildi.

Virginia Üniversitesi'ndeki bu merkez, ilk olay olarak Türkiye'deki bir yayını ele aldı ve İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nu ‘‘intihalcilikle’’ suçladı. ‘‘İntihal Kaynakları Merkezi’’ bununla da yetinmedi ve internetteki sitesinde intihal iddialarını destekleyen bazı belgeler yayınladı.

Merak edecek olanlar için, sitenin adresini veriyorum:

www.plagiarism.phys.virginia.edu/case1.html

Konu, Prof. Alemdaroğlu'nun, 1995 senesinde, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde görevli iken kendisiyle beraber aynı kürsüde bulunanMustafa Taşkın ve Berat Apaydın adlarındaki iki doçentle beraberce yayınladığı bir kitap: ‘‘Laparoskopik Cerrahi’’.

Virginia Üniversitesi, bu kitapta yeralan ve Prof. Alemdaroğlu tarafından yazılmış olan ‘‘Laparoskopik Kolektomi’’ başlıklı bahsin, Kaliforniya'da, Saint Joseph Tıp Merkezi'nin Genel Cerrahi Servisi Şefi Dr. Philippe Jean Quilici'nin 1992'de çıkarttığı ‘‘New Developments in Laparoscopy’’ isimli çalışmasından ‘‘makaslandığını’’ söylüyor.


Suçlamadan daha önce Murat Belge ile Taha Kıvanç kısaca bahsetmişlerdi. Ancak konu geçtiğimiz günlerde daha geniş bir akademik platformda tartışılır oldu ve kopyaları bana da ulaşan yeni yazışmalarla beraber son durumu aktarmak istedim.

Ben, Prof. Alemdaroğlu'nun İstanbul Üniversitesi'ndeki uygulamalarının bir çoğunu haklı ve yerinde alınmış kararlar olarak gördüm. Rektörün karşı çıktığım ve çıkmaya devam edeceğim tek uygulaması, Üniversite Kütüphanesi'ndeki binlerce elyazması kitabın üç seneden beri inadla sandıklarda çürütülmesine göz yummasıydı.

CEVABI BEKLİYORUM

Virginia Üniversitesi'nin yayınladığı intihal belgelerinden bazılarına burada yer veriyorum. Yandaki kutularda ise bu intihal macerasının kronolojisi ve önceki gün görüştüğüm Prof. Alemdaroğlu'nun sorularıma verdiği cevaplar bulunuyor.

Şurasını açıkça söyleyeyim: Prof. Alemdaroğlu'nun verdiği cevaplar beni maalesef tatmin etmedi.

Ama bütün bunlara rağmen, Türkiye'nin en büyük ve en eski üniversitesinin başında bulunan kişinin ikinci bir ‘‘Doğramacı modeli intihal’’ efsanesinin doğmasına sebep olabileceğine ihtimal vermek istemiyorum ve Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'ndan gelecek olan tatmin edici bir açıklamayı merakla bekliyorum.


İntihalin günlüğü


13 Aralık 2001

Virginia Üniversitesi'ndeki ‘‘İntihal Kaynakları Merkezi’’nin Prof. Alemdaroğlu'nun makalesini gündeme getirmesi üzerine, ameliyat áletleri yapımcısı olan ve Dr. Quilici'nin de kitabını yayınlayan ‘‘Tyco’’ şirketinin yetkilisi Kathleen Tracy, bir açıklama yaptı. Tracy, ‘‘Dr. Quilici'nin makalesinin ve makalede yeralan Eric Hatton'a ait çizimlerin Türkiye'de yayınlanması için izin vermemiş olduklarını’’ duyurdu.

10 Ocak 2002

Aynı kişi, yani Kathleen Tracy, bu defa tartışma konusu olan kitabın yazarlarından Dr. Mustafa Taşkın'a bir mektup gönderdi ve ‘‘Özür dilerim, bir hata yapmışım. Şirketimizin Türkiye temsilciliği ile görüştüm ve yayın konusunda izin almış olduğunuzu öğrendim’’ dedi. Bu açıklama, ‘‘Suçlanan taraf, şirketin İstanbul'daki yetkililerini önceki açıklamalarını değiştirmeye zorladı’’ diye yorumlandı.

8 Nisan 2002

Uluslararası Cerrahi Birliği'nin Genel Sekreteri Prof. Felix Harder devreye girdi ve Prof. Alemdaroğlu'ndan açıklama istedi. Prof. Harder, ‘‘Yayınınızın büyük bir bölümünün Dr. Quilici'nin çalışmasından kopya edildiğini ve bu yayının Türkçe'ye çevrilmesi için gerekli iznin alınmamış olduğunu öğrendik. Seçkin bir üyemizsiniz, lütfen bu konuda bir açıklama yapın’’ diye yazdı.

7 Haziran 2002

Uluslararası Cerrahi Birliği'nin yöneticilerinden Victor Bertschi, 1996 Nisan'ından beri üyeleri olan Prof. Alemdaroğlu'nun Genel Sekreter Prof. Felix Harder'ın mektubuna hálá cevap vermediğini ve konuyu ciddiyetle takip ettiklerini duyurdu.

13 Haziran 2002

‘‘İntihal Kaynakları Merkezi’’
nin yöneticisi Prof. Louis A. Bloomfield, ‘‘Tyco’’ şirketinin yetkilisi Kathleen Tracy'ye bir mektup yazıp ‘‘Dünyanın, daha ahláki bir yer olmasını arzu ettiğini ve hiç kimseye zarar vermek istemediğini’’ söyleyerek ‘‘Bu işi ne yapacağız? Konu sizin açınızdan kapandı mı?’’ diye sordu.


İkna olmadım Kemal Bey!


BU yazıyı hazırlarken, Rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ile konuştum. Virginia Üniversitesi'nin iddialarının doğru olup olmadığını ve bu konuda bugüne kadar niçin bir açıklama yapmadığını sordum.

Prof. Alemdaroğlu, bana şunları söyledi:

‘‘...Benimle uğraşanlara cevap vermeye gerek duymuyorum. Ben, Türkiye'de laparoskopi konusunda çalışan ilk iki-üç kişiden biriyim. 1991'de kursa gittim ve o senenin Ekim'inden beri laparoskopiyi uyguluyorum. Vatan Hastahanesi'nde, bunun kursunu da açtım.

Sözkonusu İngilizce yayın aslında küçük bir el kitabı, bir
‘manual'dir. Biz, o yazının Amerika'daki yayıncısından 1994'te yayın izni aldık. Yazıyı aynen basmaya bile hakkımız olduğu, aldığımız o izinden bellidir. Bu makaleyi ne bir sıfat, ne de bir unvan için kullandım. Ben, Uluslararası Cerrahlar Birliği'nin Türkiye temsilcisiyim. Birliğin genel sekreteri Felix Harder'in bana gönderdiği mektubu da cevapladım. Ama bu cevap, üyesi olduğum kuruluşla benim aramdaki bir yazışmadır ve dolayısıyla ne cevap verdiğimi açıklamayacağım...’’

Söylediklerini dinledikten sonra, Prof. Alemdaroğlu’na ‘‘Alıntı yapma iznine sahip olduğunuz bu araştırmayı kullanırken neden yazarın adını vermediniz de üzerine kendi isminizi yazdınız? En azından asıl kaynağı bir dipnotla gösterseydiniz bütün bunlar yaşanmayacaktı. Kaynağı neden göstermediniz, neden dipnot kullanmadınız?’’ diye sordum.

Prof. Alemdaroğlu, ‘‘Dipnot koysam aslında iyi olurdu... Farkında değildim... Ama bilimsel yayınlarda, kaynak alınan el kitaplarının isimleri dipnotlarda zaten yazılmıyor. Benim makalemin sonunda 60 kadar kaynak var’’ cevabını verdi ve işin can alıcı noktası da, işte burasıydı...

Kemal Bey'e şimdi, bir hatırlatma yapmak istiyorum:

Bilimsel yayınlarda, kullanılan her kaynağın dipnot yahut sonnot şeklinde gösterilmesi şarttır Kemal Bey! Bu, uluslararası bir teamülden de öte, akademik ve aynı zamanda etik bir mecburiyettir. Bir başka memlekette yayınlanmış bir araştırmayı Türkiye'de yayınlamak için izin almış olmanız, size o araştırmaya sahip çıkma, yazının üzerine imzanızı atarak kendi çalışmanızmış gibi yayınlama hakkını vermez; tam tersine, yazarın adını kullanmanızı ve kaynağı göstermenizi mecburi kılar. Bu, Batı'nın ‘‘courtesy’’, yani ‘‘müsaade’’ dediği uygulamadır ve riayet edilmediği takdirde ‘‘plagiarism’’in, yani ‘‘intihal’’in sınırlarından içeriye girilmiş olur.

Dolayısıyla, Kemal Alemdaroğlu'na tekrar soruyorum ve artık açık bir cevap bekliyorum: ‘‘Bu işi yaparken neden isminizin başına ‘‘çeviren’’ ibaresini koymadınız, yahut en azından dipnot kullanmadınız Kemal Bey?’’


Fuhuş vergisinin şiiri bile vardı


KADİR Ercan'ın dünkü Hürriyet'te enteresan bir haberi vardı: Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkan Yardımcısı Halil Yılmaz ile eski hesap uzmanlarından İhsan Çilingir, Polis Dergisi'nde çıkan makalelerinde, ‘‘fuhşun ve kumarın suç olmasına rağmen, bu işlerden kazanılan paradan vergi alınmasını’’ teklif etmişler.

Haberi okuyunca, İkinci Abdülhamid zamanında da fuhuştan vergi alınmaya kalkışılması üzerine, o devrin büyük ‘‘heccav’’ı yani ‘‘hiciv şairi’’ Eşref'in yazdığı bir kıt'ayı hatırladım. Eşref'in dörtlüğünü, sadece son mısraın üçüncü kelimesini değiştirerek, hiç yorumsuz aynen naklediyorum:

‘‘Vergi miktarını ol mertebe (o derece) arttırmalı kim (ki), / Sahib-i servet olanlar da züğürt kalmalıdır! / Yalınız fahişelik vergisi haksızlık olur, / Evlilerden de seviştikçe rüsum almalıdır!’’
Yazının Devamını Oku

Top oyununu ‘haram’ deyip yasak etmiştik

16 Haziran 2002
Biz, top oyunlarıyla bundan bin küsur sene önce, daha Asya'dan buralara gelmediğimiz zamanlarda tanıştık. İçerisi saman dolu meşin bir topla bugünkü futbola benzer bir biçimde oynar, bu oyuna ‘‘depük’’ derdik. Sonraları, ‘‘depük’’ün yerini ‘‘çevgán’’ aldı. At üzerinde oynanır, ağaçtan yapılmış bir topun sopalarla kale karşılığı olan mermer sütunların arasına sokulmasına çalışılırdı. İslam uleması, zamanla topu yasakladı. Gerekçe, Hazreti Muhammed'in torunu Hazreti Hüseyin'in Emevi Hanedanı'ndan Yezid'in adamları tarafından Kerbelá'da katledilmesinden sonra kesik başıyla bu şekilde oynanmasıydı.

GÜNLERDİR devam eden heyecan şimdilik sona erdi ve yüzümüz nihayet güldü: Kore'de yapılan 2002 Dünya Kupası'nda Çin'i yenip tur atladık, öbür gün de Japonya ile karşılaşacağız.

Biz, top kavramıyla aslında bundan bin küsur sene önce, daha Asya'dan buralara gelmediğimiz zamanlarda tanışmıştık. İçerisi saman dolu meşin bir topla bugünkü futbola benzer bir biçimde oynar, bu oyuna ‘‘depük’’ derdik. ‘‘Depük’’ sözü ‘‘depmek’’ yani ‘‘tepmek’’ fiilinden gelirdi.

Sonraları ‘‘depük’’ü unuttuk ve onun yerini ‘‘çevgán’’ aldı. Çevgán eski İran'a ait bir spordu ama biz de hemen benimsedik. At üzerinde oynanır, oyuncular ağaçtan yapılmış bir topa ellerindeki sopalarla vurur ve topu bugünkü kalelerin karşılığı olan mermer sütunların arasına sokmaya çalışırlardı. Asırlar sonra, bu oyun Avrupa'da ‘‘polo’’ adını alacaktı.

Derken, Anadolu'da ve Mısır'da top oynamak yasaklandı. Yasak, eski zamanların acı bir hatırasından, Kerbelá hadisesinden kaynaklanıyordu: Hazreti Muhammed'in torunu Hazreti Hüseyin, 680 senesinde Emevi Hanedanı'ndan Yezid'in adamları tarafından Kerbelá'da katledilmiş, kesik başı Yezid'e götürülmüş ve Yezid bu kesik başla top gibi oynamıştı! İşte topa vurulması bu acı hadiseyi canlandırıyordu ve o zamanların uleması ‘‘caiz değildir’’ diye fetva vermişti.

Evliya Çelebi, meşhur ‘‘Seyahatname’’sinin dördüncü cildinde Bitlis'i anlatırken bu yasaktan sözediyor. Bitlis'te ‘‘Çevgán Meydanı’’ diye bir yer olduğunu ve burada sık sık müsabakalar yapıldığını anlatıyor, dolayısıyla da birçok kişinin ‘‘günaha girdiğini’’ söylüyor.

Seyahatname'de top oyunlarının anlatıldığı aşağıdaki kutuda yeralan bahsi, Topkapı Sarayı Kütüphanesi'nde, Bağdad Kitapları 305 numarada bulunan en eski elyazmasının tam metnini bilgisayara aktaran ve her ikisi de gayet kıymetli birer bilim adamı olan Dr. Yücel Dağlı ile Seyid Ali Kahraman'ın çalışmalarından aldım ve metni bugünün Türkçesi'ne nakletmekle yetindim.

İşte, bir zamanlar ‘‘günah’’ sayılan bir top oyunuyla bugün dünya şampiyonluğuna oynamamızın hoş öyküsü...

Evliya Çelebi’den, topun yasaklanma öyküsü


‘‘... Bitlis'te, Şeref Han Camii yakınında Çevgán Meydanı denilen bir yer vardır. Atlı siláhşörler bu her hafta meydanda çevgán ve cirit oynayup marifetlerini gösterirler.

Çevgán şöyle oynanır: Meydanın bir ucunda mermerden bir taş, diğer ucunda ise uzun bir sütun vardır. Her iki tarafta biner atlı toplanır, ellerine kızılcık ağacından yapılmış eğri birer topuz ve sopa ile beklerler. Ağaçtan yapılmış ve adam kellesi boyunda olan bir top getirilir, mehter çalmaya başlar ve her iki taraftan birer kişi atlarını ortaya sürüp ellerindeki sopalarla topa vurarak topu kendi taraflarındaki dikili taşların gerisine atmaya çalışırlar. Top bazan havada uçar ve bir başka atlı gelip vurarak kendi tarafına geçirmeye çalışır. Topu kendi sınırlarından içeri geçirenler oyunu kazanmış, diğerleri de kaybetmiş sayılır ve oradaki herkese çok büyük ziyafet çekerler. Oyundaki atlar bile topa alışmış vaziyettedir. Öyle ki kedi fareyi nasıl takip ederse, at da topu öyle takip eder. Ama bazı müsabakalarda oyunu seyredenlerin birbirlerine girip kan döktükleri de olur.

Ama, din adamları bu top oyununa izin vermeyip yasaklamışlardır ve yasağın sebebi, Kerbelá Çölü'ndeki hadisedir:

Hazret-i Hüseyin Kerbelá'da şehid edildikten sonra, mübarek başı onunla beraber şehid edilen diğer mübarek kişilerin başlarıyla beraber Şam'da bulunan Yezid'e gönderilmişti. Yezid, o sırada hamamdaydı ve haberi alınca hamamdan çıktı, atına bindi, eline bir çevgán sopası aldı ve İmam Hüseyin Hazretleri'nin yere konulmuş olan mübarek kellelerini bu sopa ile vurarak yuvarlamaya başladı. Sonra, diğer Kerbelá şehidlerinin başlarına da aynı işi yaparak hokkabazlık eyledi.

Derken, İmam Hüseyin'in kellesini on bin askerle beraber Mısır'a gönderdi ve ‘İşte, bağlandığınız İmam Hüseyin'in başı' dedi. İmam'ın kellesi, günler boyu buradaki Rumeli Meydanı'nda kumlar üzerinde kalıp yuvarlandı. Bu sırada Yezid'e bağlı olan bazı Mısırlılar, İmam'ın başına ayaklarıyla vurdular. Bu işi yapanların soyundan gelerin ayakları hálá tulum gibidir.

... Mısır'da ve Anadolu'da topla oynamak, işte bu yüzden yasaktır; ‘Yezid, İmam Hüseyin'in başı ile de böyle oynamıştı' diye yasaklanmıştır. Hadise, Arap tarihlerinde açık bir şekilde yazılıdır ama bundan haberdar olmayanlar topla oynayıp hokkabazlık ederler...’’

(‘‘Seyahatname’’, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdad Kitapları, numara 305, cild: 4, varak: 234.a).

ZAPTİYE



Giden gitti, bari kalanları kurtarın


İSTANBUL Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin bundan iki ay önce bir baskınla sandıklara doldurulup mahzenlere tıkılan seminer kitaplığı, hafta içinde yeniden hizmete açıldı: 9 bin kayıp kitapla, daha doğrusu telefle...

Rektör Kemal Alemdaroğlu beni bizzat aradı ve açılışa davet etti. Gittim, bazı hocaların açılış merasiminde rektöre tabasbuslarına şahit olup dehşete düştüm. Koskoca bir hanım profesör, ‘‘Rektörümüz asıl mesleği olan cerrahlıkta nasıl usta ise, bu kütüphaneyi de aynı ustalıkla tedavi etmiştir’’ gibisinden sözler ediyor, Kemal Bey ise bu sözleri tebessümler saçarak dinliyordu.

Açılış sırasında Alemdaroğlu'na bazı sorular sormam sırasında bir doçent ve profesör grubundan haykırışlar yükseldi. ‘‘Böyle soru nasıl sorulur?’’ gibisinden láflar ediyorlardı ve rektör tarafından ‘‘Susun, Sayın Bardakçı benim misafirimdir’’ diye çocuk gibi paylanınca ancak sustular. İrfan merkezimiz üniversite, işte bu hale gelmişti!

Onbinlerce kitabın mahzenlere atılmasının, dokuz bin adedinin kaybedilmesinin ve üniversitede şans eseri hocalık eden kimi zevat ile bazı yazarlarımızın bu kitap ve ilim cinayetine şakşakçılık etmelerinin üzerinde durmayacağım. Tarih, bu rezaleti alkışlayanları zaten yazacaktır, buna eminim.

Üniversite Kütüphanesi hadisesinin arkasındaki acı gerçek, çok daha başkadır:

İstanbul Üniversitesi'nin bünyesindeki asıl önemli kitaplık, eski merkez binada saklanan elyazmaları ve nadir eserler bölümüdür. Bu bölüm Yıldız Sarayı'nın, yani Sultan Abdülhamid'in özel kütüphanesidir ve 25 bin civarında, çoğu tek nüsha olan birbirinden kıymetli elyazması kitapla ve eski baskı eserlerle doludur.

Daha doğrusu ‘‘dolu idi’’, zira şu anda böyle bir kütüphane artık mevcut değil! Bina, 17 Ağustos depreminde hasar gördüğü için boşaltıldı, kitaplar kolilere yerleştirildiler, hálá o kolilerin içerisindeler ve işin esası da, işte burada: Elyazması eserin kolide saklanamayacağında... Elyazmaları üstüste konuldukları takdirde sayfaları kısa zamanda birbirine yapışır ve açılmaz olur, minyatürler görülmez hale gelirler ve böyle bir hamákatin dünya tarihinde bir eşi yoktur!

Rektör Kemal Alemdaroğlu'na hatırlatıyorum: Üniversite Kütüphanesi'nin bugün başında bulunan ve elyazmalarını muhafaza etmekle görevli olanlar o yazmaları okumaktan ácizdirler. Elyazmasının ne olduğunu bilmezler, okuyamazlar ve bu yüzden bu konulara husumetleri vardır. Husumetin kanıtı, kütüphanenin kullanılamaz hale getirilmiş olması, üniversite yönetiminin bu konuda işin başından beri yanıltılması ve üç seneden beri kapalı olan bir kütüphane hakkında rektöre ‘‘Kitaplığımız herkese hizmet etmektedir’’ şeklinde mektuplar yazdırılmasıdır. Elyazmalarının mikrofilm ücretleri, ‘‘okunmamaları için’’ kasten astronomik mebláğlara yükseltilmiş, o kütüphaneyi kullanmak zorunda olan birçok doktora öğrencisi istenen parayı veremedikleri için doktora programını terketmek zorunda kalmış, hocalar bile araştırma yapamaz hale gelmişlerdir.

Kütüphaneyi yeniden hizmete açmanın yolu ‘‘Paramız yok, binayı restore edemiyoruz’’ mantığından değil, kitapları bir başka mekánda okuyucuya sunmaktan geçer ve depremde aynı derecede zarar gören Fatih'teki Millet Kütüphanesi, bunun güzel bir örneğidir: Millet Kütüphanesi'nin ‘‘kitabı seven’’ idarecileri binlerce elyazmasını Bayezid Kütüphanesi'ne nakletmiş ve depremden birkaç ay sonra yeniden okuyucuya açmışlardır.

Kemal Bey kendisini yanıltanlardan hesap sormayı ne zaman akıl edecek bilmiyorum ama, işte işin özeti: İstanbul'un göbeğinde eşine-emsaline rastlanmamış bir ilim ve tarih cinayeti işleniyor, çoğumuz uyuyoruz ve uyumayanlarımız da şakşakçılıkla meşgul!

Yanılıyorsunuz Zülfü Bey! Bizde Ali de vardı, Ömer de


ZÜLFÜ Livaneli, son zamanlarda Osmanlı tarihine merak saldı. Geçenlerde bu konuda birkaç yazı yazdı ve bunlardan birinde ‘‘Osmanlı'nın, hanedanın kurucusu olan ‘Osman' adının dışında hiçbir halifenin ismini kullanmadığını’’ iddia etti. ‘‘Postlarında oturdukları halifelerin isimlerini ne bir padişaha verdiler, ne de bir şehzadeye. ...Bunun 600 yıl süren bir unutkanlık olduğunu sanmak mümkün değil. Hiç olmazsa binlerce şehzadeden birine Bekir, Ömer ya da Ali ismini koyarlardı. Özellikle ve büyük bir dikkatle bundan kaçınmışlar’’ dedi ve sonra bunun ‘‘ince bir politika’’ olduğunu ileri sürdü.

Osmanlı Hanedanı'nda kullanılan isimler konusunda araştırma yapmak isteyenlerin ilk başvurmaları gereken kaynaklar ‘Sicill-i Osmani’, Alderson'un ‘‘The Structure of Ottoman Dynasty’’si ve ‘‘Gotha Almanakları’’dır. Ama işe mutlaka bir yorumda bulunmak hevesiyle girişir ve bu kaynaklara bakmadan fikir serdetmeye kalkarsanız, Zülfü Bey gibi büyük hataya düşersiniz.

Hanedanda ‘‘Ebubekir’’ adının kullanılmadığı doğrudur ama İkinci Selim'in, Üçüncü Murad'ın, İkinci Mustafa'nın ve Üçüncü Ahmed'in ‘‘Ali’’ isminde birer şehzadeleri vardır. Beşinci Murad'ın torunlarından birinin ismi Ali Vasıb'dır ve bu rahmetli şehzadeyi ben de tanıdım. Üçüncü Murad ile İkinci Osman'ın da ‘‘Ömer’’ adında şehzadeleri vardır. Dolayısıyla Livaneli'nin ‘‘Hanedan özellikle ve büyük bir dikkatle bu isimleri vermekten kaçınmıştır’’ yolundaki iddiası yanlıştır.

Zülfü Livaneli, yazısında bu konularda çalışma yapılıp yapılmadığını soruyor. Cevabını vereyim: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde yardımcı doçent olan Yılmaz Kurt'un isimler hakkında çok sayıda makalesi vardır ve özellikle 16. asır Anadolu'sunun bazı bölgelerinde kullanılan isimleri incelemiştir.

Ve bir ayrıntı daha: Halifeler sadece Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'den ibaret değildir. Bu kişiler sadece ilk dört halifedir, İslam tarihinde daha çok sayıda halife vardır, çoğunun ismi hanedanda kullanılmamıştır ama bunun sebebi ‘‘Osmanlı'nın ince bir politika gütmesi’’ değil, Arap isimlerinin ve geleneklerinin Türk günlük hayatında fazlaca etkili olmamasıdır.

Bütün bunlardan sonra, dostum Zülfü Livaneli'den ricam, ana kaynakları elden geçirmeden tarihi konularda hüküm vermeye kalkışmamasıdır.
Yazının Devamını Oku

Yüksek topuk giymeyen ‘Makber’ şairinin açlık mektubu

9 Haziran 2002
Bilmem, farkında mısınız? Türkiye'de ‘‘büyük edebiyatçı’’ olmanın yolu artık yazdıklarınızın edebi değerinden değil, reklamınızı iyi yapabilmenizden geçer hale geldi. Ne kadar medyatik iseniz, o derecede seçkin bir yazarsınız! Bugün bu sayfada ‘‘büyük edebiyatçı’’ olabilmenin altın kurallarını öğrenecek ve geçmişin bazı çok önemli isimlerinin şimdi Türk Edebiyatı'nın klasikleri sayılmalarına rağmen vaktiyle bu işleri hiç akıl edememiş olmalarından dolayı nasıl sıkıntı içerisinde bir ömür sürdüklerini okuyacaksınız.

Diyelim ki, roman yazmaya karar verdiniz! Yapmanız gereken iş, eğer konunuz belli ve kurgunuz da hazır ise oturup yazmaya başlamanızdır, değil mi?

Hayır! Bugünün Türkiye'sinde bir romanın bu şekilde kaleme alınması çağdışılıktır; asla satmaz ve kaynar gider...

Herşeyin başında, bir yayınevinden önce bir halkla ilişkiler yahut tanıtım şirketiyle anlaşmanız gerekir. Bu şirket sizin reklamınızı yapacaktır, zira bugünün romanları artık kalemin değil, reklamın başarısı üzerine inşa edilmektedirler!

Şirketle anlaştınız diyelim... Şimdi, gazetelerde kısa aralıklarla sizden bahsedilmesi, ‘‘Büyük yazarımız bay filán veya bayan feşmekán, dün, yeni romanı için masasının başına geçti, ilk sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekerek çalışmaya başladı’’ gibisinden son derece ‘‘edebi’’ haberlerin büyük boy fotoğraflarınızla beraber yayınlanması lázımdır. Bu iş defalarca tekrar edecek, unutulmamanıza itina gösterilecektir. Gazetelerin sizden bahsetmemesi için bir problem zaten yoktur, zira ‘‘editör’’ yahut ‘‘eleştirmen’’ olan zevát dünden hazır ve kampanyanın bir parçasıdır.

Bu arada bizzat sizin de gündemde kalabilmenin yolunu bulmanız lázımdır ve bu işin en kolayı ses getirecek şöyle esaslı bir muhalefettir. Meselá o günün en antipatik hadisesini destekler yolda bir demeç verebilir yahut rejime veya devlete hakaretler yağdırabilirsiniz! Zira bizde ‘‘entel’’liğin ana şartı devlete hakarettir, böyle yapar ve hele bir de DGM'lik olursanız, alın size çok daha büyük bir reklam! Artık katıldığınız her celse bir olay, ağzınızdan çıkan her kelime iri puntolar demektir.

Aradan epey zaman geçtiğini, romanı artık tamamladığınızı ve yayınevinin matbaaya gönderdiğini kabul edelim...

Asıl işiniz, yani tanıtımın en büyüğü daha yeni başlamaktadır ve şimdi çok daha fazla uçukluklar etmeniz şarttır! Reklamcınız sanat fotoğrafçılığının önemli bir ismine resimlerinizi çektirecektir ama öyle sıradan resimler değil: Meselá erkek iseniz kadın ayakkabıları giyip şuh bir vaziyette yatağa uzanmalı, kadın iseniz silindir şapka takıp ağzınıza bir püro yerleştirmelisiniz. Değişik yerlerde, ne bileyim, bir hamamda, berberde yahut umumhanede görünebilir, daha da uçuk ve medyatik olmak isterseniz bir caminin duvarına işerken, boş bir mezarda yatarken veya bir eşeği öperken de poz verebilirsiniz; her poz mübahtır!

Resimleriniz ve sizinle yapılmış olan mülákatlar gazete sayfalarını doldururken yayıneviniz kitabınızın ilk baskısını ‘‘üç milyar adet’’ yaptığını duyurup piyasaya verecektir. ‘‘Eleştirmen’’ unvanını takınmış olanlar gazetelerdeki köşelerine sığmamış ve sizi medhedebilmek için bir TV'den ötekine koşuşturmaya çoktan başlamışlardır bile...

Artık liste başı olmuşsunuzdur. Hele hele arada bir benim gibi birileri çıkıp da hakkınızda aykırı bir söz etti mi, keyfinize diyecek yok demektir, çünki reklamın iyisi-kötüsü yoktur!

Yazdıklarınızın okunup okunmaması ise hiç mühim değildir; önemli olan kitabınızın satmasıdır. Ha tencere-tava satmışsınız, ha kitap... ‘‘Eser’’inizin salondaki sehpanın üzerine eşin-dostun görebileceği şekilde konması yahut sokakta yürürken elde veya koltuğun altında görünmesi káfidir.

İşte, bizde ‘‘büyük yazar’’ olmanın şartı, şimdi maalesef bu yollardan geçiyor!

Yandaki kutuda, Türk Edebiyatı'nın 20. yüzyılın başındaki bazı önemli isimlerinin hayat gaileleriyle ilgili bazı mektuplarını okuyacaksınız. Bu isimlerin özellikle ilk ikisi, ‘‘Makber’’in sahibi Abdülhak Hámid ile ‘‘Merdiven’’in şairi Ahmed Haşim, edebiyatımızın klasikleri arasında yer alırlar.

Ama bu yazarların hiçbiri eserlerinin reklamını yapmamış, hamamlarda yahut yatak odalarında fotoğraf çektirmemişlerdir. Böylesine ucuzluklar akıllarına bile gelmemiştir, mesleklerine saygılı olup merdivenleri ‘‘ağır ağır’’ çıkmışlardır ve işte bu sayede hálá ayakta ve hafızalardadırlar...

Ortaya ‘‘zamanımızın yazarları da kendilerinden öncekiler gibi peş parasız yaşasınlar, sefalet çektikçe yükselsinler’’ gibisinden saçma bir fikir atmıyor ama edebiyatın bir ‘‘edeb’’ işi olduğunu hatırlamamızı istiyorum, o kadar...


‘Merdiven’in şairi de sefalet mektubu yazmıştı


AHMED HAŞİM / ‘BANA ÇOCUK AYLIĞI VERİYORLAR’


1887 ile 1933 yılları arasında yaşayan Haşim, Türk Edebiyatı'nın en seçkin şairlerindendi. ‘‘Merdiven’’, ‘‘O Belde’’, ‘‘Şafakta’’ gibi şiirlerinin dillerde dolaştığı günlerde ‘‘Düyun-ı Umumiye’’de, yani ‘‘Genel Borçlar İdaresi’’nde sıradan bir memurdu. Dil imtihanlarında birinci olmasına rağmen beklediği aylığın bir türlü bağlanmamış olmasından dolayı dertliydi ve 1922'nin 25 Ekim'inde, zamanın büyüklerinden birine bu derdini yazıyordu:

‘‘...Zat-ı alilerine karşı yerine getirileceği sözü verilmiş olan vaadin tutulmadığını bildirmek üzere bu mektubu yazmaya cesaret ediyorum. ...Acizlerine tahsis edilen asli maaş, 1500 kuruştur. ...Fransızca yarışmada birinci ve Türkçe yarışmada da birinci olarak çıkmama rağmen, bundan böyle maaş olarak altı bin kuruş alacağım. Genel Borçlar İdaresi beni, şimdiye kadar benim derecemdekilerin láyık olduğu maaşla değil, çocuklara uygun bir maaşla çalıştırıyor. Bugüne kadar günlük ücretle çalışan bir Rus'u, imtihansız olarak en yüksek maaşla istihdam ettiler... Osmanlı idaresi, bir Rus'a tanıdığı hakkı, bir Türk'e tanımıyor...’’


ABDÜLHAK HAMİD / ‘SENATÖR OLDUM AMA PARAM YOK’


‘‘Her yer karanlık, pür nûr o mevkî’’ mısralarının yer aldığı meşhur iiri, yani ‘‘Makber’’i kaleme almış olan ve Türk Edebiyatı'nda ‘‘Şair-i azam’’ diye tanınan Hamid elçiliklerde ve birçok yüksek görevlerde bulunmuş ama iki yakası bir türlü biraraya gelememişti. 1913'te Brüksel elçiliğindeki vazifesinden azledilip Istanbul'a çağrılmışsa da açıkta bırakılmamış ve senatör yapılmıştı ama gene de beş parasızdı. 1914'ün 20 Mayıs'ında o günlerin güçlü bir politikacısına gönderdiği mektubunda ‘‘Maaşım yetmiyor, açım, aman bana bir başka iş’’ demekteydi: ‘‘...Siz bu devlet ve milleti müthiş bir iletten kurtardınız... Tanıyan, tanımayan, büyük, küçük herkes başarılarınıza hayrandır. ... Eğer toplumumuz bu şairin vücudu lüzumsuz değilse, dehanızla ve kurtarıcılığınızla, Abdülhak Hamid'i de kurtarmak isteyeceğinizden eminim. ...Senato'ya tayin edildim. Fakat aldığım aylıkla hem hayatımı devam ettirmek, hem de borçlarımı ödememin mümkün olamayacağını görüyorum. Yani borcumu verecek olsam karnımı doyuramayacağım, karmını doyuracak olsam da borçlarımı ödeyemeyeceğim. Kısacası, berbad bir haldeyim. ...Dolayısıyla ya bir sefarete gönderilmeyi, veya bir diğer göreve getirilmeyi yahut mal; kuruluşlardan birine tayin edilmeyi, bunlar da olmazsa aydan aya ödenmek üzere dört-beş yüz lira borçlanmam yoluyla olsun imdadıma yetişmenizi istirham ediyorum...


MEVLÁNZADE RIFAT


1869 ile 1930 arasında yaşadı. İkinci Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinin en tanınmış ve en muhalif gazetecilerindendi. Senelerini sürgünlerde geçirdi. Romanya'nın Köstence şehrinden İstanbul'daki bir devlet büyüğüne 1922'nin 9 Nisan'ında gönderdiği bu mektubunda, ne istediğini açıkça yazıyordu:

‘‘Muhterem efendim hazretleri, Bu aralık mali müzayakadan fena halde muzdaribim. Buradan hareket niyetindeyim. İnsaniyetinize ve yüce şahsiyetinize karşı olan samimi bağlılığım dolayısıyla yardımınızı rica ediyor ve hayal kırıklığına uğramayacağımı zanneyliyorum. En samimi hürmetlerimin kabulünü rica eylerim efendim hazretleri. Her emrinize hazır olan Mevlánzade Rıfat’’.


Ey, Reşad Ekrem’in ‘kadîm’ dostları! Neredesiniz?


Bundan iki hafta önce Orhan Pamuk'un intihallerinden sözettim, Fuad Carım'ın ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’ isimli kitabının nasıl ‘‘Beyaz Kale’’ olduğunu yazdım.

Hiç mübaláğasız söylüyorum, bu yazımın yayınlanmasından sonra yüzlerce e-mail aldım ve hiçbiri yazdıklarıma karşı değildi. Aykırı söz, tek bir yerden geldi: Boğaz tepelerindeki bir ‘‘monden’’ üniversiteden. ‘‘Yeni Türk Türk Edebiyatı’’ hocası olduğu söylenen bir hanımın orada-burada ‘‘Modern edebiyatta bu gibi alıntılar normaldir, o -yani bendeniz- bu işleri bilmez’’ gibisinden sözler edip intihal teşvikçiliği yaptığını işittim. Ama ‘‘Edebiyat bir zevk ve kültür işidir, aylık almak için edebiyat allámeliğine soyunanlarla, eski Türkçe bir kitabı okumaktan bile aciz bir edebiyat tarihçisiyle, doçent olmalarına rağmen profesör titri takınıp TV'lere çıkanlarla ve hele hele ‘‘Türk Teceddüd Edebiyatı’’ kavramını ‘‘Türk Tabasbus Edebiyatı’’ haline getirenlerle bu işleri tartışmaya değmez’’ deyip üzerinde durmadım; ama gerekirse dururum.

‘‘İntihalci’’ olduğunu söylediğim yazara karşı senelerden beri medhiye üzerine medhiye düzen, işleri-güçleri kendi kliklerine mensup medyatik‘‘yazar’’lar hakkında kasideler döşenmek ve jürilerde birbirlerine páye vermekten ibaret olan ‘‘eleştirmen’’lerimiz, zülf-i yáre dokunduğundan olacak, yayınladığım intihal belgeleri hakkında tek kelime etmediler, çıtları bile çıkmadı.‘‘Pamuk hakkında ilk yazıyı sen yaz, Reşad Ekrem'den dolayı öncelik senin olsun’’ diyen bir başka eleştirmenimizin, benim yazımdan iki gün sonra Pamuk'un bir romanının Kürtçe edisyonundaki önsözü pohpohlaması da açıkcası, beni hayli üzdü ve düşündürdü.

Şimdi bütün bu zeváta soruyorum:

Kalemlerinizi ne yaptınız, nereye sakladınız efendiler?
Yazının Devamını Oku

286 yıl sonra ilk mehter 150 yıl sonra ilk Sultan Marşı

7 Haziran 2002
‘‘Hollanda Sarayı’’ olarak bilinen İstanbul'daki Hollanda Başkonsolosluğu binasında, pazartesi günü bir ‘‘Osmanlı Balosu’’ verilecek. Konuklar kapıda mehter davullarıyla karşılanacak ve balonun açılışında ‘‘Padişah Marşı’’ ile Sultan Abdülaziz'in bestesi olan ‘‘Valse Davet’’ isimli parça çalınacak. Yabancı bir diplomatik misyonda, son mehter bundan 286, son ‘‘Padişah Marşı’’ ise 150 yıl önce çalınmıştı.

Yabancı bir diplomatik misyonda, önümüzdeki pazartesi günü 286 yıl aradan sonra ilk kez mehter çalınacak ve tam 150 yıl sonra da yine ilk defa bir ‘‘Padişah Marşı’’ icra edilecek.

Hollanda Büyükelçiliği, 1854'te mimar Fossati kardeşler tarafından inşa edilen ve konsolosluk olarak kullanılırken geçen yıllarda çıkan bir yangında kısmen yanan İstanbul'daki ‘‘Hollanda Sarayı’’nın restore edilip yeniden kullanıma açılması münasebetiyle önümüzdeki pazartesi günü bir balo düzenledi.

‘‘Osmanlı Balosu’’ adı verilen davette konuklar Hollanda Sarayı'nın kapısında mehter davullarıyla karşılanacak, balo öncesi verilecek olan kokteylde fasıl müziği çalınacak, balonun açılışı ise Guatelli Paşa'nın 1850'li yıllarda dönemin hükümdarı Sultan Abdülmecid için bestelediği ‘‘Mecidiye Marşı’’ ile yapılacak. Daha sonra Sultan Abdülaziz'in bestesi olan ‘‘Valse Davet’’ isimli eser ve Necmettin Paşa'nın ‘‘Polka’’sı icra edilecek.

Mehter müziği, Türkiye dışındaki yabancı bir misyonda son kez 1716'da Viyana'da icra edilmiş, bir padişah marşı ise ilk ve son defa olarak 1852'de, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçiliği'nde zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid'in de katıldığı bir baloda çalınmıştı.

Balonun davetiyesi ve programı, bana resmi törenlerde ve karşılamalarda Fransa'nın Napoleon döneminden kalma miğferli kıtalarını, İngiltere'nin Kraliçe Victoria zamanının muhafız alaylarını, Yunanistan'ın da eteklikli ‘‘Efzun’’ birliklerini kullanmasını hatırlattı. Tarihi protokolümüzü ileride ‘‘Avrupalı’’ olabildiğimiz takdirde, belki biz de hatırlarız, kim bilir?

Veliahdın protestosu baloyu engellemedi

Antalya'da Hollandalı iki turiste tecavüz edip öldüren katillerin serbest bırakılması üzerine Hollanda veliahd prensi olayı protesto için İstanbul ziyaretini iptal etmiş, serbest kalan katiller daha sonra yeniden cezaevine gönderilmişlerdi. Hollanda tarafı bu konuda veliahdın ziyaretinin iptaliyle yetindi ve Osmanlı Balosu'nunun programında bir değişiklik olmadı.
Yazının Devamını Oku

İdam kalkınca kaybolacak eski ‘güzel’ teamüllerimiz

2 Haziran 2002
Milli Güvenlik Kurulu, idamın kalkmasına vize verdi. Meclis, şimdi, binlerce senelik geleneklerimizden biri olan bu işi, artık sadece tarih kitaplarında rastlayabileceğimiz bir konu haline getirmek için kolları sıvayacak. Halbuki biz idamı geçmişte sanat haline getirmiş, dibekte kafa ezmekten çengele vurmaya kadar değişik ve renkli can alma metodları icad etmiştik... İşte, şimdi bütün bunlardan elimizde kalan son metodun, darağacının da tarihe intikal etmek üzere olduğunu görünce, eskiden can almakta kullandığımız usulleri bir sıralayayım dedim:

Milli Güvenlik Kurulu idamın kalkmasına vize verdi; ‘‘Apo'yu asalım, idamı ondan sonra kaldıralım’’ diyen MHP de karara saygı duyduğunu açıkladı. Meclis şimdi binlerce senelik geleneklerimizden biri olan bu işi, yani idamı artık sadece tarih kitaplarında rastlayabileceğimiz bir konu haline getirmek için kolları sıvayacak.

Halbuki biz idamı geçmişte sanat haline getirmiş, mahkûmun kafasını dibekte dövmekten keçeye sarıp ezmeye, hatta çengele vurmaya kadar değişik ve renkli can alma metodları icad etmiştik... İşte, şimdi bütün bunlardan elimizde kalan son metodun, darağacının da tarihe intikal etmek üzere olduğunu görünce, eskiden can almakta kullandığımız bütün bu usulleri bir sıralayayım dedim:

KEÇEYE SARIP EZME: Bunu, Osmanlı'dan çok önceki devirlerde sadece hanedan mensuplarına uygulardık. Hanedan gücün timsaliydi, kanı kutsaldı, dolayısıyla bu kanın toprağa damlamaması gerekirdi ve bu inanç, bir yerde devlete saygının işaretiydi. Ölmesine hükmedilen hanedan mensubunun elini-kolunu bağlar, geniş bir keçenin kenarına yatırır, keçeyi rulo haline getirir, adamcağızı bu rulonun tam ortasında bırakır, sonra büyücek bir meydana götürür ve üzerinden bin kadar atlıyı dörtnala geçirirdik. Süvariler birkaç tur atınca mahkûmun kemikleri unufak olur ama yere tek bir damla olsun kanı damlamaz, böylelikle de geleneği çiğnenmemiş sayılırdık. Meselá Cengiz Han, isyan eden kumandanı Camoka'yı keçeye sardırıp atlara çiğnetmiş, sonra da kayalara vurdurmuştu. Keçeye sarıp atlara çiğnetmenin yerini, zamanla kemendle boğma aldı.


ÇENGELE VURMA: İstanbul'da, Eminönü'nde kalın kalaslardan yapılmış kulemsi bir álet dururdu ve üzerinde bir sıra değişik uzunlukta, uçları yukarı doğru kıvrık çengeller vardı. Celládlar anadan doğma soydukları mahkûmun ellerini ve ayaklarını sımsıkı bağlar, makaralara takılı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda çengellerin üzerine bırakırlardı. Mahkûm başından, boynundan, gövdesinden, karnından yahut bacağından çengellerden birinin veya birkaçının üzerine saplanıp kalır, bazen derhal ölür, bazen de saatlerce ve hattá günlerce feryád ettikten sonra can verirdi.


KAZIĞA OTURTMA: Bu, Balkanlar'dan öğrendiğimiz bir idam biçimiydi. Yol kesenleri ve denizde korsanlık edenleri kazığa oturturduk. Mahkûmun ellerini ve ayaklarını bağlar, sonra bilek kalınlığında ve gayet sert ağaçtan yapılmış yağlı bir kazığa itinayla çakardık ama bu iş maharet isterdi: Kazığın kuyruksokumunun tam ucundaki derinin altından girmesi, omurgaya zarar vermeden yukarıya uzanması, enseden çıkması ve bütün bunlar olup biterken mahkûmun çok uzun sürede can vermesi lázımdı.

İŞKENCEYLE ÖLDÜRME: Katiller ve soyguncular için infaz öncesi uygulamalardan biriydi. Cellád, suçu sabit olan hırsızı çaldıklarının yerini söylemesi için işkenceye alır, konuşturduktan sonra ya kazığa oturtur, yahut satırla kafasını keserdi. İşkenceye dayanamayıp oracıkta ölenin hesabı ise sorulmazdı, zira o zamanların ceza kanunlarında ‘‘İşkencede ölenin hesabu öldürenden sorulmaya!’’ diye bir madde vardı.

KELLE KESME: Askerlere ve yüksek devlet memurlarına tatbik ettiğimiz bir idam biçimiydi. Celládın, kelleyi çifte oluklu bir palayla tek vuruşta uçurması lázımdı. Canından olacak olan zat eğer çok yüksek rütbeli asker ise tantanalı bir cenaze merasimi yapar, devlet erkánını tabutun önünde ‘‘merhumu pek de iyi bilirdik’’ diye bir güzel ağlatır ve definden sonra mezarının başucuna ‘‘Çok büyük bir askerdi ve devlete büyük hizmetleri dokunmuştu’’ yazan mermer bir taş dikerdik.


KEMENDLE BOĞMA: Devrik hükümdarlar ve siyasi mahkûmlar içindi. ‘‘Kemend’’ denilen boğma vasıtası ipekten ince bir halat yahut işlemeli, şık bir kuşaktı. Mahkûmun boğazını acıtmaması için iyice yağlayıp öyle kullanırdık. Hatta, bazı mahkûmların başını idamdan sonra ‘‘şifre’’ denilen çok keskin bir usturayla gövdesinden ayırıp ‘‘ibret taşı’’nın üstüne koyduğumuz yahut sarayın şehre açılan büyük kapısının önüne attığımız da olurdu.

TAŞLAMA: Bu infaz biçimine ‘‘recm’’ derdik ve 700 küsur senelik Osmanlı tarihi boyunca sadece bir defa, 17. yüzyılda, Sultan Avcı Mehmed zamanında uyguladık. Aksaraylı Abdullah Çelebi'nin Yahudi bir erkekle basılan karısını fetva alarak yani işi dini bakımdan da meşrulaştırarak, Sultanahmet'teki Yılanlı Taş'ın yanıbaşında toprağa gömüp taşa tuttuk. Sonra, kadınla beraber basılan Yahudi'nin kafasını da hemen oracıkta uçuruverdik.

DARAĞACINA ÇEKME: Sabıkalı hırsızları, özellikle de geceleri ev soyanları suçu işledikleri semtte ve son girdikleri evin, dükkánın veya hanın kapısında asar, cesedlerini ibret-i álem için bir veya iki gün asılı bırakırdık. Sonraları tek yasal idam biçimimiz olan ‘‘darağacı’’ uygulaması, buradan kaldı.

Bu sayfadaki bilgilerin ve çizimlerin bazılarını rahmetli Reşad Ekrem Koçu'nun bundan seneler önce yaptığı yayınlardan derledim. Unutanlar için, Koçu'nun kim olduğunu hatırlatayım: Geçenlerde intihal ve reklam meraklısı bir roman yazarı tarafından ‘‘sefahate düşkün bir eşcinseldi, yazdıklarını ona göre değerlendirin’’ gibisinden bir saçmalıkla gadre uğrayan ama Türkiye'de tarihi halka sevdiren bir tarihçiydi...


ÇARMIHTA MUMLAMA: 17. asırda, yol kesen eşkiyayı böyle idam ederdik. Suçlu bir çarmıha yüzükoyun sımsıkı bağlanır, omuz başlarıyla kaba etleri bıçakla oyulur, buralara iri yağ mumları dikilir, mumlar yakılır ve çarmıh bir devenin üzerine konup mahkûm şehrin bir ucundan öteki ucuna kadar gezdirilirdi. Eşkiya bütün bunlara rağmen yaşamakta hálá inad ederse çözer, mumları çıkartır ve adamı götürüp asardık.


DİBEKTE DÖVME: Büyük suç işledikleri için artık yaşamasını lüzumsuz bulduğumuz din adamlarının kafalarını Topkapı Sarayı'nın avlusunda bulunan ve ‘‘dibek’’ denilen büyük havanlarda dövüp macun haline getirirdik. Kafa büyük bir tokmakla dövülür, böylelikle kanunu ve ‘‘günah’’ kavramını bildikleri halde gene de suç işlemekten çekinmeyenlerin canlarını çok büyük azap içerisinde vermelerini sağlardık.

Celládın mezarı bile ayrıydı


İDAM, bizde her zaman varoldu ve bu cezayı infaz edenler, yani celládlar halktan daima nefret gördüler.

Bu nefret, celládların cenazelerini mezarlıklara kabul etmemek derecesindeydi. Devletin resmi celládları, İstanbul'da ayrı bir yere gömüldüler ve buraya ‘‘Cellád Mezarlığı’’ dendi.

Mezarlık Eyüp'te, Karyağdı Tekkesi'nin gerisinde, Gümüşsuyu denilen yerdeydi. Mezarlara boyları iki metreye yaklaşan koyu renk taşlar dikilir, bu taşlara hiçbir şey yazılmaz ve böylelikle celládların isimlerinin bile hatırlanmasının önüne geçilmeye çalışılırdı.

Dünyanın ilk ve tek cellád mezarlığı olan bu yerde şimdi sadece iki adet taş kalmış bulunuyor ve onlar da çok yakında yokolup gidecekler. Cellád Mezarlığı'nın geçen asırdaki halini gösteren yandaki çizimi, Nezih İzmirlioğlu'nun eski bir deseninden Burak Çetintaş aktardı.

Tarihin arka odası


Uzun sürmüş bir mücadelenin tacı

Topkapı Sarayı Müzesi'nin müdiresi Dr. Filiz Çağman ile ekibi uzun yıllar boyunca çok çektiler. Binbir türlü iftiraya, yerlerinden edilmek için çeşit çeşit tertibe maruz kaldılar ama bütün bu zorluklar içerisinde, Topkapı Sarayı'nı modern bir müze haline getirmeyi başardılar. Seneler süren mücadeleleri, Türkiye'nin Oscar'ı olan Vehbi Koç Ödülü'nün bu hafta saraya verilmesiyle taçlandırıldı.


TÜRKİYE'nin Oscar'ı olan Vehbi Koç Ödülü, Topkapı Sarayı'na verildi. Saray son birkaç senede, müze haline getirilmesinden bu yana görülmemiş bir atılıma ve restorasyona sahne olmuş, açılan sergilerle, yenileme çalışmalarıyla ve deprem konusunda alınan tedbirlerle modern müzeciliğin tam bir örneğini teşkil etmişti.

Bütün bunların arkasında, sarayın müdiresi Dr. Filiz Çağman ile seçkin idari kadrosu vardı. Filiz Hanım sadece Türkiye'nin değil, dünyanın sayılı sanat tarihçilerindendi ve minyatür konusunda çok sayıda ilmi yayın yapmıştı. Bir zamanlar başında bulunduğu saray kütüphanesindeki elyazmalarını ‘‘gözü tutmadığına göstermeyecek’’ derecede korumasıyla tanınırdı. Neredeyse 40 seneden beri sarayda çalışmadaydı, buraya genç bir asistan olarak girmiş, zamanla müdürlüğe yükselmişti. Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın, bu bilgin müzecimizi bundan birkaç sene önce Topkapı Sarayı'nın başına getirmesi, bence siyasi hayatının en hayırlı kararıydı.

Filiz Hanım ve kadrosu bundan birkaç sene öncesine kadar neler neler çektiler... Sürgünlere yollandılar, bazı ‘‘dini bütün’’ TV'lerde onlar için söylenmedik söz bırakılmadı, hatta bir iftira neticesinde evleri bile arandı. Aslında birilerinin bu kadroyla uğraşması hálá devam ediyordu: Meselá, isminin başında ‘‘Prof. Dr’’ unvanını taşıyan bir tarihçi yeni çıkarttığı bir kitabın, daha doğrusu yeni yazıya çevirdiği eski bir risalenin önsözünde, saray arşivinin başında bulunan ve belgeleri bir annenin çocuğunu himaye edişi gibi korumasıyla bilinen fedakár arşivist Ülkü Altındağ hakkında iftiralar atıp ucuz dedikodular çıkartmaktan utanmamıştı.

Burada, bir konuyu aydınlığa çıkartmam gerekiyor: Vehbi Koç Ödülü'nün Topkapı Sarayı'na verilmesi, ödülü sarayın bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı'nın aldığı şeklinde anlaşıldı ama işin aslı böyle değildi: 100 milyarlık ödül bakanlığa değil, ‘‘Kamu Yararına Çalışan Topkapı Sarayı Müzesi'ni Sevenler Derneği’’ne ve ‘‘sadece restorasyon işlerinde kullanılmak şartıyla’’ verildi.

Eskiden ‘‘tetvic etmek’’ diye güzel bir söz vardı ve ‘‘taçlandırma’’ demekti. Vehbi Koç Ödülü'nün Topkapı Sarayı Müzesi'ne gitmesi, bir zamanlar derdlerin en ağırını yaşamış olan Dr. Filiz Çağman'ın taçlandırılmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Reşad Ekrem ‘cemal áşığı’ idi ama intihalci değildi!

26 Mayıs 2002
Niyetim, ‘‘Orhan Pamuk'un Türk Edebiyatı'ndaki yerini tartışmak’’ değil. Ama Orhan Pamuk'un sadece beni değil, benim gibi onbinlerce kişiyi tarihe aşık eden Reşad Ekrem Koçu'yu, yani İstanbul'un yetiştirdiği büyük bir ismi karalamasını hazmedemediğim için yazıyorum: Birileri, artık hayatta olmayan önemli isimleri töhmet altında bırakmadan önce kendi yazdıklarının ve geçmişteki intihallerinin değerlendirmesini yapmak zorundadırlar!

Orhan Pamuk, gündemde kalmayı gene başardı: Bu defa Reşad Ekrem Koçu'yu vasıta yaptı, ‘‘National Geographic-Türkiye’’ dergisinde çıkan ‘‘Şehrin Ruhu’’, başlıklı yazısında Koçu'nun sefahate düşkün bir eşcinsel olduğunu, yayınladığı İstanbul Ansiklopedisi'nin bu yüzden yarım kaldığını ve İstanbul'a ait bilgileri daha da karıştırdığını söyledi.

İstanbul gibi rengárenk bir şehir, bence Pamuk'un yazısından daha ruhsuz bir üslupla ve daha soğuk bir şekilde anlatılamazdı. Ama sayfaların arasına neyse ki Ara Güler'in fotoğrafları serpiştirilmişti de, sözü edilen şehrin İstanbul olduğunu anlayabiliyordunuz.

Bu işin bir tarafı. Diğer yanda ise, Pamuk'un Reşad Ekrem hakkında kullandığı sözler var: Reşad Ekrem'in eşcinselliği, ‘‘içki masası dostlukları’’ ve yine Pamuk'un tabiriyle ‘‘çıplak ayaklı güzel oğlanlara’’ olan tutkuları...

Saklamaya gerek yok: Reşad Ekrem eşcinseldi; eskilerin ‘‘cemál áşığı’’ dedikleri ve yakışıklı delikanlıları ‘‘seyretmekten’’ haz duyan gruba mensuptu. Bunu, Reşad Ekrem'i tanımış olan herkes bilir.

Benim anlamadığım, Reşad Ekrem'in bu tercihiyle yazdıkları arasında bağlantı kurulması...

Reşad Ekrem'in eserleri, iki gruptur: Bilimsel kitapları ve halk için yazdıkları. Meselá 1931'deki üniversite mezuniyet tezi olan 229 sayfalık ‘‘Girit'in Fethi’’ ile ‘‘Kapitülasyonlar’’ ilk gruba girer, maalesef tamamlayamadığı ‘‘İstanbul Ansiklopedisi’’ ile 50 civarındaki diğer yayını ise, ikincisine. İlk gruptakiler konularında hálá tek kaynaktır, ötekiler ise halka tarihi sevdirmiş, son derece canlı bir dil ile yazıldıkları için çok satmış, baskı üstüne baskı yapmış ve hálá da basılan kitaplardır. Her bahis mutlaka eski bir tarih yazmasının tozlu sayfasında gözden kaçmış olan bir nottur ve özetle, Koçu'nun yazdıkları doğrudur!

Reşad Ekrem'in eserlerinde geçen ve Pamuk'un garipsediği delikanlı tasvirleri, bizde eskiden kaleme alınmış birçok eserde klişeleşmiş motiftir, zira bu işler o zamanın toplumunda ‘‘ayıp’’ değil olağandır! ‘‘Sakiname’’ler, ‘‘Şehrengiz’’ler ve hatta birçok resmi tarih kitabı, bunlarla doludur. Reşad Ekrem o iklimin ve o devrin insanıdır, popüler eserlerinde bazı bahisleri tercihini gizlemeden, dürüstçe ve geleneğe riayet ederek kaleme almış ama bu işi şehvet buhranı halinde değil, bir ‘‘vak'anüvis’’ üslubuyla yapmış, ‘‘özendirici’’ değil, ‘‘nakledici’’ olmuştur. Pamuk'un ‘‘kargaşa’’ dediği ama Türkiye'de türünün ilk ve tek örneği olan İstanbul Ansiklopedisi'ndeki bazı maddeler de böyledir. Unutmayalım: Sadece bir ‘‘akşamcı’’ olan Reşad Ekrem'in eserini tamamlamamasına içki merakı ile ‘‘güzel oğlanlar’’ değil, maddi imkánsızlıklar ve yaşı mani oldu: Koçu, 1975'in Temmuz'unda hayata veda ettiğinde 70 yaşındaydı ve bu muazzam eseri için yeni bir finansör aramadaydı!

REŞAD EKREM, REKLAMCI DEĞİLDİ

Bunları, Reşad Ekrem'i savunmak gibisinden bir gereksiz işe kalkışmak niyetiyle yazmadım. Hemen bütün eserleri kaynak olan rahmetlinin, buna zaten ihtiyacı bulunmamaktadır ama bazı kişilerin, Türkiye'ye tarihi sevdiren bu ismi basit birkaç cümleyle karalamaya da hakları yoktur, zira:

Reşad Ekrem hiçbir bir kitabını, yayınından aylar önce reklam etmedi. ‘‘Çıktı, çıkıyor, yarın saat bilmem kaçta piyasada’’ gibisinden işlere kalkışmadı, daha tamamlamadığı eserlerine medhiyeler yazdırmadı. Reklam değil, okuyucusuna birşeyler verebilmenin kaygusundaydı. Hayatı boyunca yazdı ve ‘‘reklamsız’’ eserlerinin geliriyle de kıt-kanaat geçindi.

Reşad Ekrem, gündemde kalabilmek için hayatta bulunmayan önemli isimlerin eşcinselliğini yahut bilmemneciliğini tartışıp eserlerini bir kalemde silip atmayı aklının köşesinden bile geçirmedi. Tam tersine, kendisinden önceki kalem erbábını her zaman yüceltti.

Reşad Ekrem, yeni bir kitap çıkartmadan önce yanına fotoğrafçı Febus'ü yahut Abdullah Biraderler'den birini alıp hamamda, berber koltuklarında yahut puslu İstanbul sabahlarında fotoğraf çektirerek bunları gazetelere dağıtmadı.

Ve, en önemlisi: Reşad Ekrem, hiçbir zaman intihalci olmadı. Başkalarının konularını yahut kahramanlarını, meselá Fuad Carım'ın ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’unun bir bölümünü alıp kendi imzasıyla ve ‘‘Beyaz Kale’’ adıyla yayınlamadı.

Bu ‘‘intihal’’ meselesinin ayrıntılarını yandaki kutularda veriyorum ama zamáne yazarlarına da bir hususu hatırlatmadan edemeyeceğim:

Bundan böyle aşk, meşk ve gönül işlerini bırakın; meyhane ve içki muhabbetinden de el çekin ve sadece yazın! Hem de hiç durmamacasına... Zira Allah geçinden versin ama günün birinde size de emr-i hak váki olunca böyle birisi çıkıp ‘‘Bu adam içki içip şununla-bununla gönlünü eğlendirirdi, dolayısıyla yazdıkları beş para etmez’’ deyiverir, ona göre...

Ne kadar acı! Medeni toplumlar şehir tarihçilerinin heykellerini dikip çalışma mekánlarını müze yaparlarken, bizim edebiyatımızın şimdi dünya çapında olan bir ismi, bu işin bizdeki tek örneğini, Reşad Ekrem Koçu gibi İstanbul'un büyük bir evládını karalamakla meşgul.

Velhásıl, utanılacak bir haldir!

Buyurun, 'Benim Adım Kırmızı'yı tartışalım

Elimde, Amerika'nın önde gelen yazarlarından biri olan Norman Mailer'in bir romanı var: ‘‘Ancient Evenings’’. Eski Mısır'da başlayan bir öykü; cinayetlerle, didişmelerle, bir başka dünya tartışmalarıyla dolu gerilimli bir kitap.

Yorum yapmayacak ama kitapların yalnızca arka kapaklarını okumakla yetinen ve sadece kendi çevrelerinden olan yazarları göklere çıkartan edebiyat eleştirmenlerimizden ufak bir ricada bulunacağım:

Hiç olmazsa şimdi, oturup bir kitabın tamamını okuma zahmetine katlanın; ‘‘Ancient Evenings’’i bulup gözden geçirin, İngilizceniz yoksa birilerine en azından girişini tercüme ettirin ve Norman Mailer'in ‘‘Ancient Evenings’’i ile Orhan Pamuk'un ‘‘Benim Adım Kırmızı’’sı arasında bir benzerlik olup olmadığı konusunda bendenizi aydınlatıverin...

İşte, intihalin suçüstü belgesi

Aşağıdaki iki sütunda karşılıklı olarak yeralan cümleleri okuyup aralarındaki benzerliklerin, daha doğrusu 'aynıyetin' nasıl yorumlanması gerektiğine siz karar verin. Ben bu işe ‘‘intihal’’ diyorum, bakalım siz ne diyeceksiniz...

Bu intihal konusunu yazmamın sebebi, Orhan Pamuk'a karşı ‘‘Reşad Ekrem'in hatırasına saygısızlık ettin ama sen de başkasının eserini intihal etmiştin’’ gibisinden ucuz ve basit bir karalamaya girişmek değil. Sadece, birilerinin, şimdi hayatta olmayan önemli isimleri töhmet altında bırakmadan önce kendi yazdıklarının bir değerlendirmesini yapmalarını istiyorum, o kadar...

Sözü hiç uzatmadan, açıkça söyleyeyim: Orhan Pamuk, intihalcidir! Fuad Carım'ın ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’ isimli eserinin birçok bölümünü intihal etmiş ve ‘‘Beyaz Kale’’ adındaki romanın temelini Carım'ın bu kitabı üzerine kurmuştur. Hem de bazı cümleleri neredeyse aynen alarak...

Fuat Carım, 1892 ile 1972 seneleri arasında yaşadı. Mülkiye'yi bitirdi, Kuvá-yı Milliye'ye katıldı, milletvekilliği, Dışişleri Genel Sekreterliği ve büyükelçilik yaptı. Son derece entellektüeldi, çok ilginç kitaplar yazdı ama bunları az sayıda bastırdı. ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’, bunlardan biriydi.

Kitabın kahramanı 1550'lerde üç yıl boyunca esir olarak İstanbul'da yaşayıp hatıralarını kaleme alan Pedro de Urdemalas adında bir İspanyol'du ve Fuad Carım, tam dört asır sonra, 1964'te, metnin Türkçe'sini yayınlamıştı. Eser, daha sonra ‘‘1001 Temel Eser Serisi’’nden bir başka isimle çıktı.

Bu intihal konusunu bundan birkaç sene önce de gündeme getirmiş ama ‘‘Modern edebiyatta böyle şeyler olur’’ gibisinden abuk subuk bir cevap almıştım. Üstelik, Beyaz Kale'nin sonundaki ‘‘kaynaklar’’ listesinde Carım'ın eseri yoktu ve Fuad Carım'ın adı ‘‘kaynaklar’’a ancak benim yazımdan sonra, kitabın sonraki baskılarında görünmüştü.

İşte, Pedro de Urdemalas'ın Beyaz Kale'ye küçük farklarla giren bazı cümleleri... Pedro'nun sözlerini Fuad Carım çevirisinin Güncel Yayıncılık'tan ‘‘Pedro'nun Zorunlu İstanbul Seyahati’’ adıyla çıkan ikinci, Orhan Pamuk'un cümlelerini de ‘‘Beyaz Kale’’nin 11. baskısından naklediyor ve sayfalarını da gösteriyorum...


Orijinali

‘‘Cenova'dan Napoli'ye giderken, hareketimizi haber alarak Ponz Adaları'nda bekleyen Türk donanmasının hücümuna uğradık’’ (Carım, 11)

İntihali

‘‘Venedik'ten Napoli'ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti’’

(Pamuk, 11)

Orijinali

‘‘Gene esir düşebiliriz korkusuyla, kürekçileri sıkıştırmaktan vazgeçtiler. ...Esir düşerlerse şikáyet göreni feci şekilde cezalandırırlar, hatta yokederler’’ (Carım, 12)

İntihali

‘‘Esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız, kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir veremiyordu’’ (Pamuk,11)

Orijinali

‘‘Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar, sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi’’ (Carım, 13)

İntihali

- ‘‘Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. ...Dışarıda herkesi toplamışlar, çırılçıplak soyuyorlardı. ... Önce bana ilişmediler’’ (Pamuk, 14)

Orijinali

‘‘...Láfa, sözü geçen kaptanlardan Durmuş Reis karıştı. Cenevizli dönme Durmuş Reis, 'İdrar ve nabız hekimidir, cerrahtan daha faydalıdır' dedi. Kürekten, işte bu suretle kurtuldum’’ (Carım, 13)

İntihali

‘‘Reis sordu: İdrardan ve nabızdan anlıyor muydum hiç? Anladığımı söyleyince hem küreğe verilmekten kurtuldum, hem de bir iki kitabımı kurtarmış oldum’’ (Pamuk, 14)

Orijinali

‘‘En üste, Muhammed'in sancaklarını astılar; bunların altına bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız'ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri, bir ok yağmuruna tuttular’’ (Carım, 18)

İntihali

‘‘Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları. Meryem Ana tasvirlerini, haçlarını tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar’’ (Pamuk, 15)

Orijinali

‘‘İşi çaktım ve bir kaşık isteyerek gözü önünde üç kere doldurup içtikten sonra ...beş hap gerekirken altı tane yaptım. Altısını da kendisine verdikten sonra, bir tanesini isteyip yuttum’’ (Carım, 22)

İntihali

‘‘Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum’’ (Pamuk, 17)
Yazının Devamını Oku

Reşad Ekrem ‘cemal áşığı’ idi ama intihalci değildi!

26 Mayıs 2002
Niyetim, ‘‘Orhan Pamuk'un Türk Edebiyatı'ndaki yerini tartışmak’’ değil. Ama Orhan Pamuk'un sadece beni değil, benim gibi onbinlerce kişiyi tarihe aşık eden Reşad Ekrem Koçu'yu, yani İstanbul'un yetiştirdiği büyük bir ismi karalamasını hazmedemediğim için yazıyorum: Birileri, artık hayatta olmayan önemli isimleri töhmet altında bırakmadan önce kendi yazdıklarının ve geçmişteki intihallerinin değerlendirmesini yapmak zorundadırlar!Orhan Pamuk, gündemde kalmayı gene başardı: Bu defa Reşad Ekrem Koçu'yu vasıta yaptı, ‘‘National Geographic-Türkiye’’ dergisinde çıkan ‘‘Şehrin Ruhu’’, başlıklı yazısında Koçu'nun sefahate düşkün bir eşcinsel olduğunu, yayınladığı İstanbul Ansiklopedisi'nin bu yüzden yarım kaldığını ve İstanbul'a ait bilgileri daha da karıştırdığını söyledi.İstanbul gibi rengárenk bir şehir, bence Pamuk'un yazısından daha ruhsuz bir üslupla ve daha soğuk bir şekilde anlatılamazdı. Ama sayfaların arasına neyse ki Ara Güler'in fotoğrafları serpiştirilmişti de, sözü edilen şehrin İstanbul olduğunu anlayabiliyordunuz.Bu işin bir tarafı. Diğer yanda ise, Pamuk'un Reşad Ekrem hakkında kullandığı sözler var: Reşad Ekrem'in eşcinselliği, ‘‘içki masası dostlukları’’ ve yine Pamuk'un tabiriyle ‘‘çıplak ayaklı güzel oğlanlara’’ olan tutkuları...Saklamaya gerek yok: Reşad Ekrem eşcinseldi; eskilerin ‘‘cemál áşığı’’ dedikleri ve yakışıklı delikanlıları ‘‘seyretmekten’’ haz duyan gruba mensuptu. Bunu, Reşad Ekrem'i tanımış olan herkes bilir.Benim anlamadığım, Reşad Ekrem'in bu tercihiyle yazdıkları arasında bağlantı kurulması...Reşad Ekrem'in eserleri, iki gruptur: Bilimsel kitapları ve halk için yazdıkları. Meselá 1931'deki üniversite mezuniyet tezi olan 229 sayfalık ‘‘Girit'in Fethi’’ ile ‘‘Kapitülasyonlar’’ ilk gruba girer, maalesef tamamlayamadığı ‘‘İstanbul Ansiklopedisi’’ ile 50 civarındaki diğer yayını ise, ikincisine. İlk gruptakiler konularında hálá tek kaynaktır, ötekiler ise halka tarihi sevdirmiş, son derece canlı bir dil ile yazıldıkları için çok satmış, baskı üstüne baskı yapmış ve hálá da basılan kitaplardır. Her bahis mutlaka eski bir tarih yazmasının tozlu sayfasında gözden kaçmış olan bir nottur ve özetle, Koçu'nun yazdıkları doğrudur!Reşad Ekrem'in eserlerinde geçen ve Pamuk'un garipsediği delikanlı tasvirleri, bizde eskiden kaleme alınmış birçok eserde klişeleşmiş motiftir, zira bu işler o zamanın toplumunda ‘‘ayıp’’ değil olağandır! ‘‘Sakiname’’ler, ‘‘Şehrengiz’’ler ve hatta birçok resmi tarih kitabı, bunlarla doludur. Reşad Ekrem o iklimin ve o devrin insanıdır, popüler eserlerinde bazı bahisleri tercihini gizlemeden, dürüstçe ve geleneğe riayet ederek kaleme almış ama bu işi şehvet buhranı halinde değil, bir ‘‘vak'anüvis’’ üslubuyla yapmış, ‘‘özendirici’’ değil, ‘‘nakledici’’ olmuştur. Pamuk'un ‘‘kargaşa’’ dediği ama Türkiye'de türünün ilk ve tek örneği olan İstanbul Ansiklopedisi'ndeki bazı maddeler de böyledir. Unutmayalım: Sadece bir ‘‘akşamcı’’ olan Reşad Ekrem'in eserini tamamlamamasına içki merakı ile ‘‘güzel oğlanlar’’ değil, maddi imkánsızlıklar ve yaşı mani oldu: Koçu, 1975'in Temmuz'unda hayata veda ettiğinde 70 yaşındaydı ve bu muazzam eseri için yeni bir finansör aramadaydı!REŞAD EKREM, REKLAMCI DEĞİLDİBunları, Reşad Ekrem'i savunmak gibisinden bir gereksiz işe kalkışmak niyetiyle yazmadım. Hemen bütün eserleri kaynak olan rahmetlinin, buna zaten ihtiyacı bulunmamaktadır ama bazı kişilerin, Türkiye'ye tarihi sevdiren bu ismi basit birkaç cümleyle karalamaya da hakları yoktur, zira:Reşad Ekrem hiçbir bir kitabını, yayınından aylar önce reklam etmedi. ‘‘Çıktı, çıkıyor, yarın saat bilmem kaçta piyasada’’ gibisinden işlere kalkışmadı, daha tamamlamadığı eserlerine medhiyeler yazdırmadı. Reklam değil, okuyucusuna birşeyler verebilmenin kaygusundaydı. Hayatı boyunca yazdı ve ‘‘reklamsız’’ eserlerinin geliriyle de kıt-kanaat geçindi.Reşad Ekrem, gündemde kalabilmek için hayatta bulunmayan önemli isimlerin eşcinselliğini yahut bilmemneciliğini tartışıp eserlerini bir kalemde silip atmayı aklının köşesinden bile geçirmedi. Tam tersine, kendisinden önceki kalem erbábını her zaman yüceltti.Reşad Ekrem, yeni bir kitap çıkartmadan önce yanına fotoğrafçı Febus'ü yahut Abdullah Biraderler'den birini alıp hamamda, berber koltuklarında yahut puslu İstanbul sabahlarında fotoğraf çektirerek bunları gazetelere dağıtmadı.Ve, en önemlisi: Reşad Ekrem, hiçbir zaman intihalci olmadı. Başkalarının konularını yahut kahramanlarını, meselá Fuad Carım'ın ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’unun bir bölümünü alıp kendi imzasıyla ve ‘‘Beyaz Kale’’ adıyla yayınlamadı.Bu ‘‘intihal’’ meselesinin ayrıntılarını yandaki kutularda veriyorum ama zamáne yazarlarına da bir hususu hatırlatmadan edemeyeceğim:Bundan böyle aşk, meşk ve gönül işlerini bırakın; meyhane ve içki muhabbetinden de el çekin ve sadece yazın! Hem de hiç durmamacasına... Zira Allah geçinden versin ama günün birinde size de emr-i hak váki olunca böyle birisi çıkıp ‘‘Bu adam içki içip şununla-bununla gönlünü eğlendirirdi, dolayısıyla yazdıkları beş para etmez’’ deyiverir, ona göre...Ne kadar acı! Medeni toplumlar şehir tarihçilerinin heykellerini dikip çalışma mekánlarını müze yaparlarken, bizim edebiyatımızın şimdi dünya çapında olan bir ismi, bu işin bizdeki tek örneğini, Reşad Ekrem Koçu gibi İstanbul'un büyük bir evládını karalamakla meşgul.Velhásıl, utanılacak bir haldir!Buyurun, 'Benim Adım Kırmızı'yı tartışalımElimde, Amerika'nın önde gelen yazarlarından biri olan Norman Mailer'in bir romanı var: ‘‘Ancient Evenings’’. Eski Mısır'da başlayan bir öykü; cinayetlerle, didişmelerle, bir başka dünya tartışmalarıyla dolu gerilimli bir kitap.Yorum yapmayacak ama kitapların yalnızca arka kapaklarını okumakla yetinen ve sadece kendi çevrelerinden olan yazarları göklere çıkartan edebiyat eleştirmenlerimizden ufak bir ricada bulunacağım:Hiç olmazsa şimdi, oturup bir kitabın tamamını okuma zahmetine katlanın; ‘‘Ancient Evenings’’i bulup gözden geçirin, İngilizceniz yoksa birilerine en azından girişini tercüme ettirin ve Norman Mailer'in ‘‘Ancient Evenings’’i ile Orhan Pamuk'un ‘‘Benim Adım Kırmızı’’sı arasında bir benzerlik olup olmadığı konusunda bendenizi aydınlatıverin...İşte, intihalin suçüstü belgesiAşağıdaki iki sütunda karşılıklı olarak yeralan cümleleri okuyup aralarındaki benzerliklerin, daha doğrusu 'aynıyetin' nasıl yorumlanması gerektiğine siz karar verin. Ben bu işe ‘‘intihal’’ diyorum, bakalım siz ne diyeceksiniz...Bu intihal konusunu yazmamın sebebi, Orhan Pamuk'a karşı ‘‘Reşad Ekrem'in hatırasına saygısızlık ettin ama sen de başkasının eserini intihal etmiştin’’ gibisinden ucuz ve basit bir karalamaya girişmek değil. Sadece, birilerinin, şimdi hayatta olmayan önemli isimleri töhmet altında bırakmadan önce kendi yazdıklarının bir değerlendirmesini yapmalarını istiyorum, o kadar...Sözü hiç uzatmadan, açıkça söyleyeyim: Orhan Pamuk, intihalcidir! Fuad Carım'ın ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’ isimli eserinin birçok bölümünü intihal etmiş ve ‘‘Beyaz Kale’’ adındaki romanın temelini Carım'ın bu kitabı üzerine kurmuştur. Hem de bazı cümleleri neredeyse aynen alarak...Fuat Carım, 1892 ile 1972 seneleri arasında yaşadı. Mülkiye'yi bitirdi, Kuvá-yı Milliye'ye katıldı, milletvekilliği, Dışişleri Genel Sekreterliği ve büyükelçilik yaptı. Son derece entellektüeldi, çok ilginç kitaplar yazdı ama bunları az sayıda bastırdı. ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’, bunlardan biriydi.Kitabın kahramanı 1550'lerde üç yıl boyunca esir olarak İstanbul'da yaşayıp hatıralarını kaleme alan Pedro de Urdemalas adında bir İspanyol'du ve Fuad Carım, tam dört asır sonra, 1964'te, metnin Türkçe'sini yayınlamıştı. Eser, daha sonra ‘‘1001 Temel Eser Serisi’’nden bir başka isimle çıktı.Bu intihal konusunu bundan birkaç sene önce de gündeme getirmiş ama ‘‘Modern edebiyatta böyle şeyler olur’’ gibisinden abuk subuk bir cevap almıştım. Üstelik, Beyaz Kale'nin sonundaki ‘‘kaynaklar’’ listesinde Carım'ın eseri yoktu ve Fuad Carım'ın adı ‘‘kaynaklar’’a ancak benim yazımdan sonra, kitabın sonraki baskılarında görünmüştü.İşte, Pedro de Urdemalas'ın Beyaz Kale'ye küçük farklarla giren bazı cümleleri... Pedro'nun sözlerini Fuad Carım çevirisinin Güncel Yayıncılık'tan ‘‘Pedro'nun Zorunlu İstanbul Seyahati’’ adıyla çıkan ikinci, Orhan Pamuk'un cümlelerini de ‘‘Beyaz Kale’’nin 11. baskısından naklediyor ve sayfalarını da gösteriyorum...Orijinali‘‘Cenova'dan Napoli'ye giderken, hareketimizi haber alarak Ponz Adaları'nda bekleyen Türk donanmasının hücümuna uğradık’’ (Carım, 11)İntihali‘‘Venedik'ten Napoli'ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti’’ (Pamuk, 11)Orijinali‘‘Gene esir düşebiliriz korkusuyla, kürekçileri sıkıştırmaktan vazgeçtiler. ...Esir düşerlerse şikáyet göreni feci şekilde cezalandırırlar, hatta yokederler’’ (Carım, 12)İntihali‘‘Esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız, kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir veremiyordu’’ (Pamuk,11)Orijinali‘‘Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar, sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi’’ (Carım, 13)İntihali- ‘‘Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. ...Dışarıda herkesi toplamışlar, çırılçıplak soyuyorlardı. ... Önce bana ilişmediler’’ (Pamuk, 14)Orijinali‘‘...Láfa, sözü geçen kaptanlardan Durmuş Reis karıştı. Cenevizli dönme Durmuş Reis, 'İdrar ve nabız hekimidir, cerrahtan daha faydalıdır' dedi. Kürekten, işte bu suretle kurtuldum’’ (Carım, 13)İntihali‘‘Reis sordu: İdrardan ve nabızdan anlıyor muydum hiç? Anladığımı söyleyince hem küreğe verilmekten kurtuldum, hem de bir iki kitabımı kurtarmış oldum’’ (Pamuk, 14)Orijinali‘‘En üste, Muhammed'in sancaklarını astılar; bunların altına bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız'ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri, bir ok yağmuruna tuttular’’ (Carım, 18)İntihali‘‘Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları. Meryem Ana tasvirlerini, haçlarını tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar’’ (Pamuk, 15)Orijinali‘‘İşi çaktım ve bir kaşık isteyerek gözü önünde üç kere doldurup içtikten sonra ...beş hap gerekirken altı tane yaptım. Altısını da kendisine verdikten sonra, bir tanesini isteyip yuttum’’ (Carım, 22)İntihali‘‘Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum’’ (Pamuk, 17)
Yazının Devamını Oku

Özal’dan önce kabri açılacak yedi padişah var

5 Mayıs 2002
Semra Hanım, merhum eşi Turgut Özal'ın eceliyle değil de zehirlenerek öldürüldüğü iddiasını ortaya atınca, beni bir meraktır aldı: Ölümleri şüpheli olan ve nasıl can verdikleri asırlardan beri hálá tartışılan tarihimizdeki diğer önemli kişilerin, meselá zehirlendiği söylenen Fatih'in yahut hayaları sıkılıp üstüne üstlük bir de tecavüze uğradığı anlatılan Genç Osman'ın mezarlarını açıp otopsi yapsak, nasıl olur diye düşündüm. Semra Hanım'ın başlattığı bu otopsi tartışması, bana, geçmişimizdeki birçok sırrı çözebilmemizi sağlayacak eşi bulunmaz bir tarihi fırsat gibi görünüyor.

Semra Hanım, merhum eşi Turgut Özal'ın eceliyle değil, zehirlenerek öldüğünü söyleyip otopsi yapılmasını istedi; oğlu Ahmet Bey de konuyu Meclis'e taşıyacağını ve işe resmiyet kazandıracağını duyurdu....

Bu işin arkasından ne geleceğini, otopsi yapılıp da Semra Hanım'ın iddiasının doğru çıkması halinde neler olacağını pek tahmin edemiyorum ama ‘‘mezar açma’’ teşebbüsü bana parlak bir fikir verdi: Özal'ın mezarıyla beraber ölümleri şüpheli olan ve nasıl can verdikleri asırlardan beri hálá tartışılan tarihimizdeki diğer bazı önemli kişilerin, meselá bazı padişahların mezarlarını açıp otopsi yapabileceğimizi, dolayısıyla geçmişimizdeki birçok sırrın da bu sayede çözüleceğini düşündüm.

Ölümü şüpheli hükümdarlar listesinin başında zehirlendiği iddia edilen Fatih Sultan Mehmed ile Yıldırım Bayezid geliyor. Onları, oğlu Yavuz Selim'in zehirlettiği söylenen İkinci Bayezid takip ediyor ve hayaları sıkılıp tecavüze uğradığı anlatılan Genç Osman da sırada bekliyor.

Yandaki kutularda, mezarlarını öncelikle açmamız gereken hükümdarlarımızın bir listesi var. Şimdi, bu otopsi konusunu gündeme getirdiği için Semra Hanım'a millet olarak ‘‘Allah sizden razı olsun’’ diyelim ve hazır elimiz deymişken, Özal ile beraber ölümleri kuşkulu olan bütün bu padişahları da mezarlarından çıkartıp birkaç günlüğüne adli tıbba nakledelim!

Zehirlendi denenler


YILDIRIM BAYEZİD

1402 yazındaki Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşmesinden birkaç ay sonra, Akşehir'de birdenbire ölüverdi. Ölüm sebebi olarak anjinden astıma, kalp krizinden sıtmaya ve iltihaba kadar çeşit çeşit ihtimal ortaya atıldı ama en yaygın söylenti, esarete dayanamayıp yüzüğündeki zehiri içtiği yolundaydı. Dolayısıyla Yıldırım Bayezid'in mezarı açılıp otopsi yapılırsa, kemiklerinde zehir zerreleri bulunup bulunmadığı ortaya çıkacak ve hayatının normal şekilde mi yoksa başka bir yolla mı sona erdiği kesin şekilde anlaşılacaktır.

FATİH SULTAN MEHMED

1481 ilkbaharında doğu taraflarında bir sefere çıkmak üzere 300 bin askerle beraber Üsküdar'a geçti ama Gebze civarındaki ‘‘Hünkár Çayırı’’na vardığı sırada birdenbire yatağa düştü. Gerçi babası İkinci Murad gibi o da ‘‘Nikris’’e yani ‘‘gut’’ hastalığına müpteláydı ama bu defaki hastalığı bambaşkaydı. Saray hekimleri ayağından kan alıp bazı iláçlar içirdilerse de kurtaramadılar. Fatih, 1481'in 3 Mayıs'ında hayata veda etti, cenazesi İstanbul'a getirildi, burada eski Türk gelenekleri uyarınca mumyalandı ve kendi yaptırttığı camiin bahçesine defnedildi. Ama ardında asırlar boyu devam edecek olan bir zehirlenme söylentisi bıraktı ve Papa'dan tutun, İstanbul sarayındaki Rum dönmelere kadar binbir kişi katil adayı yapıldı. İşte, bütün bu iddiaların hakiki cevabını ortaya çıkartmanın tek yolu, Fatih'e de yapılacak olan bir otopsiden geçiyor!

İKİNCİ BAYEZİD

Onun ölümü de kuşku doluydu. Oğlu Yavuz Selim tarafından 24 Nisan 1512'de tahtı bırakmaya mecbur edildi ve bir ay kadar İstanbul'da saygı gösterilen bir mahkum gibi kaldı. Sonra daha rahat bir hayat sürebilmek için, tahtın yeni sahibi olan oğlundan izin alarak Dimetoka'daki sarayına gitmek üzere yola çıktı ve 26 Mayıs günü Çekmece'de aniden can verdi. Osmanlı tarihçileri ‘‘zaten ihtiyarlamıştı, yola dayanamadı’’ dedilerse de, devrik yaşlı hükümdarı oğlu Yavuz'un zehirlettiği söylentileri çıktı ve bu söylentiler asırlar boyu devam etti. Bugün İkinci Bayezid'in cesedine yapacağımız bir otopsi bu şüpheleri dağıtacak; oğlu Yavuz Selim ya aklanacak, yahut babasına hiç de hoş olmayan bir iş ettiği ortaya çıkacaktır.

SULTAN ABDÜLÁZİZ (Bilekleri kesildi)

1876'nın 30 Mayıs'ında bir darbeyle tahtından indirildi ve Fer'iye Sarayı'na kapatıldı, 4 Haziran'da bilek damarlarını makasla kesip intihar ettiği açıklandı ama buna kimseler inanmadı. Seneler sonra zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid hadiseyi gündeme getirip mahkemeye taşıdı, mahkeme Abdüláziz'in cinayete kurban gittiğine karar verdi ve o zamanın önde gelen birçok devlet adamını ağır cezalara çarptırdı. Bendeniz de hükümdarın öldürülmüş olduğuna inananların safındayım, zira hiç kimsenin her iki bileğinin damarlarını kendi başına kesme mahareti gösterebileceğini aklım almıyor. Bu yüzden ‘‘Hazır başlamışken, Abdüláziz'e de bir otopsi yapıverelim’’ diye düşünüyorum. Özal'ın mezarıyla beraber Sultan Abdüláziz'in kabri de açılacak olursa bu ‘‘intihar mı, cinayet mi?’’ tartışmalarına artık bir nokta konacağına eminim!

Başına bir iş gelenler



Elimde imkán olsa mezarlarını açtırıp otopsi yaptırtacağım üç hükümdar daha var: Genç Osman, Üçüncü Selim ve Kanuni Süleyman... Aslında bunların ilk ikisinin başkalarının eli ile, sonuncusunun ise eceliyle öldüğü gayet iyi



biliniyor ama tarihimizin bütün kuşkulardan arındırılması için hazır elimiz deymişken bunlara da hemen bir otopsi yapmamız gerekiyor. İşte bu üç hükümdarın ölüm sebepleri ve otopsi sayesinde elde edeceğimiz emsalsiz bilgiler.


GENÇ OSMAN

Ayaklanan yeniçerilerle sipahiler tarafından 1622'nin 19 Mayıs'ında tahtından indirildi ve ertesi gün ‘‘hayalarının sıkılması suretiyle’’ öldürüldü. Hanedan mensuplarının kanlarının akıtılmaması geleneğinin bu ayaklanmada bir yana bırakılıp kafasının kesildiği ve o sırada 18 yaşında olan hükümdarın tecavüze uğradığı bile iddia edildi. Mezarı açılıp gerekli analizler yapıldığı takdirde bütün bu bilinmezler ortaya çıkacak, ‘‘hükümdarına tecavüz etmiş tek millet’’ unvanını alıp alamayacağımız kesinlik kazanacaktır.

ÜÇÜNCÜ SELİM

Padişahlığının yanısıra çok önemli bir besteciydi. Kabakçı Mustafa'nın başını çektiği bir ayaklanmayla 29 Mayıs 1807 günü tahtından indirildi ve Topkapı Sarayı'nda bir odaya kapatıldı. Yanında karısı, iki cariyesi ve bir de ney vardı. Yerini alan Dördüncü Mustafa'nın emriyle 1808'in 28 Temmuz'unda öldürüldü. İddiaya göre önce şişlendi, sonra kılıçla ve sopa darbeleriyle can verdi. Üçüncü Selim'in kemikleri üzerinde yapılacak bir inceleme, hükümdarın canını nasıl ‘‘zarif’’ bir şekilde aldığımızı ayrıntılarıyla ortaya koyacaktır.

KANUNİ SÜLEYMAN

1566'nın 7 Eylül günü, Macaris-tan'daki Zigetvar Kalesi'ni kuşattığı sırada bu dünyadan ayrıldı. Cenazesi tahnit edildi, iç organları öldüğü yere gömüldü ve cenazesi Istanbul'a getirilip defnedildi. Türkiye, daha sonra, Kanuni'nin iç organlarının gömüldüğü yerin üzerine koskoca bir türbe inşa etti. İşte, hükümdarın İstanbul'daki cenazesi değil ama Macaristan'da kalan iç organlarının kalıntılarını çıkartıp iyi bir tahlilden geçirirsek Muhteşem Süleyman hakkında yeni ve çok önemli bilgiler elde eder, meselá son yediği yemek üzerindeki bilinmezlik bulutlarını dağıtabiliriz demektir.


İşte, açılacak mezarların adresleri


YILDIRIM BAYEZİD Bursa'da, inşa ettirdiği camiin yakınındaki türbede.

FATİH SULTAN MEHMED İstanbul'da kendi ismini taşıyan camiin avlusundaki türbede gömülü olduğu zannedilir ama mezarı başka yerdedir. Yerini, otopsi öncesinde açıklayacağım.

İKİNCİ BAYEZİD İstanbul'da, adını taşıyan semtte yaptırttığı ve yine kendi ismiyle anılan camiin dış avlusundaki türbede.

KANUNİ SÜLEYMAN İstanbul'da, Mimar Sinan'a inşa ettirdiği ve kendi adını verdiği camiin avlusunda.

GENÇ OSMAN Sultanahmet'te, babası Sultan Birinci Ahmed'in türbesinde.

ÜÇÜNCÜ SELİM Láleli'de, Babası Üçüncü Mustafa'nın adıyla bilinen türbede.

SULTAN ABDÜLÁZİZ Divanyolu'nda, ‘‘Sultan Mahmud Türbesi’’nin, caddeye bakan tarafındaki binada.
Yazının Devamını Oku