Murat Bardakçı

89 yıl sonra yine aynı görüntü

23 Mart 2003
‘‘Şattülarap’’ sözünü artık kullanmıyoruz. Dicle ile Fırat'ın arasındaki bölgeye, özellikle de bu nehirlerin denize döküldükleri yere biz ‘‘Şattülarap’’ derdik ve bu bölge Türkiye'nin gündemini asırlar boyunca işgal etmişti. Şimdi Basra taraflarında yaşanan çatışmaları, özellikle de Amerikan ve İngiliz zırhlı konvoylarının çölden Bağdat'a doğru ilerleyişlerini TV'lerde gördükçe, bundan 80 küsur yıl önce aynı yerde çekilmiş bazı fotoğrafları hatırlıyorum... İngilizler'in 1914 Kasım'ından itibaren Bağdat'ı ele geçirmek için, çölde bize karşı giriştikleri uzun yürüyüşü... Amerikan ve İngiliz birliklerinin TV'lerdeki görüntüleriyle bu sayfada yayınladığım resimler arasındaki benzerliği sizin de farkedeceğinize eminim...

IRAK, günlerden beri ateş altında. Tonlarca bomba ve yüzlerce uzun menzilli füze şehrin altını üstüne getirirken, Amerikan ve İngiliz birlikleri, Kuveyt sınırından kuzeye, Bağdat'a doğru uzun bir yürüyüş başlattı.

Ben bu yazıyı yazdığım sırada birliklerin ilerlemeleri devam ediyordu ve Amerikan zırhlı araçlarındaki gazetecilerin aktardıkları görüntüler, bana aynı yerde bundan 89 yıl önceki bir başka yürüyüşü hatırlattı: İngilizler'in 1914 Kasım'ından itibaren Basra'yı işgal operasyonuna başlamalarını ve Bağdat'ı ele geçirmek için, çölde giriştikleri uzun yürüyüşlerini...

Türkiye'nin, Birinci Dünya Savaşı'na resmen katılmasının üzerinden daha birkaç gün geçmişti. İngiltere, Şattülarap'ın ağzına, yani Dicle ile Fırat nehirlerinin denize döküldükleri yere hemen asker çıkarttı ve 21 Kasım'da Basra'yı işgal etti. Kanuni Süleyman'ın 1538'de Türk idaresi altına aldığı Basra, tam 376 sene sonra artık elimizden çıkmıştı.

İşgal birlikleri sadece İngilizlerden değil, dünyanın dört bir tarafındaki sömürgelerden getirilmiş askerlerden meydana geliyordu ve bize karşı savaşanların ön safında onbinlerce Hindli Müslüman vardı. Başlarındaki sarıklarla ateş hattının ilk sıralarına yerleştirilmişler ve ilk ateş de onlara açtırılmıştı... Hem 'Padişah', hem de 'Halife' olan Sultan Reşad'ın 14 Ekim'deki 'cihad', yani 'kutsal savaş' ilánıyla alay edercesine...

Basra çevresindeki bazı Iraklılar'ı, işgal birliklerinin gelişini şimdi sevinç gösterileriyle karşılayan, Amerikan ve İngiliz askerlerine 'Hoşgeldiniz, bizi bu adamdan kurtarın!' diye haykıran bazı Iraklılar'ı TV'lerde bilmem seyrettiniz mi? Hani, Amerikan askerlerinin mükáfat olarak çocuklarına çikolata dağıttığı Basra havalisinin sakinlerini?

Aynı Iraklılar'ın büyükbabaları, bundan 89 yıl önce İngiliz birliklerini aynen böyle karşılamışlardı; 'Hoşgeldiniz, bizi Türkler'den kurtarın' diyerek... Sonra İngiliz birliklerine gönüllü rehberlik etmiş, Dicle'nin sayısız kollarına dağılan binlerce İngiliz askerini küçük tekneleriyle ve sallarıyla bataklıklar arasından geçirip Bağdat'a uzanan düzlüğe çıkarmışlardı.

Biz, tarihimizin en büyük kumarlarından birini, tümen tümen Irak askerinin son birkaç gün içinde göstermelik birkaç kurşun attıktan sonra teslim oldukları yerlerde oynadık. Basra'nın kuzeydoğusundaki Karun Nehri'nden İran tarafına geçtik, İngilizler'in yolunu ve ikmal hatlarını kesebilmek için o günlerde İngiliz işgali altında bulunan İran'ın Ahvaz kasabasını işgal edip Abadan'a giden petrol borularını tahrip ettik.

Birliklerimizin başında Süleyman Askeri Bey adında genç bir yarbay vardı. Basra taraflarına askerlikteki başarısından dolayı değil, İstanbul'da iktidarı elinde bulunduran İttihad ve Terakki Partisi'nin itimadını kazanmış olduğu için gönderilmişti.

Süleyman Askeri Bey, en büyük hatasını Ahvaz dönüşünde yaptı, bir 'İslam Birliği' hayaliyle güneye dönüp Basra'ya ilerledi ve 1915'in 12 Nisan günü Şuayyibe'deki kendisinden kat kat üstün olan İngiliz birliklerine saldırdı. Çarpışmalar üç gün boyunca sürdü ve birliklerimizin neredeyse tamamı imha edildi. Ama henüz 31 yaşında olan genç kumandan namusluydu, uğradığı yenilginin utancıyla yaşayamayacağını biliyordu ve hatasının cezasını kendi elleriyle verdi, yenilgi akşamı tabancasının namlusunu şakağına dayayıp tetiği çekti.

İngiliz ordusunun önünde o an için artık ciddi bir mukavemet kalmamıştı. ve Bağdat'a doğru ilerlemeye devam ettiler. Ama yürüyüşleri şimdiki gibi birkaç gün değil, iki sene sürdü ve İngilizler Bağdat'a ancak 1917'nin 11 Mart günü girebildiler. 1918'in 7 Mayıs'ında Kerkük'ü, 3 Kasım'ında da Musul'u onlara teslim ettik.

Bizim Irak maceramız işte böyle noktalandı ama Irak o zamandan beri bir daha ifláh olmadı. Bir ara İngiliz idaresi altında kaldı, sonra gene İngiltere'nin gölgesinde bir krallık haline geldi, Londra'nın suyundan gitmeyen krallar ameliyat masalarında yahut garip trafik kazalarında canlarından edildiler. Derken Irak'ta bir darbeler dönemi başladı, her yeni darbe bir öncekinden daha kanlı yaşandı ve Bağdat'a Irak tarihinin gelmiş geçmiş en kanlı rejimini kuran Saddam Hüseyin hákim oldu. Çok yakında Saddam da gidecek ama bana sorarsanız Türk yönetimi altındaki üç buçuk asırlık tarihi dışında geçmişi işgallerle ve acılarla dolu olan Irak daha çok uzun zaman rahata ve huzura eremeyecek.

Amerikan ve İngiliz birliklerinin TV'lerdeki görüntüleriyle bu sayfada yayınladığım resimlere bir bakın ve bizim bundan 80 küsur sene önce yaşadıklarımızla bugünlerde olup bitenleri mukayeseye çalışın...


Saddam’ın Bush’a dediklerini Abbasi Halifesi de Moğol Hanı’na söylemişti


BAĞDAT, George W. Bush ile Saddam Hüseyin arasında savaş öncesinde yaşanan ültimatom ve karşılıklı demeç sürecini bundan 748 yıl önce de yaşamış ama şehrin ákıbeti bugünkünden çok daha kötü olmuştu.

O devirlerin Ortadoğu'su, Moğol işgali altında inim inim inlemekteydi. Asya'dan gelip İlhanlılar Devleti'ni kuran Hülágu Han, 1255'te meşhur Hasan Sabbah'ın yolundan gidenlerin elinde bulunan Alamut Kalesi'ne saldırı hazırlığındayken, Bağdat'ı elinde bulunduran Abbasi Halifesi Musta'sım Billáh'tan yardımcı birlikler göndermesini istedi. Halife, teklifin Bağdat'ı zayıflatmak maksadıyla yapıldığını düşündü ve reddetti.

Hülágu, Alamut Kalesi'ni Halife'nin yardımı olmadan ele geçirdi ama artık Bağdat'ı yoketmeye karar vermişti. Elçilerini Halife'ye yolladı, şehrin surlarını yıkmasını, hendekleri doldurmasını ve idareyi oğluna bırakarak huzuruna gelmesini istedi. Halife Musta'sım bu istekleri de geri çevirince, Hülágu Bağdat'a son bir mektup gönderdi. 'Tanrı, dünyayı idare etme görevini Cengiz Han'a ve Cengiz'in soyundan gelenlere, yani bana vermiştir' diyor ve Haliife'ye etmedik hakaret bırakmıyordu.

Halife Musta'sım ise, 'Ben, Moğollar'ın büyük Han'ı Mengü ile dostum. Bağdat'a gelecek olursan başın beládan kurtulmaz!' diyen bir cevap gönderdi ve Hülágu'yu tam manasıyla çileden çıkartan da işte bu cevap oldu. Moğollar, 1257'nin sonlarına doğru Bağdat'ı dört bir yandan kuşattılar. Başına birşey gelmeyeceğinden emin olan Halife, yakınlarını ve hazinesini yanına alıp Basra'ya kaçması için yapılan telkinleri reddedip şehirde kaldı.

Hülágu'nun kuşatmasına dayanamayan Bağdat, 10 Şubat 1258'de kayıtsız-şartsız teslim oldu ve Moğol ordusu şehre girdi. Bağdat, bu tarihten sonra yaklaşık bir ay boyunca tarihin en büyük katliamlarından birine sahne olacaktı.

Moğollar, Halife ile çocuklarını işkenceden geçirdiler ve hazinelerinin yerini söylettikten sonra parça parça ettiler. Sivil halktan yakalanan kim varsa öldürüldü. Tarihler, 800 bin ile 2 milyon arasında Bağdatlı'nın kılıçtan geçirildiğini yazacaktı. Şehir baştan aşağı yağma edildi, camiler ahır yapıldı ve o devir İslam dünyasının en büyük kültür merkezi olan Bağdat'ın bütün kütüphaneleri ateşe verildi. Yakılmayan kitaplar Dicle Nehri'ne atılınca nehir günlerce mürekkep renginde aktı. Gömülemeyen yüzbinlerce cesetten yayılan kokular yüzünden Hülágu bile Bağdat'ı terkedip gitmek zorunda kaldı ama ayrılmadan önce yıkılan bazı binaların ve birkaç caminin yeniden inşasını emretti. Şehir bir buçuk asır sonra Timur'un işgaline uğrayıp yeniden tahrip edilecek ama Moğollar'ın zulmünün eşini bir daha görmeyecekti.

Bağdat'ta iktidar koltuğunda oturanların ákıbetlerini bir türlü farkedememeleri acaba sadece bir tesadüf mü, yoksa ırsi bir hadise mi, bilemiyorum.
Yazının Devamını Oku

Saddam'ı iktidara taşıyan Mişel nasıl Ahmet oluverdi

16 Mart 2003
Bağdat'ın Tahrir Meydanı'ndaki Devrim Komuta Konseyi binasının hemen yanında yeni inşa edilmiş, çini kaplı kubbesi ayetlerle dolu büyük bir türbe vardır. Bu türbede, Irak'ta iktidarı senelerden beri elinde bulunduran ‘‘Baas Partisi’’nin kurucularından olan ve Saddam Hüseyin'in iktidara gelmesinde büyük çaba gösteren Mişel Eflak adında aslen Rum Ortodoks bir Suriyeli yatar. Saddam Hüseyin, iktidarını borçlu olduğu Mişel Eflak'ı ölümünden sonra Müslüman yaparak ‘‘ödüllendirmiş’’ ve ayetlerle süslü bu türbeye defnettirmiştir. İşte, hem Irak'ta hem de Suriye'de tam 40 seneden bu yana iktidarda olan Baas Partisi'nin ve partinin üç kurucusunun kanlı öyküsü...

Irak ve Suriye ile ilgili haberlerde arada bir ‘‘Baas’’ diye bir söz geçer. ‘‘Baas’’ her iki ülkede de iktidarı senelerdir elinde bulunduran siyasi partinin adıdır ve geçmişi ihanetlerle, darbelerle, idamlarla ve cinayetlerle doludur.

İşte, bizde sadece konuya çok yakın olanların bildiği ‘‘Baas’’ olayının ve bu düşüncenin mimarlarının kısa öyküsü...

Baas'ı, farklı dinden ve mezhepten gelen, bir zamanlar içtikleri su bile ayrı gitmeyen ama sonradan kanlı-bıçaklı olan üç arkadaş kurdu: 1910'da doğan Mişel Eflak, 1912 doğumlu Saláh Bitar ve 1908'li Zeki Arsuzi... Mişel Rum Ortodokstu, Salah Sünni Müslüman, Zeki ise Nusayri...

Mişel ve Saláh Suriyeli, Zeki de Hayatlı idi. Üçü de Paris'te, Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe okumaya gitmişlerdi. Burada rastladıkları düşünce akımları, onları Arap dünyasına yeni bir ideoloji kazandırmaya sevk etti. Okullarını bitirip memleketlerine dönünce, her üçü de liselerde hocalık etmeye başladılar. Kendi çevrelerinde bir düşünce grubu kurdular ve bu grup zamanla siyasi bir parti halini aldı.

Zeki Arsuzi, o yıllarda bağımsız olan Hatay'da yaşıyordu, oranın vatandaşıydı, siyasi faaliyetleri yüzünden işinden atıldı, Hatay Türkiye'ye bağlanınca da Suriye'ye geçip Şam'a yerleşti ve faaliyetlerine Suriye'de devam etti.

Üç arkadaş, 1940'tan itibaren kendilerini lider kabul eden düşünce ve çalışma gruplarını siyasi bir parti haline getirmeye çalıştılar. Mişel ve Saláh aynı, Zeki ise başka bir gruba liderlik ediyordu. 1943'te ‘‘El Baas el Arabi’’ yani ‘‘Arap Dirilişi’’ adını verdikleri hareket, Şam'da, 1947'de siyasi partiye döndü. ‘‘Baas Partisi’’ böylelikle resmen kurulmuş oldu ve genel sekreterliğe Mişel Eflak seçildi. Tüzüklerinde, kuruluş amaçları ‘‘Arap dünyasını tek bir bağımsız devlet haline getirmek için mücadele’’ diye yazılmıştı ve iktidara oynamaya başladılar.

Üç arkadaşın arasına, işte bu tarihten itibaren yavaş yavaş bir kara kedi girdi... Küçük anlaşmazlıklar daha sonra büyük ideolojik kavgalar halini alacak, hayatları çok kısa sürelerle iktidar meyvelerini tatmakla ama genellikle sürgünlerle, ihanetlerle ve mücadeleyle geçecekti.

Mişel Eflak 1949'da Suriye Eğitim Bakanı oldu, Salah Bitar ise hükümete girmek yerine partide çalışmayı tercih etti. Ama 1952'de yaşanan darbe, bu iki gençlik arkadaşını sürgün yoluna çıkardı. Mişel Lübnan'a gitti, Salah bir müddet izini kaybettirdi ve tehlikenin geçmesi üzerine 1954'te yeniden Şam'a döndüler. Baas, bu arada Suriye Sosyalist Partisi ile birleşip gücünü daha da arttırdı, adı ‘‘Arap Sosyalist Baas Partisi’’ oldu, genel sekreterliğe yeniden Mişel Eflak getirildi, Saláh Bitar da parlamentoya girdi. Daha sonra çeşitli bakanlıklara gelecek ve nihayet başbakan olacaktı.

Saláh Bitar, 1956'dan itibaren dışişleri bakanı olarak Suriye ile Cemal Abdülnasır'ın idaresindeki Mısır'ın ‘‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’’ adı altında tek bir devlet haline gelmesinin mimarlığını yaptı. İki devlet birleşti ama bu beraberlik sadece iki sene sürdü.

Baas'ın kurucularının büyük hayalleri, daha en baştan hayal kırıklığıyla neticelenmişti. Bunun üzerine öncelikle Suriye'de tek başlarına hákim olmanın yolunu aradılar. Baas 1963 darbesiyle iktidarı ele geçirdi ve başbakanlığı Saláh Bitar üstlendi.

Baas devlete hákim olmuş ama yönetimde büyük kavgalar çıkmıştı. Parti içi anlaşmazlıklar 1966'da kanlı bir mücadele halini almak üzereyken, Mişel Eflak bir daha dönmemek üzere Suriye'yi terk etti. Önce Lübnan'a, burada hayatından emin olamayınca çok daha uzaklara, Brezilya'ya gitti.

İktidar, Salah Bitar'a da yaramadı ve sadece üç sene başbakanlık yapabildi. 1966'da o da Lübnan'a kaçmak zorunda kaldı ama sürgün onun için çok daha zor oldu. 1969'da ihanetle suçlandı ve gıyabında idama mahkûm edildi. Daha sonra Hafız Esad tarafından affedildiyse de Suriye'ye dönmedi. Gençlik yıllarını geçirdiği Paris'e yerleşti, burada Suriye muhalefetini örgütlemeye çalıştı. Yıllar sonra, 1978'de, Hafız Esad tarafından barışmak için Şam'a davet edilince memleketine sadece birkaç günlüğüne gitti ama Esad ile hiçbir konuda anlaşamadı ve yine Paris'e döndü.

Saláh Bitar'ın hayatı, 1980 Temmuz'unda Paris'te silahlı bir suikastla noktalanacak, suikasttan Suriye yönetimi sorumlu tutulacak fakat hiçbir delil bulunamayacaktı.

Sürgünün ilk yıllarını Brezilya'da geçiren Mişel Eflak ise, Baas doktrinini daha sonra bir başka memlekette hayata geçirdi: Irak'ta...

Baas düşüncesi Irak gençliğini de etkilemiş, Baasçılar uzun seneler yönetime oynamış ama her seferinde dışlanmışlardı. İktidarı ancak 1968'de, kanlı bir darbeyle ele geçirebildiler. Mişel Eflak, Irak'taki yeni yönetim tarafından davet edildi, Irak vatandaşı yapılıp partinin başına geçirildi ve ülkenin ideolojisini belirlemeye başladı.

Ama bütün çabalarına rağmen Baas'ın Ürdünlülere karşı mücadele eden Filistinlilere destek vermemesine kızdı, 1970'te bu defa Irak'ı terk etti ve yeniden Lübnan'a yerleşti. 1974'te Bağdat'a tekrar dönecek, partinin en yüksek makamına getirilecek, halktan ve devletten büyük saygı görecek, Saddam Hüseyin'i bizzat yaratacak ama yönetimde hiçbir şekilde söz sahibi yapılmayacaktı.

Mişel Eflak, 23 Haziran 1989'da Paris'te bir hastanede öldü. Cenazesi Irak'a getirildi ve çok büyük bir merasimle Bağdat'taki Devrim Komuta Konseyi binasının hemen yanına defnedildi. Derken, Saddam Hüseyin'in, iktidarını borçlu olduğu Eflak'a minnet borcunu ödeyeceği tuttu ve Baas'ın fikir babasına ‘‘ölümünden sonra’’ din değiştirtti. Eflak'ın son günlerinde koyu bir Müslüman olduğunu ilan etti, adının başına bir ‘‘Ahmet’’ ilávesiyle ismini ‘‘Ahmet Mişel’’ yaptı, mezarının üzerine de kubbesi ayetlerle dolu bir türbe inşa ettirdi. Suriye Ortodoksu Mişel Eflak, ‘‘Ahmet Mişel Eflak rahmetullahi aleyh’’ olarak şimdi bu türbede yatıyor.

Baas düşüncesine fikir babalığı eden üçlü arasında sadece biri, Hataylı Zeki Arsuzi rahat bir hayat sürdü. Baas'ın siyasi bir parti haline gelmesinden sonra çekişmelerden uzak kaldı, 1963'te o günlerde Suriye Hava Kuvvetleri Kumandanı olan Hafız Esad, kendisi gibi Nusayri olan Arsuzi'yi Suriye ordusuna Baas doktrinini aşılamakla görevlendirdi. Arsuzi, 1968'deki ölümüne kadar orduyu Baasçı yapmakla uğraştı.

Dünyaya Saddam Hüseyin'i armağan eden Baas düşüncesinin kurucuları işte böyle maceralı bir hayat sürdüler... Devrim kendi evlátlarını tek tek yedi ve meydanda sadece tek bir kişi, Saddam Hüseyin kaldı... Bugün ‘‘Baas’’ demek Saddam Hüseyin, Saddam Hüseyin de Irak demektir.

Saddam'ın devrilmesiyle neticelenecek olan savaşa karşı çıkanlara küçük bir hatırlatma yapayım: Uğrunda canlı kalkan olmak için yarıştıkları, kendilerini kamyonlara zincirledikleri Saddam Hüseyin'in Irak'ında bırakın bilgisayar, daktilo bile suç aleti sayılır. Evlerde daktilo bulundurulması yasaktır, izne tabidir ve yazı makinesine ancak siláh ruhsatı alır gibi ‘‘daktilo ruhsatı’’ edinebilenler sahip olabilirler.


Mişel Eflak’ın en büyük eseri: Saddam Hüseyin


Suriyeli Rum Ortodoks olan Mişel Eflak, birkaç nesil boyunca siyasetin içerisinde bulunmuş bir ailenin çocuğuydu. Babası hem Osmanlı, hem de Fransız yönetimi sırasında defalarca tutuklanmıştı ve Mişel'in hayatı da sürgünlerle, darbelerle ve ölüm korkusuyla geçti.

Mişel Eflak, hayatını ‘‘Arap Dirilişi’’ demek olan Baas düşüncesini bütün Arap dünyasında hákim kılmaya vakfetti. Bunda gerçi istediği neticeyi alamadı ama dünyaya Baas düşüncesinden de önemli bir hediye verdi: Saddam Hüseyin'i...

1974'te Bağdat'a ikinci gelişinde, Baas Partisi'nin merkezinde halkın hemen her kesimiyle, özellikle de gençlerle ideolojik toplantılar yapıyordu. Saddam Hüseyin adındaki partili, daha o günlerde Mişel Eflak'ın dikkatini çekti. Artık, geleceğin liderini bulduğuna inanıyordu ve Saddam'ın partide yükselebilmesi için elinden gelen çabayı gösterdi.

Saddam Hüseyin, 1979'da Irak'ın başına geçmesini Mişel Eflak'a borçlu olduğunu hiçbir zaman unutmadı ve Eflak'a gösterdiği saygıyı onun ölümünden sonra da devam ettirdi. Bir röportajında Eflak'tan ‘‘Benim için yaptıklarını nasıl unutabilirim? O, Irak'a ve Araplar'a cennetin bir armağanıydı’’ diye bahsedecekti.

Eflak'ın ideologluğunu yaptığı Baas doktrini, laik temele dayanıyordu. Baas, İslamiyet'i bir din olarak değil, ‘‘Arap kültürünün çok önemli bir mirası’’ olarak kullandı ve Eflak, ideolojisini bu çerçevede ördü.
Yazının Devamını Oku

Boş Herif başaramamıştı Barzani hiç başaramaz

9 Mart 2003
Mesut Barzani'nin daldığı bağımsızlık ruyası, bana bir zamanlar aynı ruyayı gören ve ‘‘Kürdistan Kralı’’ olma hevesine kapılan Şerif Paşa'yı hatırlattı. Yakışıklılığı sayesinde Avrupa'da ‘‘Bo Şerif’’ yani ‘‘Güzel Şerif’’, bizde ise ‘‘Boş Herif’’ diye tanınan Şerif Paşa, kendine veliahd bile seçmiş ama sonra bu krallık oyunundan sıkılıp bütün zamanını Monte Carlo'nun büyük kumarhanesindeki rulette kazandıracak bir sistem icadına harcamıştı.

MESUT Barzani gittikçe tehlikeli işler etmeye başladı. Taraftarları bir yandan Erbil'de Türk bayrağını yakarken partisi Amerikan gazetelerinde ilánlar yayınlayıp 'Türkiye'nin buralardan uzak durmasını sağlayın' diyor, sonra da Ankara'daki temsilcisi Dışişleri'ne gidip sıcak mesajlar veriyor.

Barzani'nin bu hareketleri ve bağımsızlık ruyası, bana Kürt meselesini yüzyılın ilk yarısında uluslararası arenaya taşıyan, o günlerde bizi bir hayli uğraştıran ama ismini şimdi çoktan unutmuş olduğumuz bir başka Kürt politikacıyı ve yaptığı gariplikleri hatırlattı: Bizde 'Boş Herif' diye bilinen Şerif Paşa'yı...

Şerif Paşa, 1865'te İstanbul'da doğdu. Irak'ın Süleymaniye bölgesinden gelen ve imparatorlukta önemli vazifeler almış geniş bir Kürt ailesine mensuptu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi, sonra Fransa'nın en önemli askeri mektebi olan Saint-Cyr Akademisi'nden mezun oldu. Bir ara İkinci Abdülhamid'in yaverliğini yaptı, derken Avrupa başkentlerine askeri ataşe olarak gönderildi, 1898'de Stockholm Elçisi oldu ve on sene boyunca İsveç'te kaldı.

Paşa'nın adını duyurması, işte bu göreve tayin edilmesiyle başladı. Mısırlı zengin bir prensesle, Emine Halim ile evliydi ve karısının serveti sayesinde Stockholm'de refah içerisinde, şatafatlı bir hayat sürüyordu. İsveç Kralı ise dostluk kurmuş, sarayın özel davetlerine katılır olmuştu. Stockholm kadınları tarafından çok yakışıklı bulunuyordu ve etrafında sosteye mensup bir hayranlar grubu vardı.

Şerif Paşa'ya, Fransızca bir de lákap takılmıştı: 'Beau Şerif' (okunuşu: Bo Şerif), yani 'Güzel Şerif'... Bu lákap, Paşa'nın ileriki senelerde Türkiye aleyhine çalışmaya başlamasından sonra 'Boş Herif'e dönecek, hatta bu isimle bir kitapçık bile yayınlanacaktı.

Paşa, hayatı boyunca herşeye muhalif oldu. Gün geldi, o zamana kadar savunduğu ne varsa hepsini reddedip başka fikirlere sarıldı, derken onlardan da bıktı, yeni düşüncelere kapıldı ve oldukça uzun hayatını işte böyle geçirdi.

Bu muhalif huyu, İsveç'te refah içerisinde yaşarken de depreşti ve elçisi olduğu Sultan Abdülhamid'e karşı faaliyet gösteren İttihadçılarla yakınlaştı. Abdülhamid iktidarının son aylarında istifa edip Paris'e gitti, 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilán edilmesiyle İstanbul'a döndü ama bu defa İttihadçılarla kapıştı ve yeniden Paris'e yerleşti. Burada 'Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye' adında bir siyasi parti kurup 'Meşrutiyet' diye bir de dergi çıkarmaya başladı.

Ama, İttihadçı düşmanlığı da sadece beş sene sürdü; 1914'te Paris'ten sıkıldı, kalkıp Monako'ya yerleşti ve Monte Carlo'da 'Mon Keyf' adını verdiği villasında yaşamaya başladı. Karısının serveti ve birkaç sene önce ölmüş olan babasından kalan yüklü miras sayesinde hiç sıkıntı çekmiyor, canı ne isterse yapabiliyordu.

Aradan dört sene geçti, Şerif Paşa Monte Carlo'daki tatlı hayattan da bıktı ve bu defa çok daha başka bir yola girdi: Sıkı bir Kürtçü kesildi ve 'Kürdistan Kralı' olma hülyasına kapıldı. O zamana kadar yaptığı siyasi faaliyetler muhalif bir politikacının hareketleri olarak normal karşılanabilirdi ama artık bambaşka bir yola girmişti ve bu yol onu devletine ihanet çizgisinin de ötesine götürüyordu.

Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Osmanlı devletiyle müttefikleri savaştan yenik çıkmışlardı ve toplanacak barış konferanslarında yeni bir dünya kurulacaktı. Azınlıklar artık bağımsız olmak istiyorlardı ve Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerle Kürtler de onlarla beraberdi.

Sevr Andlaşması öncesinde bu iş için çaba gösteren örgütlerden biri olan 'Kürdistan Teali Cemiyeti', Şerif Paşa''Kürt delegesi' yaptı. Paşa hemen bir Kürt delegasyonu teşkil edecek ve bir zamanlar dışarıda senelerce temsil ettiği devletten bu defa toprak kopartmaya çalışacaktı. Bunun için Ermeni tarafıyla temasa geçmekte hiç sakınca görmedi ve 1919'un 11 Kasım'ında 'Kürt temsilcisi' sıfatıyla Ermeniler'in temsilcicisi Boğos Nubar ile bir 'bağımsızlık belgesi' bile imzaladı.

Artık en başta İngiltere ve Fransa olmak üzere galip devletlerin temsilcileriyle bağımsız Kürdistan'ın nasıl kurulacağını tartışıyor, barış konferansına Osmanlı tarafını temsilen katılan eski meslekdaşlarından toprak kopartabilmek için çaba gösteriyor ve her tarafa muhtıralar, memorandumlar, mektuplar gönderiyor, çizdirdiği Kürdistan haritalarını delegelere dağıtıyordu. Sevr'in taslağının Osmanlı diplomatlarına verildiği resmi toplantıda, galip devlet temsilcilerinin yanında Şerif Paşa da vardı.

Hayali, kurulacak Kürdistan'a 'Kral' olmak, Musul'u başkent yapıp orada hüküm sürmekti. Ama oğlu olmamıştı, sadece iki kızı vardı, dolayısıyla kendisine bir veliahd tayin edebilmesi zordu fakat Paşa bunu da düşünmüştü; 'Tahtına senden sonra kim geçecek?' diye soranlara kızlarından birinden olan erkek torununu gösteriyordu.

Ama sıkıntılı karakteri yüzünden bu Kürtçülük oyunundan da bıktı. Günün birinde hem Türk hem de Fransız gazetelerine ilánlar vererek 'Padişahıma ve halifeme bağlıyım ve bu işi bırakıyorum' deyip Paris'ten ayrıldı. Bir ara Mısır'da yaşadı, oradan yine Avrupa'ya döndü, yine Monte Carlo'ya yerleşti ve ve adamlarıyla beraber bütün zamanını kumarda kazandıracak bir sistem icadına harcamaya başladı. Hayalindeki Kürdistan Krallığı, artık rulet topunun hangi numaraya konacağı hesaplarına dönmüştü.

Şerif Paşa, son senelerini İtalya'da geçirdi. Yanında 'torunu' olduğunu söylediği ama Mısır'da yaşayan ailesinin 'torunu değil, sevgilisi' dediği genç bir hanım vardı ve her yerde onunla beraberdi. Krallık hevesi bir ara yeniden depreşti ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler'e mektuplar göndererek bağımsız Kürdistan konusunu yeniden gündeme getirmeye çalışıp adından az da olsa tekrar bahsettirdi.

'Boş Herif'in maceralı, tehlikeli ilişkilerle dolu ve eski devletine ihanete kadar uzanan hayatı 1951'de, İtalya'da noktalandı.

Bende, Şerif Paşa'nın Avrupa'daki sürgün yıllarında İttihad ve Terakki'nin ileri gelenlerine yazmış olduğu çok sayıda mektubu ve başka bazı belgeleri var. Herbiri diğerinden farklı fikirlerle dolu bu mektupları okuyunca, 'Paşa bütün bu faaliyetlerinde acaba samimi mi idi?' diye düşünmeden edemiyorum. Şerif Paşa'yı yakından tanıyanlar ve bugün hayatta bulunanlar da Paşa'nın sadece ismini duyurup kendisinden bahsettirmeye çabaladığını, Kürdistan Krallığı hayalinin de bu çabanın bir parçası olduğunu söylüyorlar.

İşi şimdi bayrağımızı yaktırmaya kadar götüren Mesut Barzani'nin daldığı o derin hayalin en namlı kahramanı, bir zamanlar işte bu 'Boş Herif' idi.


Sevgi Hanım tabağı kaptırdı ama bu katalogla tarihe geçti


KATAR'da geçtiğimiz günlerde tarihimiz ve sanatımız açısından son derece önemli olan ama bizde sözü edilmeyen bir açılış vardı: Katar Müzesi'ndeki İznik eserlerinin açılışı...

İznik'te, özellikle 16. asırda imal edilmiş olan çini, tabak, bardak ve sürahi gibi kap-kacak, İslam sanatının en kıymetli eserleri sayılırlardı ve bu eserlerin en geniş kolleksiyonu da bizdeki özel bir müzede, başkanlığını Sevgi Gönül'ün yaptığı Sadberk Hanım Müzesi'ndeydi.

Derken, Katar'da iktidarda bulunan 'El-Sani' hanedanı da İznik toplamaya merak saldı. Sanat tarihçilerinin İznik eserleri üzerine eğilmelerini sağlayan ve Avrupa'daki mezatlarda satılan İznikler'in en önde gelen müşterisi olan Sevgi Hanım'a rakip çıktılar. Hatta bundan iki sene önce yapılan bir mezatta başka örneği bulunmayan patlıcan moru bir İznik tabağı alabilmek için Sevgi Hanım ile Katar Şeyhi bir hayli çekiştiler ama tabak birkaç yüz bin dolar farkla Şeyh'te kaldı.

Büyük servetler harcanarak toplanan bu nadide parçalar başkent Doha'daki müzedeydi ve geçenlerde yapılan merasim, işte bu kolleksiyonun açılışıydı.

Katarlılar, açılış için ellerindeki bütün İznikler'in fotoğraflarının bulunduğu çok güzel bir katalog da yayınladılar. Kataloğu, bu konunun önde gelen uzmanlarından John Carswell hazırlamıştı ve ilk sayfada son derece şık bir cümle vardı:

'Bu çalışma Sadberk Hanım Müzesi'nin Başkanı, sanatın koruyucusu, kolleksiyoncu, araştırmacı ve hayatını Türk sanatına duyduğu sevgiye vakfetmiş olan Sevgi Gönül'e ithaf edilmiştir'.

Türk eserlerinden meydana gelen dünyanın en zengin kolleksiyonlarından birinin bu alanda öncülük yapmış olan bir Türk'e ithaf edilmesi, eminim, sanat ve estetik meraklısı olan herkesi heyecanlandıracak bir şıklıktır.
Yazının Devamını Oku

Tezkere sadece savaş için değil hamamda ve haremde de yazılırdı

2 Mart 2003
Bugün Bakanlar Kurulu'ndan Meclis'e gönderilen yazılar için kullandığımız ‘‘tezkere’’ sözüyle eski devirlerde sadece resmi belgeler kastedilmez, ‘‘tezkere’’ birçok anlama gelir, hatta ‘‘not’’a ve ‘‘pusula’’ya da ‘‘tezkere’’ denirdi. Tezkerenin, o devirlerde heryerde, meselá haremde yahut hamamda yazıldığı da olurdu. İşte, kimini áşık düştüğü kadınla ilgili olarak zamanın hükümdarının karaladığı, kimini hükümdarın annesinin oğluna cariye takdim ederken kaleme aldığı, kiminde de edebiyat tarihimize geçmiş garip aşkların anlatıldığı birkaç renkli tezkere örneği...

TÜRKİYE, haftalar boyu 'tezkere' ile yatıp tezkere ile kalktı, derken memleketin sınırları tezkereye dar geldi ve bu birkaç sayfalık metin gidip Amerikan yönetiminin gündemine girmeyi başardı. Washington'da Başkan Bush'tan Dışişleri Bakanı Powell'a ve Amerikan ordusunun çok yıldızlı generallerine kadar Irak meselesiyle ilgilenen kim varsa, planlarını şimdi bizim meşhur tezkeremiz doğrultusunda yapıyorlar.

Şimdilerde Bakanlar Kurulu'ndan Meclis'e giden yazılar için kullandığımız 'tezkere' terimi, Arapça 'zikr' sözünden gelir. Kelimenin doğrusu 'tezkire'dir ama günlük konuşmada 'tezkere' halini almıştır.

Biz, eski devirde kısa mektuptan kimlik belgesine, biyografik eserden bazı ruhsatlara kadar birçok kitaba ve vesikaya 'tezkere' derdik. Eski sözlüklerde 'Hatırlamaya yarayan káğıt, pusula ve varaka. Bir şehirdeki resmi daireler veya idareciler arasında teati olunan yazışma. Nüfusa ve esnafa verilen resmi káğıt' diye tarif edilen tezkerelerin çeşitleri de vardı. 'Tezkire-i samiye', sadrazamlık makamından yazılan tezkereye denirdi. Cevabi yazı 'tezkire-i cevabiye', nüfus káğıdı 'tezkere-i Osmaniye', pasaport da 'mürur tezkeresi' idi. Meşhurların kısa hayat hikáyelerinin anlatıldığı kitaplara 'tezkere' denir, bugünün 'not' ve 'pusula'sının karşılığı olarak da 'tezkere' sözü kullanılırdı.

Dolayısıyla, 'tezkere' sadece savaş halinde yahut diğer önemli durumlarda hazırlanan resmi yazıların değil, kısa mektupların bile genel adıydı ve haremden hamama kadar birçok değişik yerden gönderilmiş tezkere örnekleri tarihimizde bol miktardaydı.

İşte, geçmiş asırlardan kalma birkaç ilginç tezkere örneği... Kimini zamanın hükümdarı yazmış, kimini hükümdarın annesi göndermiş, kimi de edebiyat tarihimize malolmuş renkli örnekler...


Sadrazamın bir delikanlıya áşık olma tezkeresi


'TEZKERE', eski dilde belli bir meslek grubuna mensup olanların hayatlarının anlatıldığı eserlerin genel adıdır.

'Tezkire-i evliya'larda, din büyüklerinin hayatı anlatılır. 'Hamamcılar tezkeresi' hamamlardan, hamamların sahiplerinden ve isim yapmış delláklardan bahseder; delláğın maharetlerini ve diğer özelliklerini gelecek kuşaklara nakleder. 'Şuará' yani 'şairler tezkeresi' ise, önemli şairlerden sözeden ve eserlerinden kısa örnekler veren eserlerin genel ismidir.

Şairleri anlatan bu 'tezkere'lerin en önemlilerinden biri, 16. asırda Áşık Çelebi tarafından kaleme alınmıştır ve 'Meşáirü'ş-Şuara' adını taşır. Áşık Çelebi, 1568'de tamamladığı tezkeresinde şairler hakkında çok önemli bilgiler vermesinin yanısıra, o devrin sosyal hayatını da gayet açık bir şekilde yansıtır.

Divan Edebiyatı'nın kurucularından kabul edilen 15. asır şairi Ahmed Veliyüddin Paşa ile ilgili olarak 'Meşáirü'ş-Şuara'da geçen bir bölüm, Türk Edebiyat tarihinin en eski dedikodularından biridir. Hadise, Fatih Sultan Mehmed'in en yakınındaki devlet adamlarından olan şair Ahmed Veliyüddin Paşa'nın birdenbire hükümdarın gözünden düşüp idama mahkûm edilmesi ama cezasının infaz edilmeyerek Paşa'nın sürgüne gönderilmesiyle ilgilidir.

Áşık Çelebi, 'tezkere'sinde İstanbul'a Fatih Sultan Mehmed ile beraber girenlerden biri olan Ahmed Paşa'nın başına gelenleri bakın nasıl hikáye ediyor:

'...Ahmed Paşa'yı çekemeyenler, hükümdara gidip 'Paşa, sizin içoğlanlarınızdan birine áşıktır. Onunla gizlice buluşuyor' deyip iftira attılar.

Sultan Mehmed, imtihan için o oğlanı soyup Ahmed Paşa ile beraber bir hamama koydu. Sonra oğlanın saçlarını tıraş ettirdi ve Ahmed Paşa'ya delikanlının eliyle şerbet gönderdi. Oğlanın hálini gören Ahmed Paşa, hemen o anda 'Zülfün gidermiş ol sanem káfirliğin komaz henüz / Zünnárını kesmiş veli dahı Müselman olmamış' (Sevgilinin uzun saçları gitmiş ama káfirlikten henüz vazgeçmemiş. PapazlarIn bellerine doladıkları kemeri de kesip atmış fakat Müslüman olmamış) diye bir beyit söyleyip derdini ortaya döktü.

Padişah, hamamda olup biteni öğrenince önce Paşa'nın öldürülmesini buyurdu ve kapıcılar odasında hapsettirdi. Paşa, orada hapis iken padişaha her mısraı 'kerem' sözüyle biten bir kaside gönderdi. Kasideyi okuyan Sultan Mehmed, Paşa'ya acıdı, otuz akçe ile Bursa'ya, Sultan Orhan Vakfı'na mütevelli olarak gönderdi...'



Padişahtan sadrazama ‘O avradı iyi saklayın haaa!’ tezkeresi


BAZI padişahlar haremlerindeki kadınlarla yetinmez, saray dışında da gönül eğlendirir, ilişki kurdukları kadın hoşlarına gittiği takdirde onu saraya alabilmenin bir yolunu ararlardı.

Bu işi açıkça yapmaları zordu, zira padişah için bile haremdeki diğer kadınların tepkisini çekme ve şerlerine uğrama tehlikesi vardı. Dolayısıyla saray dışında birisinden yardım almaları gerekirdi ve bu işi genellikle zamanın sadrazamıyla karısı yapardı.

Üçüncü Mustafa da gönlünü harem dışından 'Rif'at' isimli bir kadına kaptırmıştı ama haremdeki kendi hanımlarının şerrinden çekindiği için kadını sadrazamın konağında saklıyordu. Ancak harem halkı, hükümdarın dışarıda birşeyler çevirdiğini hissetmiş ve sadrazamın ailesini sıkıştırmaya başlamıştı. Padişah bir yandan sadrazama 'Karın ve kızın çenelerini iyi tutsunlar' diye tezkereler gönderiyor, bir yandan da Rif'at'ı saraya gizlice getirtebilmenin yollarını arıyordu.

İşte, Üçüncü Mustafa'nın şimdi Topkapı Sarayı Arşivi'nde saklanan Rif'at Kadın ile ilgili bazı tezkereleri.

'Benim vezirim! Kızınıza ve hanımınıza, bizim avratın kimin olduğunu söylememelerini tenbih ediniz. Vaziyet bilinmesin. Cariyelerine de kimseye birşey anlatmamalarını tenbih etsinler. Sonra, size emanet ettiğim o kızın gönderdiğim cariye vasıtasıyla saraya getirilmesini sağlasınlar. Acaba bugün mü, yarın mı gelirler? Saraya Şimşirlik tarafından gelmeleri iyi olur, zira orada hiç kimse yoktur, kapı her zaman kapalıdır ve sadece misafir geldiği zaman açılır'.

Sadrazamın, Rif'at Kadın'ı almaya gelecek olan cariyenin boşboğazlığını ve bu işi beceremeyeceğini hatırlatması üzerine, Üçüncü Mustafa bir başka tezkere gönderir:

'Arzumuz, Rif'at Kadın'ın kimden alındığının ve kimin olduğunun söylenmemesidir. Soran olursa, ‘Bilmiyoruz, elhamdülilláh! Sadece Paşa bilir. Sorduk ama, söylemedi’ desinler. Bu işle uğraşan kadın da Rif'at Kadın'a bir çeki-düzen versin ve bazı şeyleri öğretsin. Benim hakkımda ‘Sakın yanından ayrılma, başkalarına bakma, o senin kocandır, yanına sokul ve gereğini avratçasına yap’ diye nasihat etsin'.

Saraya böyle gizli-kapaklı yollardan getirilen Rif'at Kadın, Üçüncü Mustafa'nın dördüncü hanımı oldu. Kocasının 1774'teki ölümünden sonra 29 sene tek başına yaşadı, hayata 1803'te veda etti ve Haydarpaşa tarafına defnedildi (Çağatay Uluçay'ın 'Harem Hayatının İçyüzü' adlı eserinden).


Valide Sultan’dan padişaha ‘Şu cariyeyi bir tadıver’ tezkeresi


BEZMİÁLEM Valide Sultan, İkinci Mahmud'un karısı, Sultan Abdülmecid'in de annesiydi.

Oğlunun 1839'da tahta geçmesi üzerine 'Valide Sultan', yani 'imparatoriçe' oldu. 1853'ün 2 Mayıs'ında öldüğünde 40'lı yaşlardaydı ve arkasında çok sayıda hayır eserinin yanısıra, Osmanlı tarihinin en zengin vakıflarından birini bıraktı. Bezmiálem Vakıf Gureba Hastahanesi, Terkos Gölü'ndeki ilk içme suyu şebekesi, Dolmabahçe Camii, Cağaloğlu'nda şimdi 'Anadolu Lisesi' olan eski İstanbul Kız Lisesi, Akaretler'deki Valide Çeşmesi ve ilk Galata Köprüsü, Bezmiálem Valide Sultan'ın yaptırdığı hayır eserlerinden sadece birkaçıydı.

Bezmiálem Valide'nin oğluna olan sevgisi, ona kendi elleriyle cariye hazırlayıp gönderecek derecedeydi.

Yan tarafta, Valide Sultan'ın oğlu Sultan Abdülmecid'e yazdığı ve rahmetli Haluk Şehsuvaroğlu'nun bundan 50 küsur sene önce yayınladığı bir belgeyi görüyorsunuz. Bezmiálem Valide, samimi bir üslupla ama bozuk bir imlá ile kaleme aldığı bu tezkeresinde, hükümdar oğluna bakın neler diyor:

'Benim arslanım, bir cariye hazırlamış(tım). Çabuk kalkmadığınızdan meksolundu (beklendi). Makbul sureti göster efendim. 'Acaba hazzeder mi?' (Beğenir mi, zevk alır mı) diye pek üzülüyor. Benim güzelim, şimdi görseniz güzel olur. Benim yanımdadır. Gündüz gözü ile gör. Hazinedarlar ile gönderirim'.
Yazının Devamını Oku

Hasan'ın dedesi, aylık ödeyebilmek için bizi dünya savaşına sokmuştu

23 Şubat 2003
Irak işine karışıp karışmama konusunda Amerika ile haftalardan beri bitmeyen bir pazarlığa giriştiğimizi görünce, eski ádetlerimizden çok şeyleri kaybettiğimizi farkettim. Biz eskiden savaşa girme konusunda pek öyle ince eleyip sık dokumaz, kararımızı hemen verirdik. Meselá Hasan Cemal'in Türkiye'yi kimselere sormadan Birinci Dünya Savaşı'na dahil ediveren dedesi meşhur Cemal Paşa, yenilgiden sonra ‘‘Biz savaşa neden girdik?’’ diye soranlara ‘‘Aylıkları ödeyebilmek için. Zira hazine tamtakırdı’’ cevabını vermişti.

IRAK'ta savaşa katılıp katılmama konusunda Washington ile pazarlığımız devam ediyor. Söylenenlere bakılırsa teknik konularda mutabakat sağlandı ve iş sadece paraya kaldı. Ben bu yazıyı yazdığım sırada mebláğda anlaşmaya varılamamış, dolayısıyla haftalardır beklenen tezkere Meclis gündemine gelememiş ama kesilmiş gibi görünen pazarlığın hálá devam ettiği açıklanmıştı.

Halbuki biz, vakti zamanında işi bu kadar uzatmamış, öyle bıktırıcı pazarlıklara falan girişmeden, 'aylık ödeyebilmek' gibisinden basit bir sebeple çok daha büyük bir savaşa, koskoca dünya savaşına girivermiştik. Üstelik bu iş gizli de kalmamış, 'Hasan'ın yani Hasan Cemal'in o zamanlar devletin kaderini elinde tutan üç kişiden biri olan dedesi Cemal Paşa, savaş sonrasında gerçeği gazetecilere iftiharla açıklamakta da bir beis görmemişti.

İşte, 'maaş karşılığı savaş' maceramızın kısa öyküsü...

Osmanlı Devleti, dış politikada 19. asrın sonlarına kadar İngiltere ve Fransa yanlısıydı; bazen resmen, bazen de gayrıresmi şekilde onlarla müttefik gibiydi.

Ama, 1890'ların sonuna doğru ortaya bir Ermeni meselesi çıkıp da İngilizlerle Fransızlar 'Ermeni hakları' gibisinden sözler etmeye ve ayaklanmaları destekler tavır takınmaya başlayınca, İstanbul, Londra'dan ve Paris'ten uzaklaşmaya başladı. Türk tarafının müttefik boşluğunu da, fırsatı gayet iyi değerlendiren Almanya doldurdu.

Alman 'kayzeri' yani imparatoru Wilhelm, İkinci Abdülhamid zamanında kalkıp İstanbul'a geldi, hatta karısıyla beraber Kudüs taraflarına da uzandı ve neticede Türk ordusunda bir 'Alman modeli' merakı başladı. Türkiye'ye önceleri sadece askeri eğitim için davet edilen Alman subayları İttihad ve Terakki'nin işbaşına geçip memleketi savaşın içine çekmesinden sonra, artık ordu kumandanlıklarına da tayin edileceklerdi.

Dünya, o günlerde de iki kampa ayrılmıştı. Bir tarafta Almanya ve müttefikleri, diğer tarafta İngilere, Fransa ve Rusya ile onların yandaşları vardı. Taraflar, dünya hákimiyeti için kıyasıya bir rekabet içindeydiler. Türkiye'nin bu iki kutuptan birine mutlaka iştirak etmesi gerektiğine inanan İttihadçılar'ın gönlü zaten Almanya'dan yanaydı. İktidara 1913 sonrasında tek başına hákim olmalarından sonra, Türkiye, Almanya'nın müttefikten de öte bir 'peyk'i haline gelecek, hatta Türkiye'ye memleketin güçlü adamı Enver Paşa'nın isminin ilhamıyla 'Enverland' yani 'Enveristan' bile denilecekti.

Derken 1914 Kasım'ına gelindi ve Almanya ile imzaladığımız gizli bir ittifak sonrasında, 11 Kasım günü ilk dünya savaşına giriverdik. Savaş kararını sadece dört kişi, İttihad ve Terakki'nin liderleri olan Enver, Talát ve Cemal Paşalar ile zamanın sadrazamı Said Halim Paşa almış ama Said Halim Paşa, sonraları 'Benim hiçbirşeyden haberim yoktu, herşeyi Enver planladı' demişti.

Maceranın neticesi malum; dört sene sonra neyimiz varsa kaybetmiştik...

Ama işin daha da enteresan tarafı, Türkiye'yi kimselere sormadan savaşa dahil edenlerden biri olan Cemal Paşa'nın, bu büyük maceraya atılma gerekçemizle ilgili ifşaatıydı: Paşa, dünya savaşına tek bir sebeple, 'maaş ödeyebilmek', yani Almanya'dan para alıp, asker ve memur aylıklarını verebilmek için girdiğimizi söylemişti.

Türkçe'nin büyük ustası Falih Rıfkı Atay, bir üslup ve dil şáheseri olan 'Zeytindağı'nda, Cemal Paşa'nın 1918 sonbaharındaki bu tarihi itirafını bakın nasıl anlatır:

'Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir, mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz münakaşa edilebilir. Büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir.

Arkadaşım Y. K. (Yani, Yakup Kadri), bahriye çatanası içinde Büyükada'ya giderken sordu:

- Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?

Ve üç-dört sene içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi ohlıyarak bekledi. İşte cevap:

- Aylık vermek için!

Ve, iláve etti:

- Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.

Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte, böyle biter'.



Alman İmparatoru’nun propaganda kartpostalı


ALMAN Kayzeri İkinci Wilhelm, dünya savaşı öncesinde, kendisini halife ile İslam áleminin 'koruyucusu' ve 'dostu' ilán etmişti.

Wilhelm, Türkiye'ye 1898'deki ilk gelişinde Kudüs'e kadar uzanmış, kutsal mekánları ziyaret etmiş ve Alman propaganda teşkilátı bu seyahat sırasında Kayzer'in İslam dünyasının müttefiki olduğunu gösterebilmek için elinden geleni yapmıştı.

Dağıtılan propaganda malzemesi arasında, Almanca ve Türkçe olarak bastırılmış bir de kartpostal vardı. Kartın altında, metnin Seláhaddin-i Eyyubi'nin Şam'daki mezarında yazıldığı ibaresi yeralıyordu ama her iki dildeki tarihlerin farklı olmasının yanısıra, kartın Türkçesi bile bir garipti.

Kayzer, İslám álemine şu ifadelerle 'Ben sizin dostunuzum' demeye çalışıyordu:

'Şevketlu sultan-ı muazzam hazretleri ve arz üzerinde mevcud Halife-i ruy-i zemini kemál-i hürmetle yád ve ta'zim ederek perakende yaşamakta olan üç yüz milyon ehl-i İslam emin olsunlar ki, Alman İmparatoru cümlesinin daimi bir muhibbi olacaktır. Şam-ı Şerif, 8 Şubat 1898. İmparator İkinci Wilhelm'.


Devlet korosu, şefin babasının çiftliği değildir!


TÜRKİYE'de Türk Müziği'nin resmi şekilde eğitimi ve öğretimi, 1926'da alınan garip bir kararla yasaklandı. Bu müziğin meraklıları, en başta rahmetli Laika Karabey olmak üzere, yeniden devlet himayesi görebilmek için seneler boyu çabalayıp durdular.

Bitmek tükenmek bilmeyen bu çabaların semeresi ancak yarım asır sonra görülebildi. Cumhuriyet tarihinin ilk resmi Türk Müziği Konservatuvarı ve klasik korosu, 1970'lerin ortalarında, zamanın 'Milliyetçi Cephe' diye bilinen hükümeti tarafından kuruldu. Bunu, ilerki senelerde açılan diğer konservatuvarlar ve korolar takip etti. Birçok kültür bakanının istihdam maksadıyla seçim bölgelerinde yeni korolar tesis etmeleri üzerine de, ortaya bu defa bir koro enflasyonu çıktı.

Klasik Türk Müziği koroları, kuruluş maksadları ve yönetmelikleri gereği müziğin klasiğini yapmak zorundaydılar ama bir-ikisi dışında, zamanla şeflerin tatmin vasıtası haline geldiler.

Üstad, akşamdan bestelediği 'şáheserini' ertesi sabah korosuna icra ettiriyor, asırlar öncesinin kontrpuanını kerameti kendinden menkul bir 'çok seslendirme' ve daha da garibi 'modernleşme' zannederek sunuyor ve bütün bu gariplikler, klasik müzik icrasıyla görevli devlet kuruluşlarında yaşanıyordu.

Geçenlerde bir gazetenin Ege ilávesinde okuduğum bir haber sayesinde işin daha da vahim bir hal almış olduğunu öğrendim ve tüylerim diken diken oldu: Kültür Bakanlığı'na bağlı İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, son konserlerinden birinde gitar, davul ve klavye kullanmış; daha sonra da Adamo'nun ve Haris Aleksiyu'nun bazı şarkılarını okumuştu.

Söylenmesi şart olan hayret nidalarını kullanmama edebim mani oluyor! İzmir Korosu'na artık Adamo çizgisini aşması gerektiğini, önümüzdeki ilk konserinde udlarla, kanunlarla ve tanburlarla Kylie Minogue'un 'Can't get you out of my head'ini icra edip sahneye Kylie'yi taklit edebilecek bir de rakkase çıkartmalarını tavsiyeyle yetiniyorum.

Klasik korolar, o koroların başına 'şef' diye getirilen zevátın tatmin vasıtası değildir, hele babalarının çiftliği asla! Maaşları vergilerimizle ödenen bu topluluklara asli işlerini hatırlatıp böyle zibidiliklere kalkışmalarına mani olmak da Kültür Bakanlığı'nın vazifesi!
Yazının Devamını Oku

Yabancı komutanlardan zamanında çok çekmiştik

16 Şubat 2003
Muhtemel bir Irak savaşında bazı birliklerimizin Amerikalı komutanların emri altında olacağı söylentisi gerçi en yetkili ağızlardan yalanlandı ama bu söylentiler bana Birinci Dünya Savaşı yıllarında ordumuzun komuta kademesinin en tepesinde bulunan bazı Alman subaylarını ve bu subaylar yüzünden yaşanan sert tartışmaları ve uğradığımız kayıpları hatırlattı. Türkiye, son günlerde bir 'yabancı komutan' tartışması yaşadı. Irak'a yapılacak müdahaleye katılmamız durumunda askerlerimizin Amerikalı komutanların emri altına girmeleri ihtimalinden sözedilince, Ankara bunun hiçbir şekilde mümkün olamayacağını duyurdu ve böyle bir durumun 'zül' sayılacağı ve 'kabul edilemeyeceği' en yetkili ağızlardan açıklandı.

Biz, 20. asrın başında yabancı komutanlardan çok çekmiş bir millettik. Komuta kadememizin kapılarını o zamanlar bizim için 'süper güç' olan Almanya'ya sonuna kadar açmış, 'orduyu modernleştirme' maksadıyla gelen Alman subaylar Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı üniforması giyip başlarına askeri kalpaklar geçirmişler ve isimlerinin sonuna birer 'Paşa' unvanı iláve edilerek çeşitli ordularda kumandanlık etmişlerdi.

Ama bu subayların bir-ikisi dışında hiçbiri başarılı olamamıştı. Zira söylenenlere bakılırsa maksatları savaşmak değil, Türkiye'yi herşeyiyle Almanya'nın kontrolü altında tutabilmekti.

İşte, Dünya Savaşı yıllarında isimlerinden sıkça bahsedilen ve bir kısmı 'Paşa' olarak tanınan Alman kumandanlardan bazıları:


LİMAN PAŞA


Mareşal Otto Liman von Sanders, Türk Ordusu'nu modernize etmek için gelen Alman subaylarındandı ve Birinci Dünya Harbi yıllarında önce Çanakkale'deki 5. Ordu'nun başına getirildi. Mareşal'in buradaki hataları çok sayıda Türk askerinin hayatına maloldu ve bu hatalar ancak Mustafa Kemal tarafından düzeltilebildi. Liman von Sanders, bu defa General Falkenhayn'ın istifasıyla boşalan Filistin'deki Yıldırım Orduları'nın kumandanlığına getirildi. Ancak burada da başarısız oldu ve General Allenby'nin kumandasındaki İngiliz ordusunu durduramadı.


GENERAL FALKENHAYN


Parlak askeri geçmişine rağmen Birinci Dünya Savaşı'nda Verdün cephesinde başarısız olunca önce Romanya'ya, oradan da Türkiye'ye gönderildi. Enver Paşa tarafından Yıldırım Orduları Kumandanlığı'na tayin edildi ve karargáhını Halep'te kurdu. Ama burada Önce İttihad ve Terakki'nin liderlerinden olan Cemal Paşa ile, daha sonra da 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa ile anlaşmazlığa düştü. Mustafa Kemal Paşa, Falkenhayn hakkında İstanbul'a gönderdiği raporda, General'in 'Almanya'nın menfaatini herşeyin üzerinde gördüğünü, Irak harekátının başarılı olamayacağını bildiğini ama asıl maksadının Arabistan'ı Alman idaresi altına almak olduğunu' yazdı ve ordu kumandanlığından istifa etti. Cephede başarısız olan General Falkenhayn da daha sonra istifa etmek ve komutanlığı Liman Paşa'ya devretmek zorunda kaldı ve Ukrayna'ya gönderildi.


GOLTZ PAŞA


Tam adı 'Colmar von der Goltz' olan bu Alman mareşali, Türkiye'de sevilen tek Alman subayıydı. Türkiye'ye ilk defa 1883'te geldi. O zamanki vazifesi, Türk ordusunu Prusya esaslarına göre yeniden teşkilátlandırmaktı. Bir ara Osmanlı Genelkurmayı'nın ikinci başkanı oldu ve 1895'e kadar Türkiye'de kaldı. 1909'da orduya manevralar yaptırmak maksadıyla yeniden Türkiye'ye davet edildi, sonra memleketine döndü ve emekli oldu.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine 71 yaşındayken yeniden vazifeye çağırılan Mareşal von der Goltz, Alman işgali altındaki Belçika'ya genel vali olarak gönderildi. Alman ve Fransız birlikleri arasındaki bir çarpışmada 15 bin gönüllü genç Alman'ın hayatını kaybetmesi üzerine Alman Genelkurmayı aleyhinde ağzına geleni söylemeye başlayınca, meslekdaşları yaşlı mareşale bir oyun oynadılar ve 'Sultan seni istiyor' diye kandırıp İstanbul'a gönderdiler.

Goltz Paşa, önce Gelibolu'daki 1. Ordu'nun, oradan da Irak'taki 6. Ordu'nun kumandanlığına getirildi. İleri yaşına rağmen düzgün kararlar alıyor ve cephede başarı kazanıyordu. Ama Türk Ordusu'nun Irak cephesinde geçici de olsa büyük bir zafer kazandığını göremedi. Bağdat'ta tifüse yakalandı ve 1916 Nisan'ında, General Townshend kumandasındaki 12 bin İngiliz askerinin Kuttülamare'de teslim olmasından üç hafta önce, karargáhında hayata veda etti. Cenazesi İstanbul'a getirildi ve büyük bir askeri merasimle Tarabya'daki Alman Sefareti'nin bahçesine defnedildi.


AMİRAL SUŞON


Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesinde kıvılcım görevi yapan baskının, yani asıl isimleri Goeben ve Breslau olan Yavuz ve Midilli kruvazörleriyle Karadeniz'deki Rus limanlarının bombalanmasının kahramanıydı. Amiral Wilhelm Soushon, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1914 Kasım'ında savaşa girmesinden sonra, Türk Deniz Kuvvetleri'nin başına getirildi ve 1917'ye kadar bu görevde kaldı.


Mustafa Kemal, Türk Ordusu’ndaki yabancı generalleri anlatıyor


GENERAL Erich von Falkenhayn, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'de görev yapan Alman kumandanlar arasında neredeyse hemen her Türk subayının ama özellikle de Mustafa Kemal Paşa'nın devamlı ters düştüğü ve nefret ettiği bir askerdi.

Mustafa Kemal Paşa, 'eski' Milliyet Gazetesi'nde 1926'da yayınladığı hatıralarında Yedinci Ordu Kumandanlığı'ndan Almanya'nın menfaatlerinden başka birşey düşünmeyen General Falkenhayn ile anlaşamadığı için istifa ettiğini anlatıyor ve çok ilginç bir olaydan bahsediyordu: General Falkenhayn, kendisini satın almayı denemiş, hatta bunun için sandıklar dolusu altın göndermişti.

Paşa, Milliyet Gazetesi'nde yayınladığı hatıralarının 1926'nın 17 ve 18 Mart günkü kısımlarında, bu hadiseyi günümüz Türkçesiyle bakın nasıl anlatıyordu:

‘‘...Yıldırım Ordusu Kumandanlığı'nı üstlenip İstanbul'dan Halep'e hareket ettiğim günün gecesiydi. Falkenhayn'ın karargáhında bulunan bir Türk kurmay subayının refakatinde bir genç Alman zabiti, Akaretler'deki 76 numaralı ikametgáhıma geldi. Ufak ve zarif sandıklar içinde Falkenhayn tarafından bana bazı şeyler getirdiğini söyledi: O 'şey'lerin kendilerini kabul ettiğim odaya nakledilmesini emrettim. Salon kapısının yanına ufacık sandıklar istif edildi.

'Bunlar nedir?' dedim.

Alman zabiti dedi ki: 'İstanbul'dan ayrılıyormuşsunuz, Mareşal Falkenhayn tarafından bir miktar altın gönderilmiştir.'

Kimseye hiçbir ihtiyacımdan bahsetmemiştim; fakat zannettim ki Mareşal bu parayı ordunun ihtiyacına sarfedilmek üzere göndermiştir. Onun için tercümanlık eden Türk zabitine dedim ki: 'Bu sandıklar bana yanlış geldi, ordunun Levazım Reisi'ne gönderilmek lázımdı; benim için fazla külfettir'.

Muhatabım sözlerimi Alman zabitine nakletti: Zabit derhal 'Efendim o da başka!' dedi.

Bizim zabitimize 'Paranın miktarını bu zabitten iyi tahkik et, huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver, imza edeyim' dedim.

Bu zat emrimi yaptı, fakat zabit imzalı senedi kabul etmek istemedi, tekrar: 'Bu zabit bilmiyor' dedim. 'Senedi alsın ve Mareşal'e versin ve siz de bu paraları gelip alması için Levazım Reisi'ne haber gönderiniz'.

Tabii, iş böyle cereyan etti.

Bu sandıklar ve içindekiler ordunun levazım reisliğinde ve benim bunlara karşılık verdiğim senet de Falkenhayn'ın gizli dosyasında birkaç ay birbirlerine baktılar. Yedinci Ordu Kumandanlığı'ndan kendimi affettikten sonra, kumandanlığa vekil ettiğim Ali Rıza Paşa'ya bu sandıkları teslim ettim ve kendisinden aldığım senedi o vakit yaverlerim bulunan Cevat Abbas ve Salih Beyler'e vererek, kendilerine şu emri verdim: 'Hemen Falkenhayn'ın karargáhına gideceksiniz, bizzat kendisini görüp bu senedi vereceksiniz ve benim onda bulunan senedimi alacaksınız'.

Yaverlerim, Falkenhayn'ı görmek konusunda biraz zorlukla karşılaşmakla beraber emirlerimi harfiyen yapmışlar. Biraz sonra yanıma gelerek dediler ki: 'Mareşal Falkenhayn size böyle bir para vermiş olduğunu hatırlamıyor ve bu para için sizin imzanızı taşıyan hiçbir vesikanın kendisinde mevcut olduğunu bilmiyor. Dolayısıyla, Ali Rıza Paşa imzalı senedi de kabul etmiyor'.

Tekrar yaverlerime dedim ki: 'Şimdi size çok ciddi emrediyorum. İkiniz tekrar Falkenhayn'ın odasına gireceksiniz ve diyeceksiniz ki, verdiğiniz altınlar olduğu gibi durmaktadır. Buna mukabil size senet verilmiştir. Senet olmadığını iddia etmek, altınların mevcudiyetini ortadan kaldıramaz. Vesikayı kaybetmiş olabilirsiniz, o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz, aldığınıza dair bize vesika veriniz. Ve diyeceksiniz ki, bizi buraya gönderen kumandanın altın karşılığında memleketin menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan olmadığını çoktan öğrenmeliydiniz. Hálá bunda tereddüdünüz varsa kumandanımız bunu size ve kamuoyuna daha başka şekillerde de ispat edebilir Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan daha çok kıymetli olan 'Mustafa Kemal' imzası sizde kalamaz. Olumlu netice almadıkça karşıma gelmiyeceksiniz'.

Emir verdiğim arkadaşlar Grup Kumandanı Falkenhayn'ı tanıyan adamlar değildi; fakat beni çok iyi tanıyorlardı. Onun için bir saat sonra Falkenhayn'ın elinden benim imzamı taşıyan káğıt parçasını alıp döndüler. Kolayca tahmin etmek mümkündür ki, Mareşal Falkenhayn beni, belki benden başka birçoklarını böyle sandıklarla altın vererek kandırmak yolunda idi.’’
Yazının Devamını Oku

Peygamber torununun aşk mektupları

9 Şubat 2003
Hazreti Muhammed'in soyundan geldiğine inanılan Şerif Muhiddin Targan, Şark Müziği'nin gelmiş geçmiş en seçkin ud virtüozlarından biriydi ve 58 yaşındayken hayatını Türk Müziği'nin çok önemli bir ismiyle, Safiye Ayla ile birleştirmişti. İşte, Safiye Ayla'nın şimdi bende bulunan evrakı arasından önümüzdeki hafta gelen ‘‘Sevgililer Günü’’ münasebetiyle seçtiğim birkaç aşk mektubundan bazı bölümler... Peygamber torunu, flört günlerinde Safiye Hanım'a bakın neler yazmış...

TÜRKİYE'nin gündemi, Kurban Bayramı'na rağmen, önümüzdeki hafta yine savaş tartışmalarıyla dolu olacak. Irak macerasının savaş mı, tedbir mi yoksa stratejik bir başka şey mi olacağına daha günlerce karar veremeyeceğiz.

Bayramın son günü, son zamanlarda moda olan bir başka 'özel' güne tesadüf edecek: Sevgililer Günü'ne...

Böyle 'özel' günler bana aslında son derece itici gelir. Hele, Avrupa'nın pagan devirlerinde her 15 Şubat'ta tanrıça Februato Juno'nun şerefine yapılan Lupercalia Festivali'ni Roma Kilisesi'nin orasından-burasından iteleyerek bir gün geriye çekmesi, hapiste ölmüş bir adamcağızın adıyla özdeşleştirip 'Aziz Valentin Günü' ilán etmesi ve o günün başarılı bir tüketim reklamıyla 'Sevgililer Günü' halini alması! İnsan, sevdiğini senenin sanki yalnızca bir gününde hatırlarmış gibi!..

BEN DE MODAYA UYDUM

Ama ne çare! Etrafımdaki hemen herkesin bir 'Sevgililer Günü' modasına kapıldığını görünce, o günün öncesinde artık ben de aşktan ve meşkten sözedip çok önemli bir sanatkárın evvelá sevgilisi, sonra da hanımı olan bir başka büyük sanatkára yazdığı aşk mektuplarından küçük alıntılar yapayım dedim: Hazreti Muhammed'in soyundan geldiğine inanılan Şerif Muhiddin Targan'ın, eşi Safiye Ayla'ya evlenmeden önce yazdıklarından...

Önce, Şerif Muhiddin'i bilmeyenler için, onun kim olduğunu kıcaca anlatayım:

Babası Ali Haydar Paşa 'Mekke Şeriflerinin', yani peygamber soyundan gelen ve imparatorluk zamanında Mekke'nin başında bulunanların sonuncusuydu. Paşa, Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin ile kardeş torunu oluyordu. Hüseyin İstanbul'a başkaldırdı ama Ali Haydar Paşa devletine bağlı kaldı ve işte bu yüzden bütün kuzenleri Ortadoğu tahtlarını aralarında paylaşırken, o, Beyrut'ta münzevi ve sıkıntı içerisinde bir hayat sürdü.

Şerif Muhiddin, 1892'de babasının Çamlıca'daki köşkünde doğdu, zamanın en elit ve en entellektüel çevresinde yetişti, hukuk ve edebiyat fakültelerini bitirdi. Resim yapıyor, viyolonsel ve ud çalıyordu. Udu zamanla kendine mahsus bir ekol olacak, Şerif Muhiddin sazını dünya standardlarına yükseltecek, 'Rabbu'l-Ud' yani 'Udun Tanrısı' diye tanınacaktı.

İlk dünya savaşı sonrasında ailesi herşeyini kaybedince Şerif Muhiddin için zor günler başladı. 1924'te New York'a gidip viyolonsel ve ud konserleri verdi. Amerikan gazetelerinde, hakkında övgü dolu yazılar çıktı. 1932'de Türkiye'ye döndü ama iş bulamadı ve bu defa Irak'a gitti. Bağdat'a bir konservatuvar kurup 14 sene boyunca idare etti. Irak, Ürdün ve Suriye hanedanları yani Abdullah, Faysal, Gazi, Talál, Hüseyin ve Ali gibi krallar ya kuzenleri yahut yeğenleriydi ama o sadece 'sanatkár' kalmayı tercih etti. Sonra tekrar İstanbul'a geldi ve o senelerin en ses getiren evliliklerinden birini yaptı: Hayatını, alaturka müziğinin çok seçkin bir ismiyle, Safiye Ayla ile birleştirdi.

SANDIK DOLUSU BELGE

Bu evlilik, Şerif'in hayata gözlerini kapadığı güne, yani 1967'nin 13 Eylül'üne kadar, 17,5 sene devam etti. Safiye Hanım sonraları eşine ait herşeyi müzelere ve kitaplıklara bağışladı ama özel evrakını, özellikle de Şerif ailesinin siyasi yazışmalarını ve ud kayıtlarını kendisinde tuttu...

Derken, bundan beş sene önce Safiye Hanım da hayata veda etti ve evinde káğıt namına ne varsa, yani hem kendisinin hem de Şerif Muhiddin'in evrakı döndü, dolaştı ve nihayet bana geldi. Türk Müziği'nin bu çok büyük iki isminin koskoca bir sandık dolduran belgeleri, şimdi özel arşivimin en kıymetli ve en saygın bir bölümünü teşkil ediyor.

İşte, bu evrak arasından 'Sevgililer Günü' münasebetiyle, rastgele seçtiğim birkaç aşk mektubunun bazı bölümleri... O sırada 60'ına yaklaşmış olan peygamber torunu Şerif Muhiddin, daha henüz sevgilisi olan Safiye Hanım'a bakın neler yazmış...


‘Sizi akorda hazırım hanımefendi!’

25 Ağustos 1949, Perşembe

Canımın içi,

Dün sizden birşey almadığım için fazlaca sıkılmıştım. Bugün öğle vakti bir mektubumun ulaştığını bildiren sevimli mektubunuzu aldım.

...Viyolonsele çalıştım, fakat keyifsiz. Yemekten sonra uyumak üzere soyundum, yattım. Mavi perdeyi de kapattım, biraz daldım, sonra baktım daha fazla yatamayacağım. Harika bir udum var, tellerini takmıştım, akorduyla meşgul olarak kendi álemime dalarken kapı vuruldu. ...Lutfettiğiniz mektupla kolonyayı şükranla aldım. Kolonya hakkında bir hüküm verebilmek için, sizinle beraber koklamak lázım!

...Allah rızası için biraz kendine gel! Ben size yazıyorum, bir dün yazmadım. Sizden çok bekliyordum. Almayınca çok kırıldım. Mektuplarına bakıyorum, hep acele ile, sür'atle yazılmış. Hiç oradaki hayatından bahsetmiyorsun. Yani, karşına beni alıp da konuşur gibi yazmıyorsun.

...Mektubuna bakılırsa, sabahtan akşama kadar bol bol uyku. Ne zaman, hangi saatte konser verdiğinizi de bildirmiyorsunuz. Yalnız sıra geldikçe bana kartopu atıyorsunuz. İstediğin kadar at! Açıktır sinemin bağı! Fakat bu kadar da ketum olma. Benim hislerimin hududu yoktur. Sen yazmasan da çok şey hissederim. Yalnız bana hiddeti teşrif ettirinceye kadar böyle davranmaya devam etme.

...Ben sizi akorda hazırım fakat biraz da o hevesi siz vermelisiniz! Siz herhalde sabahtan geceye kadar otelde kapanıp oturmuyorsunuz. Tamamiyle tabii halinizi hissettiğim için sizden şu aralık hiç memnun değilim. Ketumiyeti muhabbetle teláfi edilebilir bulmadığımdan, kendisine hakiki ve çok sevgi taşıdığım kimseden hislerimi saklayamam. En ciddi noktaları size açıkça işaret ediyorum, üst tarafı size ait.

...Hasretler, en derin sevgi ve dostluk hislerimle.

Muhiddin.


26. 12. 49

(Kulüp, gece saat on, yatağımda ufki (yatay) olarak yazılmıştır)


Güzelim, sevgilim,

Bugün saat yediye doğru konservatuvardan kulübe geldim. Kapıcı mektubunuzu verdi, sevinçle aldım. Zaten, akşam odama kapanmayı sabahtan kurmuştum. Mektubunuz odamın havasını ısıtacağından erken yatağa girip yatmaya karar verdim ve işte öyle de yaptım.

O, rüyamda yüzünü bana göstermeyerek, arkasını çevirerek yalan söyleyen kaltak hizmetçi kız, her halde iblis olacak... Ben bu geceden itibaren lázım gelen dualarımı okuyarak yatacağım. Siz daha fazla dualar okumalısınız, zira siz birkaç (defa) aleyhimde rüya görmüşsünüz?... Acaba ayıp şeylerden mi?... Doğrusu merak da etmiyor değilim.

Ne ise, o bahsi geçelim. Zira, sizi biraz celálli görüyorum. 'Mektuplarınızda da aradığım yakınlığı bulamadığım zamanlar oluyor... Daima ihtiyatlısınız... Ne ise, bunları her halde yüz yüze halletmek daha isabetli olur' diyorsunuz.

Öyle döğüş horozları gibi başbaşa halledecek kudret, bende yok. Maamafih, 'Ben ettim, sen etme, ocağına düştüm' diyeyim de, şimdiden mes'ele hallolmuş olsun. A iki gözüm! Hem kendin gidersin, sonra da ayrılmaktan şikáyet edersin. Aynı zamanda hissettiğin yalnızlık içinde kahve falına baktırırsın. Elbette size söyleyecekleri 'Yalnızlık düşüyor' demektir. Ben size bir insanın azami yakınlığını temin eden en mühim kararı söyledim. Ne garib ki, siz onu zannettiğim kadar derine almamışsınız... Sathi şeylere, şüphelere kıymet veriyorsunuz. Onu unutur gibi yazıyorsunuz. Ben onu her zaman tekrar edecek değilim. Siz, o falcılardan artık uzak durunuz.

...Bakalım ne olacak? Şimdi siz tıpkı dama çıkıp merdiveni tekmeleyip sonra da 'Buraya gelseniz de biraz konuşsak' diyene benziyorsunuz! Artık yalnızlıktan şikáyet etmeye hakkınız yok, iláhiyi okumanın tam sırası: 'Dostun senden ırak değil...!'

...Sevgilerimle, sizi kucaklar, Allah'ın himayesine emanet eylerim.

Muhiddin


20 Ağustos 49

Aziz Safiyeciğim,

Tayyareniz meydanda büyük bir kelebek gibi yürüyerek istikametini tayin ederken, Ali Efendi ile ileride bir binanın önünde ayrı durarak mendil salladım.

Orada benden başka beyaz giyinmiş bulunmadığından, belki farkedilirim zannında idim. Tayyare dönerken bir elin pencereyi şöyle silerek sallandığını gördüm. İyiniyetime ne kadar isabet ettiğini bilmiyorum fakat ben onu kendime aldım. Havalandığınız zaman güzel bulutlardan Ayla Hanım'a açık yollar diledim. Sonra, hediye edeceğiniz kovanların otomobilde kalmış olduğunu görmekle sıkıldım, Ali Efendi'den dikkatle İzmir'e götürmesini rica ettim.

...Afiyetler, büyük muvaffakiyetler temenisi ile derin sevgilerimi takdim eylerim.

Muhiddin
Yazının Devamını Oku

Irak’ı kaybeden 31 yaşındaki yarbay, utancından intihar etti

2 Şubat 2003
Milli Güvenlik Kurulu'nun son kararıyla Kuzey Irak'ta bundan böyle resmen askeri varlık göstereceğimiz ve önümüzdeki ilkbaharda da savaşın içinde olacağımız artık kesinleşti. Biz, Irak'ı, ordunun siyasetin tamamen içinde olduğu günlerde, kumandanların bile mensup oldukları partilere göre tayin edilmeleri yüzünden kaybetmiştik. Enver Paşa'nın, Irak'ı ‘‘sıkı bir İttihadçı’’ olduğu için emanet ettiği Yarbay Süleyman Askeri Bey koskoca memleketi bir ‘‘İslam Birliği’’ hayaliyle kaybetmiş, hatasını uğradığı büyük yenilgi sonrasında farkedince de 14 Nisan 1915 günü tabancasını şakağına dayayıp tetiği çekivermişti. O sırada sadece 31 yaşındaydı.

Milli Güvenlik Kurulu, geçen cuma günkü toplantısında hükümete yurtdışına asker gönderip Türkiye'ye asker kabul etme konusunda Meclis'ten karar çıkartmasını tavsiye etti. Bu kararla, Kuzey Irak'ta bundan böyle resmen askeri varlık göstereceğimiz ve önümüzdeki ilkbaharda da savaşın içinde olacağımız artık kesinleşmiş gibi görünüyor.

'Irak' sözü, seksen küsur seneden beri bize öncelikle tek bir kavramı hatırlatır: İlk dünya savaşının sonrasında elimizden çıkartmak zorunda kaldığımız Musul ile Kerkük taraflarını ve dolayısıyla da petrolü... Musul ve Kerkük'ü terketmemizi hüzün içerisinde, buruk bir şekilde hatırlarız; oraların hálá bizim olduğuna inanırız ama Irak'ı terketmemize sebep olan büyük yenilgiyi ve koskoca bir memleketin elimizden nasıl çıktığını pek bilmeyiz.

BAĞDAT’IN KAPISI AÇILDI

Biz, Irak'ı, ordunun siyasetin tamamen içinde olduğu günlerde, parti ve hizip mücadeleleri ve kumandanların bile mensup oldukları partilere göre tayin edilmeleri yüzünden kaybettik. Bu kayba, dünya savaşının başlamasından hemen sonra, dünya kadar tecrübeli kumandanımız varken iktidardaki partinin Irak'ı 'kendi adamına' emanet etmesi ve o kişinin olmayacak hayallere kapılması sebep oldu.

İşte, Irak'a asker göndermemizin kesinleşmek üzere olduğu bugünlerde, şimdi koskoca bir ülke olan o geniş toprakların elimizden çıkmasının acı ve hüzünlü öyküsü...

Tahtta Sultan Reşad, iktidarda ise İttihad ve Terakki Partisi vardı. Birinci Dünya Savaşı patlamış, Türkiye hiç gereği ve hiçbir hazırlığı yokken İtiláf Devletleri'ne savaş ilán edip Almanya'nın yanında harbe girmişti. Zaten çatırdayan imparatorluk artık sınırların dört bir yanında açılan cephelere asker göndermekte, yenilgi haberleri birbirini takip etmekteydi. Tek tesellimiz Çanakkale'de yazdığımız destandı.

İmparatorluğun 'Başkumandan vekili' unvanını taşıyan güçlü adamı Enver Paşa, 1915'in 3 Ocak'ında Irak'ı, İttihad ve Terakki'nin güvendiği partili bir binbaşıya, Süleyman Askeri Bey'e emanet etti. Binbaşının rütbesi o gün yarbaylığa yükseltildi, Basra valiliğine ve 28. Basra fırkası kumandanlığına getirildi, sonra da 'Irak ve Havalisi Umum Kumandanı' yapıldı.

Süleyman Askeri Bey vatansever olmasına vatanseverdi, hatta geçmişte çok faydalı hizmetler de yapmıştı fakat koskoca bir bölgenin kaderine hákim olacak tecrübeye sahip değildi. Üstelik, hemen bütün İttihadçılar'ın ortak özelliğine o da sahipti, yani hayalperestti.

İngiliz ordusunun harekát planı, Irak'a güneyden girmek şeklindeydi; Basra'yı işgal etmişlerdi ve Süleyman Askeri Bey'in elinde İngilizler'i durdurabilecek birlikler yoktu ama hayalleri vardı. Enver Paşa, Kafkasya ve Suriye'deki bazı birliklerin Irak'a kaydırılmasını düşünürken, o, bunun 'cinayet olacağını' ve 'İngilizler'i Basra'dan süpürge sopasıyla kovacağını' söylüyordu.

Hayali, Irak'taki Arap aşiretlerini 'İslam Birliği' düşüncesi altında birleştirmek ve İngiliz ordusunu bunlarla durdurmaktı. Hemen yanıbaşındaki Arap yarımadasında Mekke Şerifi Hüseyin'in İngilizler'le beraber büyük bir isyan hazırlığına giriştiğinin farkında bile değildi. Kumandası altındaki düzenli birlikler aslında sadece bir taburla küçük birkaç müfrezeden ibaretti ve buna rağmen hayalini gerçekleştirmeye kararlıydı.

Süleyman Askeri Bey, daha 'İslam Birliği'ni teşkil etmeden İngilizler'e bir ders vermeye kalktı ve Basra'nın kuzeydoğusundaki Karun Nehri'nin karşı sahiline geçerek İran'a ait olan ama İngiliz kontrolünde bulunan Ahvaz kasabasını işgalden sonra Abadan'a giden petrol borularını tahrip etti. Bu harekátının gelecekteki büyük başarısının müjdesi olduğuna inanıyordu; güneye yönelip Basra'ya ilerledi, o arada çılgınca bir hata yaptı ve 12 Nisan günü kendisinden kat kat üstün İngiliz birliklerine saldırdı.

Irak'ın elimizden çıkmasının ateşleyicisi, işte bu saldırıydı. Türk ve İngiliz birlikleri arasında, Şuayyibe'deki Bercisiyye Ormanı'nın çevresinde üç gün boyunca şiddetli çarpışmalar oldu ve neticede İngilizler, birliklerimizi neredeyse tamamen imha ettiler, esir alınan askerlerimiz de Uzakdoğu'daki esir kamplarına gönderildi. Süleyman Askeri Bey hayallerinin yanlışlığını ancak o zaman anlayabildi. Bütün hatalarına rağmen namusluydu ve kendi cezasını kendisinin vermesi gerektiğini düşündü, 14 Nisan günü otomobiline bindi, tabancasının namlusunu şakağına dayayıp tetiği çektiğinde, henüz 31 yaşındaydı.

Karşılarında kuvvetli bir ordu bulunmadığını farkeden İngilizler harekát planlarını değiştirerek Bağdat'a doğru ilerlemeye karar verdiler. Az sayıda Türk birliğinin koruduğu kasabalar tek tek İngilizler'in eline geçti ve Bağdat'ın kapısı demek olan Kuttülámare de işgale uğradı.

ZAFER İŞE YARAMADI

Enver Paşa'nın Süleyman Askeri Bey'i Irak'a göndermekle yaptığı hatayı farkedip etmediğini bilmiyoruz ama Paşa, Bağdat'ın da elden gitmesi ihtimaline karşı bölgeye yeni güçler sevkedilmesi gerektiğini gördü, İngiliz ilerlemesi bir müddet için de olsa bu yeni birlikler sayesinde durdurulabildi. 1915 Kasım'ında Selmanipak'ta yenilen İngiliz ordusu Kuttülámare'ye çekilmek zorunda bırakıldı, Halil Paşa'nın kumandasındaki Türk birlikleri kasabayı kuşattılar ve İngiliz generali Townshend, 1916'nın 29 Nisan'ında 12 bin askeriyle beraber Halil Paşa'ya teslim olmak zorunda kaldı.

Ama İstanbul, bu zaferden gerektiği şekilde istifade edemedi. Irak'taki birliklerin bir kısmı gene lüzumsuz yere İran taraflarına gönderildi ve Bağdat yolunun açık olduğunu farkeden İngilizler iyi bir hazırlıktan sonra 1917 başında kuzeye ilerlemeye başladılar. Bağdat korumasızdı, Türk birlikleri önceden geri çekilmişti ve İngiliz ordusu 1917'nin 11 Mart günü şehri rahatça işgal etti.

İngilizler bundan sonra kuzeye hiç durmadan ilerleyecek, Musul'da bulunan Ali İhsan Paşa'nın bölgeyi İngilizler'e terketmesiyle Irak'taki hákimiyetimiz tamamen sona erecekti.

Biz, Irak'ı, işte böyle bir hiç ve particilik uğruna kaybettik...


İngiliz’in altını dini de, imanı da bir yana itti


İTTİHAD ve Terakki'nin sadık üyelerinden olan Süleyman Askeri Bey, 1884'te Prizren'de doğdu. 1902'de Harp Okulu'nu, sonra Harp Akademisi'ni bitirdi. O yıllarda Rumeli'de bulunan bütün genç subaylar gibi o da İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu. Bir müddet dağlarda eşkiya takip etti, Bağdat'a jandarma yüzbaşısı olarak gönderildi, sonra o zamanlar henüz 'Bey' olan ileriki senelerin Enver Paşa'sı ile beraber İtalyan işgaline uğrayan Libya'ya gitti ve orada çarpıştı. Süleyman Askeri Bey, Türkiye'nin ilk organize istihbarat örgütü olan 'Teşkilát-ı Mahsusa'nın Balkan Savaşı öncesinde kurulmasında rol aldı ve İslam dünyasını biraraya toplamakla görevlendirilen bir dairenin başına geçti. Balkan Savaşı sırasında Bulgarlar tarafından işgal edilen Edirne'nin geri alınmasından sonra bazı arkadaşlarıyla beraber Batı Trakya'ya gitti. Burada geçici bir 'Türk Hükümeti'nin kurulmasını sağlayanlar arasında bulundu ve hükümetin genelkurmay başkanı oldu. İttihadçılar'ın imparatorluğa tamamen hákim olmalarından sonra İstanbul'a geldi ve partinin lider kadrosuyla dengeli bir şekilde yakınlaşmaya çalıştı. Daha önceleri beraberce çalıştığı Enver Paşa'ya son derece bağlı olmasına rağmen bir ara Talát Paşa'ya da yakın durdu, derken Cemal Paşa'yla ilişkiye girdi ve Enver Paşa ile Cemal Paşa arasındaki rekabeti körüklemeye başladı. Süleyman Askeri Bey asker olmasına rağmen siyasetin tamamen içine girmişti ve en büyük hayali 'İttihad-ı İslam' yani 'İslam Birliği' düşüncesiydi. Irak'taki İngilizler'i bu yolla püskürteceğine inanıyordu ve hayata 31 yaşında veda etmesine de bu hayali sebep oldu. Basra'yı ele geçirdikten sonra Bağdat'a doğru yürümeye hazırlanan İngiliz birliklerini din adına harekete geçecek olan Arap kabileleriyle durdurabileceğini zannetti. Ama İngilizler'in kabilelere dağıttığı altınlar dinin de, imanın da önüne geçti ve Süleyman Askeri Bey bu boş hayalinin bedelini hayatıyla ödedi.
Yazının Devamını Oku