Murat Bardakçı

Sultan Abdülmecid 150 yıldan beri Washington’u gözlüyor

18 Mayıs 2003
Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerimizin gittikçe bozulması, bana ilişkilerin başlangıcındaki hoş bir hadiseyi hatırlattı. Bugün ‘‘Washington Anıtı’’ olarak bilinen dünyanın en uzun dikilitaşının üzerinde Sultan Abdülmecid'in tuğrasıyla Türk hat sanatının büyük ismi Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin nefis bir yazısının bulunduğundan acaba haberdar mısınız? İşte, Ayasofya Camii'nden Washington'a uzanan bundan tam 150 sene öncesinin zarif bir hat macerası...

ANKARA ile Washington arasındaki tatsızlık giderek artıyor. Tezkere oylamasından sonra ortaya çıkan huzursuzluğun Amerikan tarafının demeçleriyle tırmanmasından sonra, Ankara'daki Amerikan Büyükelçisi Robert Pearson, Irak'taki Amerikan kuvvetlerinin Türk askeri makamlarının tutumundan rahatsız olduğunu söyleyince soğuk rüzgárlar daha da bir sert esmeye başladı.

Türk-Amerikan ilişkilerinin böyle gittikçe rahatsız edici bir hale büründüğünü görünce, ilişkilerin başlangıç senelerindeki hoş bir hadiseyi, daha doğrusu Türkiye'nin dostluk jesti olarak gönderdiği bir hediyenin öyküsünü yazayım dedim: Ayasofya'dan Washington Anıtı'na uzanan bir hikáyeyi...

Amerika'nın başkentinde yükselen ve 'Washington Anıtı' diye bilinen 168 metrelik dikilitaşta Sultan Abdülmecid'in tuğrasıyla beraber Türk hat sanatının en büyük isimlerinden birinin, Ayasofya Camii'ndeki dünyanın en büyük hat levhalarının sahibi Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin de bir yazısının yeraldığından acaba haberdar mısınız?

İşte, Ayasofya'dan Washington'a uzanan bu hat macerasının kısa öyküsü...

İKİ PARTİDE YAPILDI

Amerikalılar, ülkelerinin kurucusu olan George Washington'ın hatırasına inşa edilecek bir anıt için proje yarışması açtılar. Yarışmaya o zamanın önde gelen mimarları katıldı, birbirinden değişik projeler geldi ve bu projeler arasından Güney Carolinalı mimar Robert Mills'in teklifi kabul gördü. Mills'in projesine göre anıt eski Mısır dikilitaşlarının bir benzeri ama çok daha yükseği olacak, bu dikilitaş geniş bir alanın ortasında yeralacak ve etrafına başkanlarla milli kahramanların heykelleri dikilecekti.

Proje daha sonra kısmen değiştirildi, etrafının boş olmasına karar verildi ve anıtın temeli 1848'in 4 Temmuz günü atıldı.

İnşaata altı sene boyunca devam edildi ama 1854'te bu işe ayrılan paranın yetmemesi ve anıtın siyasi gruplar arasında çekişme sebebi olması üzerine yapıma ara verildi. Derken Amerikan iç savaşı patlayınca verilen ara daha da uzadı ve inşaata ancak 1876'da, zamanın başkanı Grant'ın yayınladığı bir kararname sayesinde yeniden başlanabildi. Masrafları federal hükümet karşılayacak ve anıtı Savaş Bakanlığı'nın kadrosundaki mühendisler tamamlayacaklardı.

İnşaatın ikinci aşaması dokuz sene sürdü. Dikilitaş 18 metreye yükseltildi, içerisine 897 basamaklı demir bir merdiven ile bir de asansör yerleştirildi ve resmi açılış 1885'in 21 Şubat'ında yapıldı. Anıt üç sene sonra, 9 Ekim 1888'de halkın ziyaretine açıldı. Washington'un sembollerinden biri olan anıtı, o tarihten buyana hergün binlerce kişi ziyaret ediyor.

Dikilitaşın üzeri Maryland'dan getirilen mermerlerle kaplanmış ama yukarılara doğru mermerin üzerine daha başka parçalar da yerleştirilmişti. Bunlar, anıtın üzerinde isimlerinin yeralmasını isteyen bazı dost memleketlerin, dış cepheye yerleştirilmesi için gönderdikleri ve mermerden imal edilmiş olan hediyelerdi.

Dost ülkelerin anıta katkıda bulunmaları talebi, aslında Amerikan Dışışleri Bakanlığı'ndan gelmişti. Bakanlık, Washington'da bulunan yabancı ülke temsilcilerini dikilitaşın inşaatından haberdar etmiş, taşın aslında sadece Amerika'nın değil, bütün memleketlerin özgürlük sembolü olduğunu söylemiş, anıtın dış yüzünde temsil edilmek istedikleri takdirde, gönderecekleri hatıraların mermere monte edileceğini duyurmuştu.

Posta masrafı 390 kuruş

O dönemde Amerika ile iyi ilişkiler içerisinde olan birçok memleket, dünyanın bu en büyük dikilitaşında kendi ismimlerinin de yeralması için, Washington'a birbirinden kıymetli mermer plakalar yolladılar. Zamanın Çin İmparatoru, üzerinde George Washington'u öven Çince ifadelerin yeraldığı büyük bir levha, káğıt üzerinde Osmanlı Devleti'ne bağlı görünen ama aslında bağımsız bir devlet gibi hareket eden Mısır'ın Kavalalı Mehmed Ali Paşa soyundan gelen valisi de, tarihi İskenderiye Kütüphanesi'nden kalma bir geniş mermer gönderdi. Yunan Kralı eski Yunanca ile yazılmış bir kitabe, Kuzey Afrika'daki yerel beylerden biri Kartaca'dan kalan ve meyve ağacı altında bekleyen bir atlıyı resmeden son derece nadir bir kabartma, Yunan kilisesi de eski Mısır dönemine ait 3 bin senelik bir heykel yolladı ve hediyelerin hepsi, anıtın üst tarafına doğru yerleştirildi.

Bir başka hediye de İstanbul'dan, Osmanlı hükümdarı Sultan Abdülmecid'den gelmişti: Mermer üzerine işlenmiş son derece güzel bir hat, yani yazı.

Amerikalılar, dikecek oldukları büyük sütundan Osmanlı Devleti'nin Washington'daki temsilcisi Emin Bey'i de haberdar etmiş ve 'Majesteleri Sultan hazretleri taşın üzerine yerleştirilmek üzere bir hediye gönderecek olduğu takdirde, bunu zevkle kabul edeceklerini' söylemişlerdi.

Emin Bey, Amerikan Dışişleri'nin talebinden İstanbul'u haberdar etti ve zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid, Türkiye'nin sütunda üzerinde Amerika hakkındaki iyi temennilerin yazılı olduğu bir 'hat' ile temsil edilmesine karar verdi. Hat, o devrin büyük hattatı sayılan Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye yazdırıldı ve daha sonra etrafı devrin süsleriyle bezenmiş bir mermere işlendi, mermerin üzerine de Sultan Abdülmecid'in tuğrası kondu. Levhada 'Devám-ı hulleti te'yid için Abdülmecid Hán'ın / Yazıldı nám-ı páki seng-i báláya Vaşington'da' yani 'Abdülmecid Han'ın temiz adı, dostluğun devamını göstermek için, Washington'da dikilen bu yüksek taşa yazıldı' denmekteydi.

Levha 1853'te bir gemiyle Amerika'ya gönderildi, taşıma masrafı olarak o zamanın parasıyla 390 kuruş ödendi ve inşaat tamamlanınca Washington Anıtı'nın üzerine yerleştirildi. Sultan Abdülmecid'in mermere hakkedilmiş tuğrası, ismi ve Amerika hakkındaki iyi temennileri, o zamandan beri anıtın üzerinde duruyor.


Tekrar ediyorum: Bu kitaplarda yazılanlara sakın inanmayın!


BUNDAN birkaç ay önce 'Osmanlı Hanedanı Saray Notları' isimli bir kitaptan bahsetmiş, kitabı yazdığı iddia edilen 'Hanzade Sultanefendi' isminin düzmece olduğunu söylemiştim. Osmanlı Hanedanı'nın son döneminde tek bir 'Hanzade Sultanefendi' vardı, Sultan Vahideddin'le Halife Abdülmecid'in torunuydu, 1998'in 19 Mart'ında vefat etmişti ve 'Hanzade Sultanefendi' ismiyle kitap çıkartan kişinin gerçek Hanzade Sultan ile hiçbir alákası yoktu, sultanlığı sahteydi.

İşte bu sahte prenses, bundan birkaç hafta önce 'Hanzade: Sürgünde Bir Şehzadenin Günlüğü' adında yeni bir kitap çıkarttı. Kitabın arka kapağında aynen 'Hanzade: Osmanlı Hanedanı, Saray Notları dizisinin son kitabı olarak yayınlanacaktı. Fakat, Hürriyet Gazetesi'nde her hafta bir sayfa doldurduğu için, kendisini: ‘Osmanlı Tarihi’nin Zaptiyesi' sanan bir yazar; 'HANZADE SULTANEFENDİ' adında birinin olmadığını yazması üzerine, DİZİ'nin son kitabı olarak planlanan HANZADE'yi ‘ikinci kitap’ olarak yayınlıyoruz. İşte ‘yok’ denilen HANZADE SULTANEFENDİ' deniyordu.

Bu bozuk Türkçe ifadede bahsi geçen ve 'kendini Osmanlı Tarihi'nin Zaptiyesi' sandığı söylenen yazar, bendenizdim! İş bu aşamaya gelince, konuyu tam bir açıklığa kavuşturmam ve daha önce vermediğim bazı isimleri de yazmam artık farzolmuş bulunuyor!

HEPSİ HAYAL MAHSULÜ

Açıkça söylüyorum: Sultan Abdülhamid'in oğlu Şehzade Abdülkadir Efendi'nin, bu kitapta iddia edildiği şekilde 'Mehmed Ferid' adında bir çocuğu ve 'Hanzade' isminde bir torunu yoktur. Mehmed Ferid'in annesi olduğu iddia edilen Hadice Macide Hanım'ın, Abdülkadir Efendi'den Şehzade Ertuğrul ve bizzat tanıdığım Şehzade Aláeddin Efendiler'den başka bir çocuğu olmamıştır. Abdülkadir Efendi'ye iki erkek evlád veren Hadice Macide Hanım'ın, 'saraydan evlilik izni alınamadığı için doğan çocuğunu gizlediği ve Mehmet Ferid'in bu yüzden hanedan şeceresine işlenmediği' iddiası yalandır. Osmanlı Hanedanı'nda şehzadelerin gayrımeşruluğu diye birşey sözkonusu değildir, dolayısıyla 'kayıtlara geçmemek' diye bir iş olamaz, zira yolun ucunda 'taht' bulunmaktadır ve hem Mehmed Ferid, hem de Hanzade Sultanefendi isimlerinin Osmanlı ailesiyle bir ilişkisinin bulunmadığının en önemli şahidi ve delili de Abdülkadir Efendi'nin hálen hayatta olan ve İstanbul'da yaşayan kızı Neslişah Saffet Sultan'dır.

İstanbul, şu anda bol bol sahte asillerle kaynıyor. Meselá 'Neslişah Sultan' olduğunu iddia eden Nesrin adında bir kadın İstanbul Belediye Başkanı'nın önceki hafta verdiği resmi bir yemeğe katılabiliyor, 'Nadine Sultan' adını takınan bir başka sahte prenses de bir gazeteye Türkiye'nin geleceği konusunda demeçler verebiliyor!

Benim endişem böyle düzmece şehzadelerle sultanların ortalığa dökülmeleri değil, çalakalem yazılan bu gibi kitapların zamanla 'kaynak' olmaları! Dolayısıyla, tarihçilerle araştırmacılara sesleniyorum: İsmet Bozdağ tarafından yazılan 'Osmanlı Hanedanı Saray Notları' ve 'Sürgünde Bir Şehzadenin Günlüğü' isimli kitapları sakın ola kaynak niyetine kullanmayın! Bir roman niyetiyle okuyun ama kaynak olarak almayın!

İlim dünyasının başına bundan senelerce önce 'Abdülhamid'in Hatıra Defteri' adında hayali bir kitabı maalesef musallat eden İsmet Bozdağ, yayınladığı bu son iki kitapla düzmece hatırat işini çok daha ileri götürmüş ve tarihe ıstırabı çok zor dinebilecek bir darbe vurmuştur.
Yazının Devamını Oku

Avrupalı olmayı beklerken, Papa bizi Avrupa'dan kovan papazı ‘ermiş’ yaptı

11 Mayıs 2003
Papa İkinci Jean Paul, geçen 27 Nisan günü, 17. asırda yaşamış olan Avianolu Marco adındaki bir papazı ‘‘aziz’’liğin alt basamağı kabul edilen ‘‘ermiş’’ mertebesine yükseltti. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 1683'teki Viyana kuşatması Marco'nun cephelerde verdiği ve ‘‘Haçın altında toplanın! Meryem adına savaşın! Türkler'i yenin! Ey zavallı Viyana, toparlan!’’ diye biten vaazları yüzünden korkunç bir bozgun halini almış ve bu bozgun Avrupa'daki topraklarımızı kaybetmemize öncülük etmişti. ‘‘Avrupalılaşma’’ uğruna ‘‘mozaik’’ ve ‘‘dinler arası diyalog’’ teraneleriyle kendi kendimize gelin-güvey olduğumuz şu günlerde Hristiyan dünyasının ve Papa'nın geçmişimiz hakkında ne düşündüğünü Marco'nun ermişliği sayesinde bir hatırlatayım dedim.

PAPA İkinci Jean Paul, geçen 27 Nisan günü, bundan asırlarca önce yaşamış olan altı kişiyi Hristiyan inancına göre 'aziz'liğin bir alt basamağı kabul edilen 'ermiş' mertebesine yükseltti. Bu altı kişi, çok büyük ihtimalle yakında 'aziz' olacaklar ve isimlerinin başına 'Saint' sözü getirilecek.

Vatikan'da 27 Nisan'da bu 'ermişlik ilánı' münasebetiyle düzenlenen büyük áyin sırasında, Papa'nın İsviçreli muhafızlarıyla İtalyan güvenlik kuvvetleri alarma geçirilmişlerdi. Zira, 'ermiş' yapılanlardan birinin, 17. asırda yaşamış olan Avianolu Marco adındaki papazın bazı çevrelerin, özellikle de Müslümanlar'ın gözünde 'netameli' olduğunu düşünüyor, Müslümanlar'ın en azından bir protesto gösterisi yapabileceklerini bekliyorlardı.

Marco, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki topraklarını kaybetmesinin, o zamanki Batı'nın deyimiyle 'kovulmasının' öncüsüydü. Ama Vatikan'ın gösteri konusundaki endişesi boş çıktı. Avianolu Papaz Marco'nun azizlikten bir önceki mertebe olan ermişliğe yükseltilmesi hem bizde, hem de İslam dünyasında birkaç satırla geçiştirildi.

Marco, Viyana'yı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kumandasındaki Türk ordusunun uğradığı büyük bozgunun hazırlayıcısıydı. 1631'de, Kuzey İtalya'nın Aviano şehrinde doğdu, genç yaşında Fransisken tarikatının 'Capuchin' tarikatına girdi, bir manastırda yetişti ve 'Avianolu Marco' diye tanındı.

PAPAZ’IN DUASI KABUL OLDU

Türk Ordusu, 1683'ün 14 Temmuz'unda Viyana'yı kuşatmıştı. Zamanın papası İnnocent, Marco'yu manevi destek vermesi için Viyana'ya, İmparator Leopold'e gönderdi. Marco, Viyana'daki askeri toplantılara, hatta savaş konseylerine katılıyor, strateji konularında bile fikir söylüyor ve sözlerini 'Türkler eşyalarını bile toplayamadan kaçacaklardır, buna emin olun!' diye bitiriyordu.

Kuşatma iki ay sürmüş, Türk birlikleri şehri bir türlü alamamış ve Viyana'nın imdadına Polonya Kralı Jean Sobiesky'nin ordusu yetişmişti.

12 Eylül günü, Türkler'e karşı büyük bir saldırı yapılmasına karar verildi. Marco, saldırı öncesinde Aziz Stephen Katedrali'ndeki ayinde kürsüye çıktı, vaazına 'Tanrı, günahlarımızın kışkırttığı musibetlerle siláhlanmıştır. Dualarımızı ancak tövbe ederek ona yeniden döndüğümüz takdirde kabul edecektir' diye başladı ve kendisini dinleyenlerin savaşma azmini güçlendirecek olan meşhur sözlerini söyledi:

'Viyana, ey Viyana! Seni sevenlerin gevşek ve kaygısız şekilde sürdükleri bu hayattan dolayı korku ve eziyet dolu bir geleceğe doğru sürüklendin. Ey zavallı Viyana! Toparlan ve ne hale geldiğini artık farket!'

Çarpışmalar, Marco'nun kürsüden inmesinden hemen sonra başladı. Şehrin yardımına gelen Polonya Kralı Jean Sobiesky'nin ordusu Viyana'nın surları dışında bulunan Kara Mustafa Paşa'nın birliklerini geriden kuşatmış, Türk ordusu hem Viyanalılarla, hem de Polonyalılarla savaşmak zorunda kalmıştı. Marco, eline koskoca bir haç almış en ön safta at sürüyor, Hristiyan askerlere 'Haçın altında toplanın! Meryem adına savaşın! Türkler'i yenin!' diye haykırıyordu.

Neticede, Avianolu Marco'nun duaları kabul oldu ve Viyana önlerinde büyük bir bozguna uğradık.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa şehri zaptedeceğinden o kadar emindi ki, Viyana'nın bir ucundan başlayıp imparatorluk sarayında nihayete erecek olan zafer resmigeçidini bile düşünmüş, merasimin Osmanlı'nın şanına láyık bir şekilde yapılması için geçit resminde kullanılacak olan tören malzemelerini bile İstanbul'dan yola çıkarken yanına almıştı. Topkapı hazinelerinin en kıymetli parçaları Paşa'yla beraber Viyana önlerindeydi ama Kara Mustafa Paşa herşeyini surlarının önünde bırakıp Belgrad'a çekilince geride bıraktığı ne varsa Viyana'yı kurtaran Polonya Kralı Jean Sobiesky'nin oldu.

PAPA, KAHVEYİ ‘HELAL’ KILDI

Türk ordusunun ricatinden hemen sonra, Viyana surlarının önünde bir başka gariplik yaşandı: Türk hazinelerinin yanında çuvallar dolusu çekilmemiş kahve vardı. Paşa'nın ordugáhını talan eden Avusturyalılar kahve çekirdeklerini görünce 'Türkler meğerse keçi pisliği yerlermiş' dediler ve çuvalları imha etmeye kalktılar. Çuvallardakilerin kahve olduğunu daha önce Osmanlı topraklarında yaşamış bir Viyanalı farketti, Avusturyalılar'a siyah tanelerin ne işe yaradığını anlattı ve Avrupa işte bu sayede ilk defa kahveyle tanışmış oldu.

Ama kahvenin tadı oldukça sertti, yumuşatılması gerekirdi ve söylentiye göre bu işi de Papaz Marco yaptı: Çekilip kaynatılmış kahveye süt ile bal iláve etti. Avrupa, bu şekilde hazırlanan kahveyi Viyana'nın kurtarıcısı kabul edilen Marco'ya olan saygıdan dolayı Marko'nun bağlı bulunduğu 'Capuchin' mezhebinin ismiyle anmaya başladı ve 'cappucino' demeye başladı.

Kahve o zamana kadar sadece Türkler'e, dolayısıyla Avrupa'nın gözünde 'şeytan' kabul edilen bir millete mahsustu, 'şeytan içkisi' idi ve dindar Hristiyanlar kahveden uzak duruyorlardı. Kahve, papalar sayesinde rağbet gördü. Papa Sekizinci Clement, bir iddiaya göre de Üçüncü Vincent kahveyi tattı, hoşuna gidince de 'Böylesine lezzetli bir içeceğin sadece káfirlere -yani Müslümanlar'a- ait sayılması utanç verici bir iştir' dedi ve kahve böylece 'helál' oluverdi.

Avianolu papaz Marco, misyonuna Türk ordusunun Viyana önlerinde bozguna uğramasından sonra da devam etti, Osmanlılar'a karşı yeni bir Haçlı Seferi örgütlemeye çalıştı ve bir yerde de başarılı oldu.

Viyana bozgununun ardından peşpeşe yenildik, Macaristan'daki birçok kale elimizden çıktı. Avianolu Marco bu sırada 'Türkler'i Hristiyan orduları değil, Tanrı'nın görünmez yardımı yenecektir. Fetihler siláhla değil, bu imanla yapılacaktır' diye vaazlar veriyor, 'Hristiyanlık adına büyük düşmana, yani Türkler'e karşı savaşı kazanmak için Allah'a olan imanımızı güçlendirmemiz lázımdır. Bunu yapmadan önce neye kalkışırsak kalkışalım, netice alamayız' diyor, 'Tanrı barış değil, savaş istiyor. Topraklarımızı geri alalım, ondan sonra konuşalım' sözleriyle prensleri savaşa teşvik ediyordu.

Derken 1699'a gelindi ve ilk çöküş belgemiz olan Karlofça Anlaşması'nı imzaladık. Papaz Marco vazifesini tamamlamış, yani Türkler'i Avrupa'dan çıkartmanın ilk adımını atmıştı ve Karlofça'yı imzaladığımız sene öldü, gitti.

Papa Jean Paul'ün önceki hafta 'ermiş' ilán ettiği ve çok yakında 'aziz' yapılacak olan Avianolu Papaz Marco'nun öyküsü, işte böyle... 'Mozaik' ve 'dinler arası diyalog' teraneleriyle 'Avrupalılaşma' uğruna kendi kendimize gelin-güvey olduğumuz şu günlerde Hristiyan dünyasının ve Papa'nın geçmişimiz hakkında ne düşündüğünü şöyle bir hatırlatayım dedim.

Çiniler ha çalınmış, ha çakılmış, aynı şey!


BUNDAN birkaç hafta önce, kendi kendini 'hattat' ilán eden ve senelerdir planlı bir ucuz reklam faaliyeti içerisinde bulunan bir adamın rezaletlerini yazmıştım.

Bu zat İstanbul'un büyük camilerini ve türbelerini dolaşıyor, mekánın en göze çarpan yerinde asılı duran ve Türk hattının eski üstadlarının eseri olan levhaları bir yolunu bularak kaldırtıyor, onların yerine kendi karalamalarını koyduruyordu. Böylelikle atelyesine gelip yazı sipariş edenlere 'Büyük camilerin hepsinde benim levhalarım asılı, dolayısıyla eserlerim pahalıdır' diyor ve fiyatını yükseltiyordu.

Vakıflar Genel Müdürlüğü yazımın yayınlanmasından sonra nihayet harekete geçti, işbu zatın Vakıflar'a ait mekánlardaki karalamalarını kaldırıp láyık olduğu yere, yani depolara koydurdu. Vakıflar'a ilgisinden dolayı teşekkür ediyorum.

Ama kendisini hattat zanneden bu adam, asıl kültür cinayetini Kültür Bakanlığı'na bağlı olan türbelerde, meselá Eyüpsultan'da işlemişti: Türbenin iç duvarlarına yine hat zannettiği karalamalarını yahut zevksizlik şaheseri olan kendi imálátı olan objeleri yerleştirtmiş ve bu iş yandaki fotoğrafta da gördüğünüz gibi, çoğu 16. asırdan kalma İznik çinilerinin üzerine çiviler çakılarak yapılmıştı.

Camilerdeki çinilerin talan edilmesiyle böyle çivilenmesi arasında hiç fark yoktur! İstanbul Türbeler Müdürü'nün, bu rezaletin duyulması üzerine 'Herşeyi kültür bakanlarının bilgisi doğrultusunda yaptık' dediğini işittim ve şimdi soruyorum: Bu 16. asır yadigárlarını çivileme işi hakikaten bakan onayıyla mı yapıldı, yoksa bu cinayetin arkasında ucuz ticari menfaatler mi var? Kültür Bakanlığı, Vakıflar kadar olamayacak ve bu garabetleri türbelerde asılı tutmaya devam edecek mi? Ve, en önemlisi: Bu çivilemenin hesabı sorulmayacak mı?
Yazının Devamını Oku

Deprem işinde Abdülhamid'den buyana bir adım bile atmadık

4 Mayıs 2003
Hemen her depremden sonra başlayan ama sadece birkaç ay devam edip unutulan hararetli tartışmalar, Bingöl'de yaşanan feláketten sonra yeniden gündeme geldi. Binaların depreme dayanıklı şekilde inşa edilmeleri konusunu, yardımların feláket bölgelerine zamanında ulaştırılamamasının yolaçtığı problemleri, Marmara Denizi'nin dibindeki fayların durumunu ve sırada bundan sonra nerenin bulunduğunu şimdi tekrar tartışıyoruz. Osmanlı Arşivi'nde bulunan belgeler, aynı tartışmaları en az 100 seneden beri, yani Abdülhamid zamanından buyana sürdürdüğümüzü ama tedbir alma konusunda tek bir adım bile atmadığımızı gösteriyor.

SARSILIP harap olma sırası, bu hafta Bingöl'deydi. İsmi bir zamanlar 'Çapakçur' ve 1935'ten beri 'Bingöl' olan bölgede yaşanan deprem, bundan böyle Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Okulu'nun 50'den fazla genç öğrenciye mezar olmasıyla hatırlanacak.

Her deprem sonrasında olduğu gibi bu defa da müteahhidin malzemeden çalması yüzünden binaların, özellikle de devlet binalarının depreme dayanıksız olması yahut depremden rant elde edilmeye çalışılması gibi konuları tartışıyor, yardımlar zamanında yapılamadığı için feláketzedelerin sokaklara dökülmelerine şahit oluyoruz.

5 ASIRLIK AYNI TERANE

Türkiye'de depremlerden önce ve sonra yapılan tartışmalar, asırlardan buyana hiç değişmedi. Osmanlı döneminin ilk büyük yer sarsıntısı olan 1509 feláketinden itibaren, devlet, inşaat işlerini bir düzene koymaya çalıştı ama netice hep aynıydı: Devletin değil, inşaatçının istediği oldu. Hemen her depremden sonra bazı kişiler feláketi gelir sağlama vasıtası haline getirmeye çalıştılar, devlet bu işlerin de önüne geçmeye çalıştı ama mücadeleden gene devlet mağlup çıktı.

Yandaki kutularda, hakkında en fazla sayıda kayıtlı bilgiye sahip bulunduğumuz ilk depremle, yani 1894 Temmuz'unda yaşanan İstanbul depremiyle ilgili olan ve şimdi Osmanlı Arşivleri'nde saklanan değişik konulardaki bazı yazışmalar yeralıyor. Okuyun ve en ufak bir yer sarsıntısının bile bu kadar fazla miktarda can almasının sebebinin menfaat düşkünlüğümüzle umursamazlığımız olduğunu devletin resmi belgelerinden bizzat görün.

Öncelik her zaman rüşvete ait oldu


İSTANBUL'da 1894 Temmuz'unda yaşanan büyük depremin ardından, şehir hemen rüşvet, emlák fiyatlarını aşırı şekilde yükseltme ve depremden mümkün olan her şekilde rant elde etme yarışına sahne oldu. Bazı mühendisler sağlam binayı çürük, hasarlı yapıyı da sağlam gösterme tehdidiyle bina sahiplerinden rüşvet istiyorlardı. Şikáyetlerin artması üzerine, zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid duruma bizzat el koydu ve bir emir yayınlattı:

'Belediye mühendislerinin depremde hasar gören binaları kontrol ettikleri sırada bina sahiplerinden para istedikleri, para verilmediği takdirde sağlam binaları çürük, çürük binaları da sağlam göstermekte oldukları yolunda söylentiler çıkmıştır.

Bu yoldaki haberlerin işitilmesinden sonra padişahımızın emirleri gereğince durum gazetelerle ilán ettirilmiş ise de, dedikodular yine devam etmiş ve durum padişahımız efendimizin kulağına tekrar gitmiştir.

Hiçbir şekilde rıza gösterilemeyecek olan bu şekildeki hareketlere cüret ettikleri tespit edilen mühendislerle kalfalar hakkında gerekli kanuni işlemlerin yapılacağı tabiidir. Bununla beraber, sözkonusu şikáyetlerin iftira olduğu ortaya çıkarsa, bu defa devlet memurları boş yere itham edilmiş olacaklardır.

Bu sebeple, şikáyetçi olan emlák sahiplerinin kendilerine rüşvet teklifinde bulunan mühendis ve kalfaların ve bu kişilerin bağlı oldukları dairelerin isimlerini bildirerek mahkemelere müracaat etmeleri ve rüşvet talebinde bulunanları dava etmelerinin gerekli olduğu, gazetelerde uygun bir şekilde ilán edilmelidir. Padişahımız efendimiz hazretleri, ayrıca, bazı kişilerin mühendislere iftira atmaları ihtimaline karşı, bu yalanlara devam edenlerin cezalandırılmaları için polis tarafından soruşturma yapılmasını da emretmişlerdir. Yıldız Sarayı Genel Sekreteri Süreyya. 31 Temmuz 1894 (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Hususi, 200/27. Mehmet Genç ile Mehmet Mazak'ın 'İstanbul Depremleri'nden)'.


İstanbul’un kárgiri çöktü, ahşapı tutuştu


TÜRKİYE, bugün inşaatların deprem yönetmeliğine uygun şekilde yapılıp yapılmadığı tartışmasını asırlar boyunca 'evler ahşap mı, yoksa kárgir mi olsun?' şeklinde yaşadı.

İstanbul'da 1509'da yaşanan büyük depremin çok miktarda can kaybına sebep olması üzerine, devlet yeni yapılacak binaların ahşaptan inşa edilmelerini emretti, ancak ahşap yapılaşma, deprem kadar önemli bir feláketi de beraberinde getirdi: Yangınları... İstanbul'un birçok mahallesi, asırlar boyunca çıra gibi yandı. Devlet ve saray daha sonraki devirlerde ahşaptan vazgeçip kárgir inşaatları teşvik etmeye başladı ama halk ucuz, yapımı daha kolay ve depreme de dayanıklı olduğu için ahşaptan vazgeçemedi.

Şehirdeki bu kararsızlık, depremin verdiği zararları daha da arttırdı: Kárgir binalar sağlam inşa edilmedikleri için daha ilk sarsıntıda içinde yaşayanların üzerine yıkıldı, ahşap yapılar ise deprem sonrasındaki kargaşada ateş alıp küle döndü.

İşte, İstanbul'da evlerin kárgir olarak yapılmasını emreden en eski belgelerden biri, İkinci Mustafa'nın 1695 tarihli fermanı:

'İstanbul Kaymakamı Osman Paşa'ya emirdir: İstanbul'daki evlerle dükkánlar ahşap ve pedavradan inşa edildikleri için yanıp gitmektedirler. Şehirde bundan böyle ahşap inşaat yapılmasına rıza göstermeyeceğim. Binalar, Halep'te, Şam'da ve Anadolu'da olduğu gibi taş, kireç ve çamurdan yapulacaklardır.

Sen ki benim vezirimsin, artık İstanbul'da ahşap bina yapılmasına izin vermeyeceksin. İnşaat yapmak isteyenler, mali güçlerine göre Halep'te, Şam'da ve Anadolu'da varolan binalardaki gibi taş, kireç ve çamur kullanacaklardır. Bu işi bilenlerle oturup konuşacak, binaların saçaklarını da kirpi saçak şeklinde yaptıracak ve bu emrimin dışına çıkılmamasına özen göstereceksin (Ahmed Refik'in 'Hicri Onikinci Asırda İstanbul Hayatı'ndan).''


Marmara’daki araştırmaları 100 küsur senedir bitiremedik


MARMARA Denizi'nin dibindeki fayların özelliği ve taşıdıkları deprem riski konusundaki çalışmalar senelerden beri devam ediyor. Fransız ve Türk bilim adamlarının yaptıkları son çalışma sayesinde denizin yüzeyi ile ilgili artık hemen her şeyin öğrenildiği açıklandı ve İstanbul'u vuracak olan depremin şiddeti hakkında da kimsenin şüphesi kalmadı.

Osmanlı Arşivleri'nde bulunan bir belge, Marmara Denizi'ndeki çalışmaların bundan 108 sene önce, Sultan Abdülhamid zamanında başladığını gösteriyor ve tedbir alma konusunda ne derece áheste şekilde hareket etmiş olduğumuzu da gözler önüne seriyor:

'Rusya Coğrafya Kurumu tarafından gönderilecek olan bilim heyeti, Marmara Denizi'nde incelemeler yapacaktır. Rusya Elçisi, Marmara'nın genel durumu ve derin kısımlarının özellikleri hakkında Ağustos'tan Eylül ortalarına kadar keşif ve inceleme yapacak olan bu heyete gerekli iznin verilip bazı Osmanlı bilim adamlarının da heyete katılmaları ve bu iş için bir gemi tahsis edilmesi konularında talepte bulunmuştur.

Padişahımız efendimiz hazretleri Başbakanlık'tan 30 Temmuz 1894 tarihinde bu konuda gelen yazıyı incelemiş, Deniz Kuvvetleri subaylarından Yüzbaşı
İhsan Efendi'nin bu işle görevlendirilmesini ve Denizyolları vapurlarından birinin de keşif için tahsis edilmesini emir buyurmuşlardır. Yıldız Sarayı Genel Sekreteri Süreyya. 3 Ağustos 1894 (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Hususi, 147. Vahdettin Engin'in '1894 İstanbul Depremi ve Gündelik Hayata Etkisi' başlıklı makalesinden)'.
Yazının Devamını Oku

O heykelin altına ‘soykırım’ yazmak en azından Gomidas’a hakarettir

27 Nisan 2003
Paris'te geçen perşembe günü yine bir Ermeni anıtı açıldı. Anıtta Ermeni müzisyen Gomidas Vartabed'in heykeli, heykelin altında da alışıldık soykırım iddiaları vardı ama ‘‘Gomidas’’ın kim olduğu konusunun üzerinde pek fazla durmadık. Gomidas Vartabed, Ermeni müziğinin önemli bir ismiydi. 1915 olayları sırasında tutuklanmış ve ‘‘Ben bir Türk'üm, dinim cinsim uludur’’ mısraının yazarı ‘‘milli şairimiz’’ Mehmed Emin Yurdakul'un araya girmesiyle serbest bırakılmıştı. Çok sayıda öğrenci yetiştirmişti ve İstiklál Marşı'nın orkestra düzenlemesini yapan Edgar Manas da Gomidas'ın talebesiydi. Gomidas Vartabed gibi bir sanatçı, isminin ‘‘soykırım’’, yahut ‘‘1,5 milyon Ermeni'nin katledilmesi’’ gibisinden yalanlara álet edilmesini herhalde istemezdi.

NİSAN ayının son haftaları, senelerden beri dünyanın dört bir yanındaki Ermeni kuruluşlarında büyük bir hareketlilik, dışişlerimizde ise koşuşturma ve kábus halinde geçer. Gazetelerimiz, o günlerde aynı minvaldeki haberlerle doludur.

Heyecanın sebebi, her 24 Nisan'da Ermeniler'in bir memlekette içerisinde 'soykırım' sözünün geçtiği bir iş etmeleridir. Bu iş ya o ülkenin parlamentosundan soykırımı tanıyan bir karar çıkartılması, ya bir soykırım anıtı dikilmesi, yahut dünyanın önde gelen liderlerinden birine 'soykırım' kavramının teláffuz ettirilmesi şeklinde olur.

24 Nisan günü durmadan tekrarlanan bu senaryonun mekánı bu sene Paris oldu. Geçen perşembe günü, Paris'te bir parka 1935'te ölen Ermeni besteci ve müzik derleyicisi Gomidas Vartabed'in (ismin doğrusu ‘Komitas’ değil ‘Gomidas’tır) heykeli törenle dikildi. Ermeni tarafı yeni bir 'soykırım anıtı' açmış olmanın zevkini yaşarken dışişlerimiz Fransa'ya üstüste protestolar gönderdi ve hadise gazetelerimizde günlerce yeraldı.

Ama işin çok daha önemli bir başka boyutunun üzerinde hiç durulmadı: Ermeniler 'Gomidas' adını 'soykırım' kavramının sembollerinden biri haline getirerek kendi üstadları olan Gomidas'a hakaret ediyorlardı.

Ermeni müziğinin en önemli isimlerinden olan Gomidas'ın asıl adı Sogomon Sogomonyan idi. 1869'da Kütahya'da doğdu. Ailesi çok fakirdi, 11 yaşında yetim kalınca Ermenistan'a, oranın en büyük dini merkezi olan Eçmiyadzin Manastırı'na gönderildi. Manastırda bir yandan müzik öğrenirken bir yandan da teoloji okudu, 1894'te 'vardapet' yani 'teoloji doktoru' oldu ve ádetler gereği kendisine dini bir isim seçti: Yedinci asır Ermeni iláhicisi 'Gomidas'ın adını aldı. Artık 'Sogomon Sogomonyan' yerine 'Gomidas' ismini kullanacaktı.

Kilise, 1896'da Gomidas'ı müzik eğitimini tamamlaması için üç yıllığına Berlin'e gönderdi. Almanya dönüşü yine Eçmiyadzin'e gitti, burada Ermeni klasik dini musikisi üzerinde çalıştı ve 1910 ilkbaharında İstanbul'a geldi. Bu tarihten sonra hem bestekár, hem de müzik derleyicisi olarak faaliyet gösterdi, Anadolu'yu karış karış dolaşarak üç bin civarında Ermeni, Arap, Fars ve Kürt şarkısını notaya aldı ve 'badarak' denilen Ermeni dini musikisindeki modernleşmenin öncüsü kabul edildi.

İstanbul'da bir müzik okulu ve bir de koro kuran Gomidas derlediği eserleri yayınlarken bir yandan öğrenci yetiştiriyor, bir yandan da düzenli konserler veriyordu. Öğrencileri arasında Edgar Manas adında bir genç de vardı ve seneler sonra bizim milli marşımızın yani İstiklál Marşı'nın orkestra düzenlemesini Gomidas'ın talebesi Edgar Manas yapacaktı.

MİLLİ ŞAİR KURTARDI

Derken, Birinci Dünya Savaşı yılları geldi. İmparatorluk, 1915 ilkbaharında cephelerde savaşırken bir taraftan da Ermeni ayaklanmalarını bastırmaya çalışıyordu. Doğu viláyetlerimizdeki isyanlar Rus ordularıyla savaşan birliklerimizin arkadan vurulması halini almış, İstanbul Hükümeti'nin, özellikle de İçişleri Bakanı Talát Bey'in, yani sonraki senelerin meşhur Talát Paşa'sının Ermeni liderleri uyarması netice vermemiş ve isyanlar giderek büyümüştü.

Hükümet ilk önemli tedbiri eski takvimle 11, yeni takvimle de 24 Nisan 1915 günü aldı. O tarihe kadar serbestçe faaliyet göstermelerine izin verilen Ermeni komitelerinin bütün büroları kapatıldı ve önde gelen Ermeni liderlerle isyanları teşvik ettiklerinden şüphe edilen Ermeni entellektüeller tevkif edilerek Anadolu'daki kamplara gönderildiler.

Tutuklananlar arasında Gomidas da vardı ve Çankırı'daki bir kampa yollandı. İstanbul'daki Ermeni cemaatine 3 Nisan günü büyük bir konser vermişti ve bu konser, onun son müzik faaliyeti olacaktı.

Ama İstanbul'un aydın çevresine kendisini sevdirmiş ve kampa kapatılması Türk dostlarını da üzmüştü. Gomidas'ın serbest bırakılması için zamanın hükümeti nezdinde girişimler başlatıldı. İşin öncülüğünü yakın bir arkadaşı, Türk milliyetçiliğinin en önemli isimlerinden olan ve 'Ben bir Türk'üm dinim cinsim uludur / Özüm sinem áteş ile doludur' diye başlayan meşhur şiirin sahibi Mehmed Emin Yurdakul yapıyor, Birleşik Amerika'nın İstanbul'daki Büyükelçisi Henry Morgenthau da Dahiliye Nazırı Talát Bey'e hemen her gün ricaya gidiyordu. Morgenthau'nun değil ama, Mehmed Emin Yurdakul'un teşebbüsleri nihayet sonuç verdi ve şairin yakın dostu olan iktidardaki İttihad ve Terakki Hükümeti, Gomidas'ın serbest bırakılıp İstanbul'a getirilmesini emretti.

Gomidas Vartabed, Ankara üzerinden İstanbul'a geldi. Tutukluluğu kısa sürmüş de olsa sinirleri harap olmuştu ve bir daha toparlanamadı. Hükümet tedavi için Fransa'ya gitmesine müsaade etti. Gomidas, Paris'te bir hastahaneye yattı, burada senelerce kaldı ama eski sağlığına bir türlü kavuşamadı. 1935'in 22 Ekim'inde bu hastahanede öldü, cenazesi yakıldı ve külleriyle Ermenistan'a götürülerek Eçmiyadzin'deki bir anıta gömüldü. Daha sonra kütüphanesi, çalışmaları ve notları da Ermenistan'a nakledildi ve birçok derlemesi ardarda yayınlandı.

Türk Müziği'nde tarih boyunca bestekár yahut icracı olarak isim yapmış çok sayıda Ermeni vatandaşımız vardı. Bimen Şen, Udi Hırant, Kemani Tatyos, Artaki Candan, Nikoğos Ağa, Asdik ve Boğos Efendiler, Kemani Serkis, Nubar Tekyay, Udi Apet, Levon Hancıyan, Udi Arşak ve Hampartsum Limoncuyan bunların em tanınmışlarıydı ve Gomidas da bu müzisyenlerdendi. Ama icracılıktan ziyade derleme ve orkesra düzeyinde çalıştığı için halk tarafından değil, daha ziyade bilimsel çevrelerde biliniyor ve tanınıyordu.

BARİ GOMİDAS’A ACIYIN

Ermeniler ise, 'soykırım' iddialarını senelerden beri Gomidas'ın ismiyle özdeşleştirmeye çalıştılar ve dünyanın pekçok şehrine Gomidas heykelleri diktiler.

Paris'teki bir parka geçen perşembe günü dikilen Gomidas heykeli işte bu çabanın son ürünü ama gariplik de burada: Avrupa'nın en önemli kültür başkentlerinden birine Anadolu müziği üzerinde senelerce çalışıp eser vermiş bir sanatçının heykelinin konması ne kadar hoş ise, o heykelin kaidesine 'Osmanlı İmparatorluğu'nda 1915'te yapılan, 20. yüzyılın ilk soykırımının kurbanı olan 1.500.000 Ermeni'nin anısına' gibisinden yalanların ve saçmalıkların yazılması da o kadar çirkin.

'Çınar'ı, 'Dle Yaman'ı ve 'Groung'u besteleyen, bugün hálá çalınan çok sayıda türkünün derleyicisi olan ve CD'leri İstanbul'da serbestçe satılan Gomidas Vartabed gibi bir sanatçı da, isminin böyle işlere álet edilmesini herhalde istemezdi.


Bağdat’tan beter olma yolunda tam gaz gidiyoruz


GEÇEN hafta, müzelerimizin çok yakın bir gelecekte Bağdat'ta yaşanan yağmanın beterine uğrayacağını yazmış, talanın 'yasal yolla' yapılacağını söylemiştim.

TBMM'ye yakında sevkedilecek olan Kamu Yönetimi Reformu tasarısı birçok bakanlıkla beraber Kültür Bakanlığı'nın taşra teşkilátını da láğvediyor; müzeleri, kütüphaneleri ve koruma kurullarını il yönetimlerine yahut belediyelere devrediyordu. Tasarı kanunlaştığı takdirde 61 yaş kanunuyla tecrübeli yöneticileri zaten emekli edilmiş olan önemli kültür mekánlarında, meselá Topkapı Sarayı'nda nelerin yapılması gerektiğine bundan böyle müzeciler, uzmanlar ve sanat tarihçileri değil, Belediye Meclisi'ndeki müteahhitler yahut İl Genel Meclisi'ndeki market sahipleriyle emlákçiler karar vereceklerdi.

Yazdıklarım hayli ses getirdi ve konuyla ilgili birçok kişi aradı. İşinin ehli tecrübeli bürokratlar 'Girişimin önünün mutlaka alınması gerektiğini' söylerlerken, Kültür Bakanlığı'na bu hükümet zamanında gelenler 'Mesele pek öyle değil' gibisinden sözler ettiler ama müzelerle kütüphanelerin geleceğinin tehdit altında olduğunu hiçbiri inkár edemedi.

Bu arada Kültür Bakanı Erkan Mumcu'dan da bir mektup aldım. Mumcu, benzer şekildeki resmi açıklamalarda her zaman yapıldığı gibi söze 'yazdıklarınız gerçeği yansıtmamaktadır' diyerek başlıyor ama yazısının ileriki paragraflarında 'bu gibi yerlerin ve kuruluşların bize bağlı olması gerektiği yolundaki görüşümüzü tasarı hazırlanırken bildirmiştik' diyordu. Bu, 'Yazdıklarını her ne kadar yalanlıyorsam da, aslında hepsi doğru' demenin resmi ifadesiydi.

Bütün bu olup bitenler karşısında bana tek bir iş düşüyor: Kültür, tarih ve korumacılık bahislerinde mangalda kül bırakmayan zevátın daldıkları o derin náz uykusundan kalkmalarını temenni etmek... Uyanın beyler! Uyanın ve hayatınızda bir defa olsun, láf etmek dışında bir şeyler yapın!
Yazının Devamını Oku

Bu kanun çıkarsa, müzelerimiz Bağdat'tan beter yağmalanır

20 Nisan 2003
TV'lerden günlerden beri Bağdat'ta yaşanan kültür yağmasını seyredip üzülüyoruz ama tedbir almadığımız takdirde müzelerimizde Bağdat'ta yaşanan yağmanın beterine şahit olacağız ve bu yağma ‘‘yasal’’ bir şekilde, yakında TBMM'ye sevkedilecek olan Kamu Yönetimi Reformu Kanunu sayesinde gerçekleşecek. Tasarı, birçok bakanlıkla beraber Kültür Bakanlığı'nın da taşra teşkilátını kaldırıyor, müzelerle kütüphaneler belediyelere ve il yönetimlerine devrediliyor. Bu tasarı kanunlaştığı takdirde önemli kültür mekánlarında, meselá Topkapı Sarayı'nda neler yapılması gerektiğine bundan böyle müzeciler, uzmanlar ve sanat tarihçileri değil, Belediye Meclisi'ndeki müteahhitler yahut İl Genel Meclisi'ndeki market sahipleriyle emlákçiler karar verecekler.

TV ekranlarından, günlerden beri, Bağdat'taki müzelerle kütüphanelerin nasıl yağmalandığını seyrediyoruz. Paramparça edilip yerlere saçılmış binlerce eserin arasında iki elini birden kafasına vura vura ağlayarak dolaşan Iraklı hanım müzecinin görüntüsü, medeniyet tarihinin unutulmaz ibret belgelerinden biri olarak kalacak.

Ama Türkiye'de de ne kadar müze, kütüphane, arkeolojik alan ve benzeri kültürel mekán varsa, gözümüzü açmadığımız takdirde çok yakın bir gelecekte Bağdat'takilerin akıbetini yaşayacak, üstelik beteri olacak.

Sebep, şu anda hazırlanan ve önümüzdeki günlerde TBMM'ye sunulacak olan bir kanun tasarısı. ‘‘Kamu Yönetimi Reformu’’ isimli bu tasarı İçişleri, Adalet ve Maliye gibi birkaç bakanlık dışında kalan bakanlıklara bağlı taşra teşkilátlarının ayırım yapılmadan dağıtılmasını ve bu teşkilátların görevlerini belediyelerle il yönetimlerinin üstlenmesini öngörüyor.

Taşra teşkilátı dağıtılacak olan bakanlıklar arasında bu hafta Turizm ile birleştirilen Kültür Bakanlığı da var. Kamu Yönetimi Reformu tasarısının kanunlaşması halinde bakanlığın müsteşar yardımcısından başlayarak birçok genel müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı, il kültür müdürü kadroları iptal edilecek, çeşitli illerde bulunan müze ve kütüphane benzeri kuruluşlar da yerel yönetimlere devredilecekler.

Kültür Bakanlığı'nın üst düzey bürokratları, geçtiğimiz günlerde bazı önemli müzelerin bu tasarının dışında bırakılması için bir girişim yaptılar. Bürokratlar siyasi otoriteden tasarının özellikle Topkapı Sarayı, İstanbul Arkeoloji, Ayasofya, İslam Eserleri, Efes, Bodrum, Ankara Anadolu Medeniyetleri, Çanakkale ve İzmir Müzeleri'ni merkeze bağlı bırakacak şekilde hazırlamalarını istediler ama çabaları sonuçsuz kaldı ve tasarıda bu yerler için bir ayrıcalığa gidilmedi. Kamu Yönetimi Reformu Tasarısı'nın bu şekilde yasalaşması halinde şimdi Kültür Bakanlığı'na bağlı olan bütün müze ve kütüphaneler belediyelere ve il idarelerine devredilecek.

Bütün bunlar olup biterken, bu hafta kültür alanında çok önemli bir başka gelişme daha yaşadık: Emeklilik yaşını 61'e indiren kanunun Resmi Gazete'de yayınlanmasından hemen sonra, Türkiye'nin önde gelen tecrübeli müzecileri otomatikman emekli oldular.

BAŞIMIZA BUNLAR GELECEK

Makamlar orada oturanlarla kaim değildir, bir bürokrat gittiği zaman yerine bir başkasının gelmesi son derece normaldir ama bu kural müzelerde artık işlemiyor. Zira halen yürürlükte olan ‘‘Atama ve Görevde Yükselme Yönetmeliği’’, müzelere yeni yöneticilerin tayin edilmesine engel. Müdürlüğe yükseltilecek yöneticinin bu yönetmelik uyarınca mutlaka bir sınavdan geçirilmesi gerekiyor ama Kültür Bakanlığı bu sınavı üç seneden beri yapmadığı için boşalan yere bir başka müzenin müdürünün kaydırılmasından başka bir çare bulunmuyor. Ancak hem yeterli sayıda müze müdürünün olmaması, hem de Topkapı Sarayı, İslam Eserleri ve Arkeoloji Müzeleri gibi son derece önemli yerlerin uzmanlık gerektirmesi sebebiyle bu yola da gidilemiyor.

Genel bütçedeki payı binde 2'ye düşürülen Kültür Bakanlığı'na 15 seneden buyana arkeolog, sanat tarihçisi, Sümerolog ve Hititolog alınmadı. Kadrolar şimdi boş bulunuyor ve sadece bu kadrolara değil, önceden boşalmış olan diğer birçok müze müdürlüğüne de tayin yapılamıyor, dolayısıyla birçok müze kapalı tutuluyor. Türkiye'de şu anda 25 müze müdürlüğü, 25 müdür yardımcılığı kadrosu boş, tam 52 adet müze kapalı, en önemli ve en zengin müzelerimizden birçoğunun bazı bölümleri, meselá İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin dörtte üçü kilit altında.

Tasarı kanunlaştığı ve Turizm ile birleştirilen Kültür Bakanlığı'nın taşra teşkilátı dağıtıldığı takdirde ilk aşamada bakın neler olacak:

Müzeler önümüzdeki birkaç ay içerisinde belediyelere veya özel idarelere devredilecek. Bürokratların teklif ettiği ayırım yapılmazsa, yani önemli müzelerle kütüphaneler bakanlığın merkez teşkilátına bağlı tutulmazsa yerel yönetimler bütün kültür ve tarih merkezleri üzerinde tek söz sahibi olacaklar. Küçük bir örnek: Topkapı Sarayı'nda Hazine Dairesi'nin ne şekilde teşhire açılacağını yahut Harem'de nelerin yapılması gerektiğini senelerini bu işe vermiş müzeciler, uzmanlar ve sanat tarihçileri değil, bundan böyle Belediye Meclisi'ndeki müteahhitler yahut İl Genel Meclisi'ndeki market sahipleriyle emlákçiler belirleyecek.

Türkiye'de halen devam etmekte olan ve bir kısmı yabancı arkeologlar tarafından yapılan 300'den fazla kazı ile ileride başlayacak olan kazılarda bir kaos yaşanacak. Kültür Bakanlığı'nın taşra teşkilátı ortadan kalkacağı için kazılara göz-kulak olan ‘‘kazı komiserleri’’ tayin edilemeyecek, kazı izinlerini aslen arkeolog olan uzman bürokratlar değil, belediyeciler verecek.

Koruma kurulları bakanlığın elinden çıkacak ve belediyelere yahut il özel idarelerine devredilecek. Dolayısıyla, Sultanahmet Meydanı'nda günün birinde 60 katlı bir gökdelen yükseldiğinde hiş şaşmamamız gerekecek.

Topkapı'nın, Arkeoloji'nin yahut İslam Eserleri Müzesi'nin, bir zamanlar İstanbul'un en renkli müzelerinden olan ve bünyesinde son derece önemli parçaları barındıran koskoca Şehir Müzesi'ni Yıldız'da birkaç odadan ibaret sığıntı bir mekána çevirmiş olan Büyükşehir Belediyesi'ne teslim edilmesi halinde neler yaşayacağımızı düşünmek beni ürpertiyor. Hemen her gün talan edilen elyazması kitaplıklarının ilçe belediyelerinin eline geçmesi halinde olacakları söylemeye ise dilim varmıyor.

Taliban, tarihin ve kültürün üzerine dinamitle gitti, Iraklılar yağmaladı, biz ise yasa tasarılarıyla yürüyoruz. Bu yazıyı yazdığım sırada, masamın üzerinde şimdi Kültür Bakanlığı Müsteşarı olan Prof. Dr. Mustafa İsen'in Türk Edebiyatı'ndaki mersiyeleri anlattığı 'Acıyı Bal Eylemek' isimli eseri duruyordu ve kitabın 96. sayfasında asırlar önce yazılmış olan ama sanki bugünü anlatan çok güzel bir beyte rastladım: ‘‘Çıksın bu derd göklere áh u figan gibi / Kutsiler acısın bize halk-ı cihán gibi’’.

Ben, Bağdat'taki müze yağmasından beter olacağı kesin gibi görünen yakın gelecekteki bu kültür talanının yaşanmaması için siyasilerden artık pek birşey beklemiyorum. Bu 'yasal yağma'yı önleme görevi, öncelikle yukarıdaki beyti yayınlayan Kültür Bakanlığı Müsteşarı'na düşüyor.

Hat eserlerini bilin bakalım kim değiştirdi


GEÇEN hafta, birbirinden garip üç mektup aldım: Üçü de sahte isimle gönderilmişti. Türk hat sanatının bugün hayatta bulunan, hem kendisine, hem de sanatına büyük hürmet gösterdiğim üstadı Prof. Dr. Ali Alparslan'a olmadık iftira ve hakaretle doluydular.

Bu garip mektupları kimin yazmış olabileceğimi uzun uzun düşündüm ve buldum: Kendi kendini 'hattat' ilán eden ve senelerdir planlı bir faaliyet içerisinde bulunan bir adamın elinden çıkmışlardı. Bu zat İstanbul'un büyük camilerini ve türbelerini dolaşıyor, mekánın en göze çarpan yerinde asılı duran ve Türk hattının geçmişte yaşamış önemli isimlerinin eseri olan levhaları bir yolunu bularak kaldırtıyor, onların yerine 'hat' zannettiği kendi karalamalarını koyduruyordu. Böylelikle atelyesine gelip yazı sipariş edenlere 'Ben önemli bir sanatkárım, filanca yerde benim levhalarım asılı, dolayısıyla eserlerim pahalıdır' deyip fiyatını yükseltiyor ama ilgililer ve yetkililer bu olup bitenlere seyirci kalıyor, hattá álet oluyorlardı.

Şimdi kısa bir müddet bekleyeceğim: Kendisini temize çıkartma çabasıyla üstadlara dil uzatmaya yeltenen işbu zátın bazı camilere, padişah türbelerine ve müzelere koydurttuğu karalamalar ile 'ibrikler' kaldırılıp vakti zamanında oralarda bulunan eserler eski yerlerine asılmadığı takdirde Vakıflar ve Türbeler Müdürlüğü yetkililerinin álet oldukları bu utanmazca fiyat arttırma oyununu belgeleriyle ve fotoğraflarıyla yayınlayacağım. İftiracı muhbirime ve ona álet olanlara duyurulur!
Yazının Devamını Oku

Babil hayali Saddam'a yaramadı

13 Nisan 2003
Amerikan birliklerinin Bağdat'a ilerlemeleri sırasında haberlerin aralarında sıkışıp kalan bazı kelimeler bilmem dikkatinizi çekti mi? Saddam'ın bir türlü ortalarda görünmeyen ‘‘Cumhuriyet Muhafızları’’nın oluşturduğu ‘‘Babil’’, ‘‘Nabukadnezar’’ ve ‘‘Hammurabi’’ gibi tümenlerinin isimleri? Bu isimler, Saddam Hüseyin'in çeyrek asırlık hayalinin birer logosu gibiydi: Irak'ın yeni bir Babil, kendisinin de Babil'in meşhur kralı Nabukadnezar olma ruyasının ayrıntıları... Aynı hayal İran'ın son Şah'ında da vardı. Şark liderlerinin kendilerini binlerce sene önceki uygarlıkların ve kralların várisi ilán etmeleri o liderlere galiba pek yaramıyor...

IRAK'ta senelerden beri devam eden Baas rejimi, savaşın üçüncü haftasında tarihten silindi. O güne kadar ruhunu ve kanını Saddam'ın uğruna feda etmeye yemin billáh eden Irak halkı ertesi gün aynı Saddam'ın heykelini yerlerde sürükleyip ismine de ardarda lánetler okuduktan sonra Amerikan askerlerinin ellerini öpme yarışına girdi, arkasından da málum yağma geldi.

Önce Bağdat'ta, daha sonra da Irak'ın diğer şehirlerinde olup bitenler sadece batı dünyasını değil bizleri de bir hayli şaşırttı ama ben, bu işe neden hayret ettiğimizi bir türlü anlayamadım. Saddam'ın gücünün sona ermesiyle beraber geleneksel şark ádetleri Irak'ta bir anda devreye girmiş, yani her zamanki 'Veyl mağluba!' kuralı işlemiş, derken gayet áşina olduğumuz 'tabasbus'lar başlamış, yağmalar da işin menfaat elde etme faslını teşkil etmişti.

Saddam Hüseyin'in tarih ve siyaset sahnesinden böylesine süfli bir şekilde çekilmek zorunda kalması, onun sadece iktidarının değil, çeyrek asırdan beri gerçekleştirmeye çalıştığı bir başka hayalinin de sonu oldu.

Amerikan birliklerinin Bağdat'a ilerlemeleri sırasında haber bültenlerinin aralarında sıkışıp kalan bazı kelimeler yahut isimler bilmem dikkatinizi çekmiş mi idi? Saddam'ın bir türlü ortalarda görünmeyen 'Cumhuriyet Muhafızları'ndan bahsedilirken bu muhafızların oluşturduğu 'Babil', 'Nabukadnezar' ve 'Hammurabi' gibi tümenlerden bahsediliyordu ve bu isimler Saddam Hüseyin'in çeyrek asırlık hayalinin birer uzantısıydı: Irak'ın yeni bir Babil, Saddam Hüseyin'in de Babil'in meşhur kralı Nabukadnezar olma ruyasının ayrıntıları...

KRALI MODEL SEÇTİ

Saddam'
ın Babil hayalleri bundan tam 25 sene önce, 1978'in sonlarında başladı. Irak, dünyanın en eski kültür merkezlerinden biriydi, eski Sümer'den başlayarak Akad, Ur, Elam, Babil ve Asur gibi medeniyetlerin beşiği olmuş, tarihin ilk büyük hükümdarları da o topraklarda hüküm sürmüşlerdi. Bütün bu eski medemiyetler Saddam'a göre yeniden canlandırılabilir, bir zamanların em güçlü hükümdarlarının tahtında da bizzat kendisi oturabilirdi.

Hayalin temelinde işte bu düşünce yatıyordu ve ihya edilecek eski devletler arasında en tantanalısı, tahtına geçilecek krallar içerisinde de en güçlüsü seçildi: Babil ve Kral Nabukadnezar...

Saddam Hüseyin, 25 yıl boyunca hep bu hayalin peşinde oldu. Yapılması gereken ilk iş güzelliği, zenginliği ve gücü dillere destan olan ve Bağdat'a 50 kilometre mesafede bulunan eski Babil şehrini ortaya çıkartmaktı. 1978'in sonlarında Babil'de büyük bir arkeolojik faaliyete girişildi.

Kazılarda binlerce işçi çalışıyordu ama İran ile 1980'de girişilen savaş, Babil hayalinin frenlenmesine yol açtı. Arkeolojik mekánı kazan işçiler Babil'den alınıp siper kazmaları için cepheye gönderildiler ama faaliyet eski yoğunluğunda olmasa bile gene de devam etti. Babil'deki Iraklılar'ın yerini Mısırlı, Sudanlı, Çinli ve Koreli işçiler aldı. Şehrin toprak altında bulunan bazı bölümleri birkaç sene sonra ortaya çıkartıldı ve arkasından da yoğun bir restorasyon faaliyeti başladı. Eski zamanların tuğlalarını yeniden imal edip yıkık duvarların tamirinde kullandılar, bir zamanların Babil'inin şimdi Berlin Müzesi'nde bulunan meşhur 'İştar Kapısı'nın tıpatıp aynını yapıp harabelerin girişine yerleştirdiler. Sıra, Babil'in dillere destan kulesinin tekrar yapılmasına gelmişti ama Saddam'ın bu hayali ilk Körfez Savaşı yüzünden hayata geçirilemedi.

Irak halkına ve yabancılara teşhir edilecek olan Babil hemen hemen ortaya çıkmıştı. Yeni Babil'in tanıtımı için her sene 'Babil Festivalleri' tertip edildi, dünyanın dört bir tarafından binlerce kişi Bağdat'a davet edildi ama Mezopotamya arkeolojisinin önde gelen isimleri Babil'i yeniden yaratma hevesini pek ilmi bulmadıklarından ve ciddiye de almadıklarından olacak, Saddam'ın çabaları arkeoloji dünyasında pek rağbet görmedi.

BABİL’DE FESTİVAL

Saddam
için gereken sembol artık hazırdı, sırada örnek alınıp ismi kullanılacak eski kralın seçimi vardı ve Miláttan önce 7. asırda yaşamış olan Babil Kralı Nabukadnezar, bu iş için seçilmiş kaftandı. Babil en parlak günlerini onun zamanında yaşamıştı, onun devrindeki zenginlik ve güç hemen her tarih kitabında yazılıydı ve daha da önemlisi, Yahudi Devleti'ni ortadan kaldırıp Kudüs'teki Hazreti Süleyman Mebedi'ni yıkan kişi de, Nabukadnezar idi. Bu yüzden İslam dünyasında da tanınır ve İslamiyet'ten çok önce yaşamış olmasına rağmen belli seviyede saygı da görürdü.

Seneler süren bütün bu hazırlıklardan sonra Bağdat ile Babil'in ve Saddam ile Nabukadnezar'ın isimleri rahatça biraraya getirilebilirdi ve öyle yapıldı. Slogan zaten vardı 'Babil Bağdat'tır, Nabukadnezar da Saddam'...

Bundan 20 sene kadar önce, İran-Irak savaşının en kanlı çarpışmaları sırasında defalarca gittiğim Irak'ta bir gün Babil'e geçmiş ve epey şaşırmıştım.

Şehrin girişine İştar Kapısı'nın tıpatıp aynını yerleştirmiş ve hemen altına da 'Babil haklından çalınan bu kapının aslı şimdi Berlin'de bulunuyor' diyen koskoca bir plaket koymuşlardı. Duvarlarda Nabukadnezar ile Saddam Hüseyin'in resimleri yanyanaydı ve İştar Kapısı'nın gerisindeki meydanda kurulan yeni müzede Babil tanrılarıyla tanrıçalarının heykellerinin yanısıra hem Nabukadnezar'ın, hem de Saddam Hüseyin'in büstleri satılmadaydı. Bana Babil'in harabelerini ve restore edilen kral sarayını gezdiren hanım rehberin ilk sözü, 'Saddam ile Nabukadnezar arasında hiç fark yoktur. Her ikisi de hem savaşın, hem de barışın kahramanıdır' olmuş, sonra aralarındaki benzerlikleri sıralamıştı: ‘‘Her ikisi de genç yaşta başa geçip milletlerinin kaderini yücelttiler. İktidara geldiğinde Nabukadnezar 25, Saddam da 31 yaşındaydı. Babil Kralı bütün Ortadoğu'nun hákimi oldu, bizim 'Reis'imiz de olacak inşaallah! Nabukadnezar Kudüs'ü Yahudiler'in elinden kurtarmıştı, Reis Saddam da kurtaracak... Hele şu İran işini bir halledelim de...’’

Bu sayfada gördüğünüz Babil fotoğraflarını, işte o gün çekmiştim...

ŞAH DA AYNI YOLDAYDI

Saddam, Nabukadnezar
hayalini zamanla gittikçe büyüttü. İktidardaki Baas Partisi'nin ideolojisindeki Arap milliyetçiliği ve sosyalizm kavramlarının yanına bir de Babil hayalleri iláve edildi. Biz pek farkında değildik ama Babil ve Nabukadnezar kavramları Batı'nın dindar kesiminde, özellikle de Yahudi dünyasında bir hayli tepkiyle karşılanmıştı. Zira ilk İsrail devleti Nabukadnezar'ın eliyle yıkılmıştı, kralın ismi Kutsal Kitap'ta, özellikle de Eski Ahit'in 'Yeremya' faslında lánetle anılıyor ve 'Kudüs'ün intikamının Babil'den günün birinde mutlaka alınacağı' söyleniyordu. Bağdat'ın düşmesi Batı'nın bu dindar çevrelerinde şimdi 'Yeremya'da yazılanların çıktığı' şeklinde yorumlanıyor.

Şark liderlerinin kendilerini binlerce sene önceki uygarlıkların ve kralların várisi ilán etmeleri galiba o liderlere pek yaramıyor... Aynı işe bir zamanlar İran'ın son Şah'ı da kalkışmış, Saddam'ın Babil'i ihyaya çalışması gibi o da eski Persepolis'i ayağa kaldırmaya uğraşmış, '2 bin 500 yıllık Pers İmparatorluğu'nun várisi' olarak tantanalı taç giyme merasimleri tertip etmiş ama onun akıbeti de fena olmuştu...

Ortadoğu'nun eski uygarlıkları, taklitlerinden intikam almada galiba çok aceleci davranıyorlar.


Kudüs’ü yıktı Yahudiler’i sürdü


BABİL
Devleti'nin en güçlü kralı olan Nabukadnezar, Miláddan önce 605 yılında tahta geçtiğinde henüz 25 yaşındaydı ve iktidarı savaşlarla dolu olmasına rağmen, Babil'e tarihinin en büyük refahını getirdi.

Nabukadnezar, babası Nabopolassar'ın hükümdarlığı sırasında batı ve güney ordularının kumandanı oldu ve Fırat'ı geçmeye çalışan Firavun Necao'yu Kargamış'ta büyük bir yenilgiye uğratıp Suriye, Filistin ve İsrail krallıklarını Babil'e bağladı. Birkaç sene sonra tahta geçti ve vergisini göndermeyen İsrail Kralı Yehoyakim'in üzerine yürüdü. Miláttan önce 597 yılının 16 Mart'ında Kudüs'e girdi ve kendi istediği bir İsrailli'yi kral tayin etti. Dokuz sene sonra yine bir vergi meselesi yüzünden Kudüs'e tekrar girdi ama bu defa şehri baştan aşağı yağmalatıp Süleyman Mabedi'ni yıktırdı, bütün Yahudiler'i sürgün etti ve bu yüzden Yahudi tarihlerine 'en büyük düşman' olarak geçti.

Dünyanın yedi harikasından sayılan Babil'in Asma Bahçeleri'ni inşa ettiren Nabukadnezar 43 yıl hüküm sürmüş, Miláttan önce 562'de öldüğünde, Babil, o zamanın en güçlü devleti olmuştu.

Eski Ahit'te Tanrı Yehova'nın 'Kudüs'ün intikamını alacağına' yemin ettiği Nabukadnezar, İslami metinlerde 'Buhtünnasr' adıyla geçer ve hakkında çok sayıda edebi eser vardır.
Yazının Devamını Oku

1958 darbesi olmasaydı, Bağdat'ta şimdi Prenses Fazile hüküm sürecekti

6 Nisan 2003
Bağdat'ta, 1958'in 14 Temmuz'unda kanlı bir darbe yaşandı ve bunu pekçok darbe izledi. 14 Temmuz ihtiláli yapılmamış olsaydı, bugün çok büyük bir ihtimalle ne Saddam'dan, ne Körfez Savaşı'ndan, ne de Amerikan birliklerinin Bağdat'ın kapılarına dayanmasından bahsedecektik. Irak'ta bambaşka bir rejim, meşruti bir krallık bulunacak ve Bağdat'ta ‘‘kraliçe’’ olarak bir Türk prensesi, Prenses Fazile hüküm sürecekti. İşte, kraliçeliği 14 Temmuz darbesiyle bir anda hayal olan Prenses Fazile'nin hüzünlü hikáyesi...

AMERİKAN birliklerini Bağdat'ın kapılarına kadar getiren olaylar, aslında Bağdat'ta bundan 45 sene önce, 1958'in 14 Temmuz'unda yaşanan kanlı bir darbeyle başladı. Irak'ta krallık o gün tarihe karıştı, ihtilálciler 32 yaşındaki genç kralı ve ailesini parça parça ettiler, sonraki senelerde darbeler birbirini takip etti ve Irak, Amerikan birliklerini Bağdat'a kadar getiren acı ve kanlı olayların içinde kaldı.

Bağdat'ta, 1958'in 14 Temmuz'undaki o kanlı darbe yaşanmasaydı bugün ne Saddam olacaktı, ne de Körfez Savaşı'ndan bahsedecektik. Irak'ta bambaşka bir rejim, meşruti bir krallık bulunacak ve bir Türk prensesi, Prenses Fazile, Bağdat'ta kraliçelik edecekti.

İşte, hem Irak'ın, hem de genç prensesin kaderinin baştanbaşa değişmesinin hüzünlü öyküsü...

Macera, Türkiye ile Irak'ın arasında su sızmadığı günlerde, 1957 yazında, Irak Başbakanı Nuri Said Paşa'nın bir gün, son padişah Sultan Vahideddin ile son Halife Abdülmecid Efendi'nin o sırada İstanbul'da bulunan torunu Neslişah Sultan'ı ziyaretiyle başladı.

Paşa, söze Irak'tan halkın çoğunluğunun Şii ama kraliyet ailesinin Sünni olduğunu anlatarak başladı. Sünni bir hanedanın Şiiler üzerinde otorite sağlamasının güçlüklerinden bahsetti. Bekár olan kralın önde gelen Müslüman bir aileye mensup bir kızla evlenmesi, meselá bir halife torunuyla dünya evine girmesi halinde gücünün daha da artacağını söyledi. Sonra, gelin adayı olarak Neslişah Sultan'ın kızkardeşi Hanzade Sultan'ın kızı Prenses Fazile'yi düşündüklerini nakletti ve Sultan'dan bu talebi Prenses Fazile'nin annesiyle babasına iletmesini rica etti.

DOĞRU BİR SEÇİM

Hanzade Sultan
ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın soyundan gelen Prens Mehmed Ali İbrahim'in kızı olan Prenses Fazile, o sırada 16 yaşındaydı. Anne tarafından Osmanlı, baba tarafından da Mısır hanedanına mensuptu, büyük dedesi son Halife Abdülmecid Efendi idi ve dolayısıyla Iraklılar müstakbel kraliçeleri konusunda siyasi bakımdan son derece uygun bir seçim yapmışlardı.

Prens Mehmed Ali İbrahim ile eşi Hanzade Sultan, teklifi kabul ettiler. Kararlarından Bağdat'ı haberdar etmelerinden sonra hazırlıklara başlandı ve genç kral ile küçük prensesin nişanları, 1957 Eylül'ünde resmen ilán edildi. Kral, maiyetiyle arada bir İstanbul'a geliyor, çiftin beraberce çekilmiş resimleri hem Türk hem de Avrupa gazeteleriyle dergilerinin birinci sayfalarından eksik olmuyordu.

Prenses, ailesiyle beraber birkaç haftalığına Bağdat'a gitti, sonra Londra'daki okuluna döndü, nikáh zamanını beklemeye başladı ve inanılmayacak kadar acı olan haberi, 14 Temmuz günü okulunun müdiresinden işitti: Irak'ta darbe olmuştu ve genç Kral'ın akıbeti bilinmiyordu.

O günün sabahı, Yeşilköy Havaalanı'nda da hummalı bir protokol hazırlığı vardı. Irak'ın genç kralı Faysal İstanbul'a gelecekti ve zamanın Başbakanı Adnan Menderes ile mülki erkán, kralı karşılamak için havaalanındaydılar.

O sırada alınan bir haber, herkesi şaşkına çevirdi. Bağdat'da askeri bir darbe olmuştu... Karşılamaya gelenler şehre dönerlerken alana serilen kırmızı halılar çoktan kaldırılmıştı.

Bağdat'ta olup bitenlerin ayrıntıları ancak birkaç gün sonra öğrenilebildi... Darbeciler kralın amcası ve Irak'ın güçlü adamı Prens Abdülilláh'ı, Başbakan Nuri Said Paşa'yı ve kraliyet ailesinin neredeyse tamamını yataklarında parçalamış, hatta bazılarının cesedini köpeklere yedirmişlerdi. 23 yaşındaki genç Kral nasıl olduysa ölmemiş, ağır yaralı halde hastahaneye götürülmüş ama darbeciler 'Eğer kurtulursa hepimizi keser' diyerek doktorların müdahalesini engellemiş ve genç kral kan kaybından can vermişti.

Kraliçeliği 14 Temmuz darbesiyle bir anda hayal olan Prenses Fazile'nin hüzünlü hikáyesi, işte böyle. Prenses daha sonra eski başbakanlardan birinin, Suad Hayri Ürgüplü'nün oğluyla evlendi, iki oğlu oldu, daha sonra ayrıldı ve yeniden Paris'e yerleşti. Şu anda orada yaşıyor...

'Bağdat'ta 14 Temmuz darbesi olmasaydı Irak halkı bu acıları çekmezdi' demekte acaba haksız mıyım?


Fazile’yi kuzu gibi kurban ettiler!


Irak'ın genç kralı Faysal'ın nişanlısı Prenses Fazile'nin anneannesi, son Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'dı. Sabiha Sultan, Kral Faysal ile Prenses Fazile'nin evlilik hazırlıkları sırasında gittiği Bağdat'ta ve kral ile hemen bütün ailesinin hayatını kaybettikleri 1958 darbesinden sonra düzenli şekilde günlük tutmuştu. İşte, Sabiha Sultan'ın günlüğüne yazdığı önce ümid, daha sonra da hüzün dolu satırlar...


SON Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan, Prenses Fazile'nin anneannesiydi.

Sabiha Sultan, kızı Hanzade Sultan, damadı Prens Mehmed Ali İbrahim ve torunu Prenses Fazile ile beraber 1958 Nisan'ında evlilik öncesindeki son hazırlıkları tamamlamak için Bağdat'a gitmiş, orada kaldığı iki hafta boyunca günlük tutmuştu.

İşte, Sabiha Sultan'ın şimdi bende bulunan Bağdat hatıralarından bir bölüm:

20 NİSAN: Bir saat Frankfurt'ta kaldıktan sonra İstanbul'a hareket. Geceyarısı İstanbul'dan Bağdat'a doğru. Pazartesi sabahı dört buçukta Bağdat'a vasıl oluş.

Kral ve bütün aile efradıyla buluşup Kasri'l-Zohr'a geliş.

Bir müddet birlikte kaldıktan sonra onlar döndüler, biz de istirahat ettik. Öğle yemeğinden sonra Fazile ve Diko (Prenses Fazile'nin babası Prens Mehmed Ali) ile beraber biraz şehirde dolaşıp çaya Kral'ın oturduğu saraya gittik. Akşam yemeğini hep birlikte yedik. Güzel vakit geçirdik. Ben, Abdülilláh (Kral Faysal'ın amcası ve Irak kral naibi) ve Tahsin Paşa (Irak saray nazırlarından) ile epeyce konuştum. İzdivaçtan sonra hayatlarının intizama gireceğini ümid ettiğimi, yemek saatlerinin muayyen vakitlerde olması icab ettiğini ve bunun hem sıhhat, hem de resmi işlerindeki intizam için lázım olduğunu söyledim.

Kral, Fazile ile pek muhabbetli ve meşguldü. Gece yarısından sonra saat ikide döndük.

22 NİSAN: Bu sabah Kral gelip Fazile ile birlikte gezmeye gitti. Ben, Tahsin Paşa ile görüştüm. Ayın 30'unda bütün buradaki eşrafın haremlerini (eşlerini) çaya davet etmek için liste yaptık. Yarın sabah saat 10'da Kral'ın dağdaki köşküne gidiyoruz.

Ama bütün bu hazırlıklar ve hayaller boşa çıktı. Prenses Fazile ve ailesinin Bağdat'tan ayrılmalarından sadece iki buçuk ay sonra gelen kanlı ihtilál, genç Kral Faysal ile yakınlarının neredeyse tamamını canından edecekti. Daha önce Bağdat'taki evlilik hazırlıklarını káğıda döken anneanne Sabiha Sultan, bu defa ihtilál gününden itibaren sonraki hüzün dolu günlerini yazacak ve 'Bu nasıl bir gaflettir?' diyecekti:

14 TEMMUZ 1958: Bu sabah saat 10'a doğru sinirli bir halde gelen Prenses Vicdan, Bağdat'ta bir karışıklık olduğu için Kral'ın gelmesini tehir ettiğine dair haber duyduğunu söyledi. Derhal ev sahibinin telefonuyla Bağdat sefirini (Ankara'daki Irak Büyükelçisi'ni) aradım ve faciayı öğrendim. Bütün gazeteler birbirini nakzeden birçok tafsilátla dolu idi. Vaziyeti tam olarak anlamak ihtimali yoktu. Hemen, Hanzade'nin nerede bulunduğunu dostlardan telgrafla sordum. Aynı zamanda Cannes'a telefon ettim. Oradan hareket ettiklerini söylediler. Dürrüşehvar'a (Son Halife Abdülmecid Efendi'nin Londra'da yaşayan kızı Dürrüşehvar Sultan) da bir telgraf çekerek Fazile'nin durumunu bildirmesini rica ettim. Hálá radyo haberlerinden ve gazetelerin yazdıklarından maada (başka) birşey bilmiyoruz.

15 TEMMUZ: Bugün Fazile'den telgraf aldım. Selámette olduğunu ve ebeveyninin Elbe Adası'na gittiklerini bildiriyor. Yavrucuğumun çektiği acıları içim yanarak paylaşıyorum. Sefirin haremine (büyükelçinin karısına) gittim, o da benden fazla birşey bilmiyor.

16 TEMMUZ: Hanzade'den telgraf aldım. Londra'ya geldiklerini yazıyor ve sefiri telefonla aramamı istiyor ve malumat beklediğini söylüyor. Ankara'ya hemen telefon ettim. Sefir, kendisiyle konuşacağını vaadetti.

17 TEMMUZ: Dün sefir Londra ile konuşamamış, bu akşam İstanbul'a dönecek ve buradan tekrar arayacakmış.

18 TEMMUZ: Sefir, Hanzade ile görüşmüş. Ben de dün kendisine bir mektup yolladım ve maalesef fazla ümide kapılmamalarını ima ettim. Şimdiye kadar Kral'ın hayatı hakkında ümid verici bir haber yok. Ben, faciayı bütün acısıyla kabul etmiş bulunuyorum. Bu masum, tertemiz genç için yüreğim yanıyor ve Abdülilláh ile son görüşmemizin bütün safahatını hatırladıkça isyan ediyorum. Nasıl bir gaflet içinde yaşadıklarını aklım almıyor.

Bu gece Kral Hüseyin'in matbuat konferansı (basın toplantısı) bütün açıklığıyla faciayı teyid etmiş oldu. Zavallı masum Fazilecik! Sen bu akıbete bir kuzu gibi kurban gittin! Bu kadar gaflete yazıklar olsun! Artık senden başka içlerinde günahsızını görmüyorum.
Yazının Devamını Oku

Çılgın generalin hayali sonunda gerçek oldu

30 Mart 2003
Lyman Lemnitzer, Amerikan ordusunun en fanatik generallerindendi. 1960'ta Genelkurmay Başkanı olduğunda, dünyayı ‘‘terör’’ saydığı komünizmden ve Küba'dan kurtarıp Amerika'yı beş kıtanın efendisi yapmak için çılgınca bir plan hazırladı. CIA, ‘‘Northwood Operasyonu’’ adı verilen bu plan uyarınca Amerika'da büyük çapta terör eylemleri yapıp kendi vatandaşlarını bile öldürecek ve bütün suç Fidel Castro'nun üzerine atılıp Küba işgal edilecekti. Kennedy onaylaması için önüne getirilen planı derhal reddedip çılgın generali Amerika'dan uzaklaştırdı ama Lemnitzer'in izinden gidenler şimdi Washington'da gücü ellerinde tutuyorlar ve bu kişilerin başında Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld geliyor.

AMERİKAN birliklerinin Irak'ta ikinci haftasını dolduran operasyonunun beklenen sonuca bir türlü ulaşamaması, çöldeki birlikleri büyük zorluklarla karşı karşıya getirdi. Amerikan Dışişleri'nde ve Pentagon'da istifalar birbirini takip ederken Amerikan kamuoyu da bu savaşın gerekli olup olmadığını tartışmaya başladı.

'İşler neden beklendiği gibi gitmedi?' sorusunun cevabını, bundan iki gün öncesinin Washington Post gazetesi verdi: Washington'daki şahinler, savaş öncesinde hazırlanan 'Irak'a girecek olan birliklerimiz şiddetli bir savunma ile karşılaşabilirler' şeklindeki raporları Başkan Bush'a 'yumuşatarak' sunmuşlar ve Başkan'ı bütün Iraklılar'ın Amerikan askerlerini 'kurtarıcı' olarak karşılayacağına inandırmışlardı.

Washington, benzer bir istilá macerasını 1961'de Küba'da da yaşamış, bunu daha büyük bir macera, General Lyman Louis Lemnitzer'in 'Northwood Operasyonu' hayali takip etmiş ama Beyaz Saray işi bu kadar büyütmeden halletmenin yolunu bulmuştu... İşte, ayrıntıları tam 40 sene boyunca gizli tutulan belgelerin geçen yıl açılmasından öğrenilen 'Northwood Operasyonu' hayalinin ve operasyonun planlarını yapan General Lemnitzer'in çılgınca teşebbüsünün kısa öyküsü:

Amerika'nın, Küba'da iktidarı ele geçiren Fidel Castro ile en şiddetli şekilde didiştiği yıllardı. Washington, Havana'daki rejimin yıkılması için her çabayı gösteriyor ama bir türlü başarılı olamıyordu.

200 İŞGALCİ ÖLDÜRÜLDÜ

CIA'nın 1961'de organize ettiği 'Domuzlar Körfezi Çıkarması', bu mücadelenin son noktasıydı. Planın temelini, Küba'nın Castro karşıtı güçler tarafından işgali teşkil ediyordu. Amerika'da o sırada binlerce Kübalı mülteci vardı ve bu mültecilerin 1500 kadarı Amerikalı ajanlar ve askerler tarafından sıkı bir askeri eğitimden geçirildikten sonra, siláhlandırılarak 1961'in 16 Nisan'ında Küba sahillerine çıkartıldılar. Tarihe 'Domuzlar Körfezi Çıkarması' olarak geçen operasyonun ilk planları bir önceki başkan Eisenhower zamanında yapılmış ama uygulama emrini Kennedy vermişti.

Beyaz Saray ve Pentagon, operasyonu öğrenen Kübalılar'ın Castro'ya karşı hemen isyan edeceklerinden ve Küba askerlerinin tek kurşun atmadan karşı devrimcilere katılacaklarından emindi. Zira CIA'dan gelen raporlar böyle diyordu. Başkan Kennedy bile, Havana'nın en geç üç gün içerisinde düşeceği konusunda ikna edilmişti.

Ama Küba'da işler hiç de beklendiği gibi gitmedi. Ordu, milisler ve halk, Domuzlar Körfezi'ne çıkan siláhlı göçmenleri kuşattılar. Küba savaş uçakları, Amerika'dan gelen göçmen birliklerinin üzerine bomba yağdırdı. Çatışmalar üç gün sürdü, 200 işgalci öldürülürken 1197'si esir alındı. Siláhlı göçmenlerin elebaşılarından birkaçı derhal kurşuna dizildi, geri kalanların tamamı da 30'ar sene hapse mahkûm edilerek zindanlara atıldılar. Castro, Domuzlar Körfezi çıkarmasından 20 ay sonra, Amerika'daki sivil yardım kuruluşlarının gönderdiği 53 milyon dolarlık yiyecek ve gıda yardımı karşılığında mahkûmların çoğunu serbest bırakıp Amerika'ya gitmelerine izin verdi ama iki kişiyi 25 sene boyunca affetmedi. Ramon Conte Hernandez ile Ricardo Montenera Duque adındaki Kübalılar, hapisten ancak 1986'da çıkabildiler.

CIA BAŞKANI KOVULDU

Domuzlar Körfezi'nde yaşanan büyük fiyasko, Amerikan yönetimini birbirine düşürdü. Başkan Kennedy, uzun zamandan beri CIA'nın başkanlığını yapan Allen Dulles ile yardımcısı Charles Cabell başta olmak üzere birçok üst düzey yöneticiyi kapıdışarı etti ve soğuk savaşın en gergin bekleme dönemine girildi.

Amerikan Genelkurmay Başkanı General Lemnitzer, Küba konusunda yeni planlar yapmaya işte o günlerde başladı. Başkan Kennedy'nin Fidel Castro ve komünizm ile mücadelede gereken sertliği göstermediğine inanıyor, bunun Küba'yı ve komünist bloku şımarttığını söylüyor, Amerika'nın mutlaka bir savaşa girmesi gerektiğini savunuyordu. Lemnitzer'e göre Washington'un gücü ancak büyük bir zaferden sonra artabilirdi. Savaş önce Küba'da başlatılmalı, sonra dünyanın öteki yerlerine de yayılmalı, komünizm ortadan kaldırılıp Amerika her yerin efendisi olmalıydı.

Amerikan genelkurmayı, 'Northwood Operasyonu'nun planlarını işte o günlerde hazırladı. Harekátın temeli provokasyon şeklinde terör eylemleri başlatıp bu eylemleri Amerikan şehirlerine yaymak, suçu Küba'nın üzerine atıp adayı derhal işgal etmekti.

Başkan Kennedy, 1962 ilkbaharında önüne getirilen planı üç gün boyunca inceledikten sonra reddetti ve General Lemnitzer'e 'Küba konusunda askerlerin bütün çalışmaları durdurmaları, siyasi içerikli hiçbir plan hazırlamamaları ve kışkırtmalardan kaçınmaları' talimatını verdi. Lemnitzer, Başkan'ı ikna edip mimarı olduğu Northwood Operasyonu'nu hayata geçirmek konusunda daha sonra çok uğraştıysa da başaramadı, üstelik koltuğundan da oldu. Kennedy, Lemnitzer'in Northwood planlarının gündeme gelmesinden birkaç ay sonra biten görev süresini uzatmadı ve generali Avrupa'daki Amerikan birliklerinin komutanlığına tayin ederek uzaklara gönderdi. Başkan Ford, ileriki senelerde artık çok yaşlı olan General Lemnitzer'i güvenlik danışmanları arasına alarak bir yerde itibarını iade edecek ve Lemnitzer'in izinden gidip Amerika'nın mutlaka büyük bir savaşa girmesi gerektiğine inananlar çok daha sonra Washington'da gücü ellerine geçireceklerdi. Bu kişilerin, yani General Lemnitzer'in fikirlerini takip edenlerin başında şimdi Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld geliyor.

Lemnitzer'in adı bizde uzun senelerden beri hatırlanmıyordu, hatta 1988'deki ölümü Türk gazetelerinde haber bile olmadı. Amerikan tarihinin bu en çılgın generalini aslında ben de çoktan unutmuştum. Lemnitzer'i ve Northwood Operasyonu'nu, bana, Nezih Uzel'in bundan birkaç hafta önce çıkarttığı 'Canavar Sahibini Yedi' isimli kitabı hatırlattı.

Komplo teorileri kurmaktan hiç hoşlanmam; dolayısıyla böyle bir işe kalkışmıyorum ama 11 Eylül saldırısı sonrasında yaşananlarla General Lemnitzer'in macerasını yanyana getirdiğinizde ortaya çok keyifli bir manzara çıkabilir...


Northwood, tarihin en büyük provokasyon girişimiydi


Amerikan Genelkurmay Başkanı General Lyman Lemnitzer'in hazırladığı ama dönemin başkanı John Kennedy'nin reddettiği 'Northwood Operasyonu', tarihin en büyük kışkırtma hayaliydi.

Lemnitzer'in planına göre Amerika Küba'ya, arkasından da dünyaya hákim olma hayaliyle kendi vatandaşlarını öldürecek, birçok yer tahrip edilecek ve bütün bu kışkırtmalar Küba'nın kapılarını açacaktı.

İşte, 'Northwood Operasyonu'nun ana hatları:

Guantanamo Körfezi'nde bir Amerikan savaş gemisini havaya uçurup suçu Küba'nın üstüne atmak. Amerikan gazetelerinde uzun 'kurban listeleri' yayınlatarak halkın milliyetçi duygularını kabartmak.

Amerikan yanlısı sivil Kübalılar'a Küba üniformaları giydirerek Guantanamo'daki Amerikan üssünde gösteriler yaptırmak, yangınlar çıkarttırmak, cephanelikleri havaya uçurtmak, bazı uçakları tahrip ettirmek ve bütün bu sabotajların suçlusu olarak Küba'yı göstermek.

Miami'de bir 'Komünist Küba' grubu oluşturup bu gruba terör eylemleri yaptırmak.

Öncelikle Florida'da, daha sonra da diğer bölgelerde plastik bombalar patlatmak ve bu bombaların Kübalı ajanlar tarafından atıldığını iddia ederek bazı ajanları göstermelik olarak tutuklamak.

Amerikan uçaklarıyla büyük kara ulaşımı araçlarını kaçırma teşebbüsünde bulunmak.

Küba hava sahasında bir Amerikan uçağını düşürmek.

Savaş uçaklarına Kübalı mültecileri taşıyan gemileri bombalatıp bu işten Küba yönetimini sorumlu tutmak.
Yazının Devamını Oku