Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ‘‘başlangıç’’ olarak bir milyon dolar ödemeye mahkûm edildiğimiz Kıbrıs'ı şeyhülislám fetvasıyla ve bir söylentiye göre de ‘‘şarapları uğruna’’ almıştık. 1571'de tahtta Kanuni Sultan Süleyman'ın şarabın iyisine düşkünlüğüyle meşhur oğlu İkinci Selim vardı ve padişahın en yakını Yasef Nassi adında Portekizli bir Yahudi idi. İstanbul'u Nassi'nin İkinci Selim'e Kıbrıs şaraplarını medhettiği, ‘‘Kıbrıs fethedilecek olursa şarabın álásını tadarsınız’’ diye telkinlere başladığı, padişahın adanın fethini bunun üzerine emrettiği dedikodusu sarmıştı.
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye'yi
Titina Loizidu adında Kıbrıslı bir Rum kadına bir milyon dolara yakın tazminat ödemeye mahkûm etti ve Ankara karara uyacağını açıkladı. Bu kararı aynı şekilde başka mahkûmiyetlerin takip edip etmeyeceği şimdilik bilinmiyor ama KKTC bir yasa değişikliği yaparak tazminat komisyonu kurmaya ve Rumlar'ın bu komisyona başvurmalarını sağlamaya çalışıyor.
Türkiye'yi
'Barış Harekátı' günlerinden milyon dolarlık tazminatlar ödeme noktasına kadar getiren Kıbrıs işinin bundan asırlarca önce nasıl başladığını acaba bilir misiniz?
Biz, Kıbrıs'ı 1571'de şeyhülislám fetvasıyla ve o zamanın Avrupalı tarihçilerinin söylediklerine bakılırsa
'şarapları uğruna' fethetmiştik.
Tahtta,
Kanuni Sultan Süleyman'ın şarabın iyisine düşkünlüğüyle meşhur oğlu
İkinci Selim vardı ve padişahın en yakını,
Yasef Nassi adında Portekizli bir Yahudi idi.
Yasef Nassi, Portekiz'deki engizisyondan kurtulabilmek için Hristiyan olmuş gibi görünmüş, hatta ismini bile değiştirerek
Don Juan Miquez yapmış ama Katolik bir memlekette tutunamayacağını anlayınca Osmanlı ülkesine gelmişti.
Zamanla saraya ve
İkinci Selim'in yakın çevresine girmeye muvaffak olan
Yasef Nassi, padişahtan Osmanlı limanlarından bazılarını işletme hakkını aldı, hatta
'Naksos Adası'nın dukası' unvanını bile elde etti. Daha sonra kayınvalidesi
Dona Gracia Mendes ile beraber bankayı andıran bir şirket kurdu, Avrupalı tüccarlardan büyük paralar kazandı ve servetini katladıkça katladı.
Bütün bu işlerinin arasında bir ara balmumu ticaretine de giren
Yasef Nassi daha sonra şarap işine el attı ve padişahtan Girit adasından Balkanlar'a ve Avrupa'ya ihraç edilen şarabın tekelini devlete tek kuruş vergi ödemeden almaya muvaffak oldu.
ŞARABIN ÁLÁSI KIBRIS’TA
Yasef Nassi servetini bu şekilde ardarda katlarken, 1570 senesinde, İstanbul'u bir dedikodu sardı.
Nassi'nin, şaraba düşkünlüğüyle tanınan
İkinci Selim'e hiç durmadan Kıbrıs şaraplarını medhettiği,
'Efendimiz Kıbrıs'ı fethedecek olurlarsa şarabın çok daha álásını tadacaklardır' diye telkinlere başladığı söyleniyordu. Hatta işin bu kadarla da kalmadığı ve padişahın
'Kıbrıs'ı Allah'ın izniyle hele bir alalım, seni oraya Kral yapacağım' dediği,
Nassi'nin de bunun üzerine evinin kapısına üzerinde
'Kıbrıs Kralı Yasef' yazılı armalı bir levha astırdığı fısıldanır olmuştu.
O günlerde Venedik'e ait olan Kıbrıs, Türkiye için zaten başağrısıydı. Adada üslenen korsanlar Akdeniz'deki gemileri soyuyor, esir edilen Müslümanlar Venedik zindanlarına atılıyordu.
İstanbul, Venedik'e ültimatom vermeyi kararlaştırdı ve Venedik Senatosu'na iki elçi gönderildi. Senato, Kıbrıs'ın Türkiye'ye terkedilmesi yolundaki istekleri
'görüşmeye gerek bile olmadığı' gerekçesiyle reddedince Türk limanlarındaki Venedik gemilerine el kondu ve
'balyoz' denilen İstanbul'daki Venedik elçisiyle adamları tevkif edilerek Yedikule Zindanı'na kapatıldılar.
Sıra işin formalite kısmının halledilmesine, yani Kıbrıs'ın alınmasının meşru bir sebebe bağlanmasına gelmişti ve
Kanuni Süleyman zamanından beri şeyhülislámlık makamında oturan
Ebussuud Efendi, 'savaşın meşru olduğuna dair' fetva verdi. Fetva
'Kıbrıs, İslámiyet'in ilk senelerinde Müslüman Araplar tarafından fethedilmiş, burada çok sayıda mescid ve medrese yapılmış ama bu mescidlerle medreseler zamanla tahrip edilmişlerdir. Şimdi İslám áleminin başına geçen ve eski fátihlere váris olanların Kıbrıs üzerinde tarihi hakları vardır' sözleriyle başlıyor, daha sonra
'Zaten Kıbrıs'a hákim olan Venedikliler deniz yollarının güvenliğine riayet etmemekte, gemilere saldırmakta ve barışı da bozmaktadırlar. Böyle bir durumda Kıbrıs'a sefer açılması dini bakımdan meşrudur ve barışın ihlálinin sorumluluğu bize ait değildir' diyordu.
KULAĞI KESİLİP DERİSİ YÜZÜLDÜ
İstanbul savaş hazırlıklarına başladığı sırada, Osmanlı casus teşkilátı 1569'un 13 Ekim gecesi Venedik'teki büyük barut deposunu havaya uçurdu ve tersanedeki bazı gemiler de yandı. Derken, 1570 ilkbaharında 300 kadar gemi ile 60 bin asker, İstanbul'dan Kıbrıs'a doğru yola çıktılar. Başkumandanlığı
Lala Mustafa Paşa yapıyor, donanmaya da
Lala Mustafa Paşa kumanda ediyordu.
Kıbrıs'ın fethi çok zorlu geçti ve ada ancak bir senede alınabildi. Önce Girne, Baf ve Limasol düştü, daha sonra Lefkoşa ele geçti ama Magosa'nın fethi uzun zaman aldı. Kaleyi Venedikli amiral
Marco-Antonio Bragandino savunuyordu, Amiral, Türk birliklerinin surları aşmalarını aylarca engelledi ama ikmal yollarının kesilmesi üzerine 1571'in 1 Ağustos'unda teslim oldu.
'Serdar' yani başkumandan
Lala Mustafa Paşa, Bragandino'yu iltifatlar ederek ve kahramanlığını överek karşıladı, adadan askerleriyle beraber serbestçe ayrılabileceğini söyledi. Ama
Bragandino'nun hakaretler etmeye başlaması ve
'Benden rehine olarak asker değil, köpek bile alamazsın' demesi ve Türk esirleri öldürttüğünü söylemesi üzerine
Lala Mustafa Paşa önce amiralin yanındaki Venedikli kumandanları idam ettirdi, arkasından da
Bragandino'ya Türk esirlere yaptıklarının aynını yaptırttı: Kulaklarıyla burnunu kestirtti, kum taşıttı, derisini yüzdürdü ve esir alınan Venedik askerlerini de forsa olarak kalyonlara göndertti.
Kıbrıs alınmış,
İkinci Selim adanın dillere destan şarabını tadıp hayran kalmıştı ama Kıbrıs'ın ele geçirilmesi için padişahın başının etini yiyen
Yasef Nassi, bir türlü Kıbrıs Kralı olamadı. O devrin tarihçileri, Sadrazam
Sokollu Mehmed Paşa'nın devreye girerek padişahın böyle bir iş etmesini önlediğini yazdılar.
Nassi yine servet içinde yüzdü ve 1588'de öldü.
Biz, şimdi sadece
'başlangıç' olarak bir milyon dolar ödeyeceğimiz Kıbrıs'ı işte böyle dedikodularla ve zorlu bir mücadeleyle almıştık.
Bir şehzade, 80 yıl sonra ilk defa bu gece bir sarayda evleniyor
ORTAKÖY'deki Esma Sultan Yalısı'nda bu akşam bir
'şehzade düğünü' yapılıyor.
Sultan Beşinci Murad ile
Sultan Reşad'ın torunu ve hanedana hem anne hem baba tarafından mensup tek şehzade olan
'Şehzade' Osman Osmanoğlu ile
Athena Christoforides'in üç çocuğunun en küçüğü 24 yaşındaki
'şehzade' Selim, nişanlısı
Alev Öcal ile büyük büyük halası
Esma Sultan'ın sahilsarayında dünya evine girecek.
Osmanlı Hanedanı 1924'te Türkiye sınırları dışına çıkartılmış, hanedana mensup erkeklerin memlekete dönebilmelerine ancak 1974'te izin verilmişti. İstanbul'da bu tarihten sonra tek bir şehzade düğünü yapıldı:
Sultan İkinci Abdülhamid'in soyundan gelen bir hanedan mensubu,
'şehzade' Orhan Osmanoğlu, 1980'lerde büyük bir restoranda nikáhlandı.
Bir padişah torunu, aradan 80 küsur sene geçtikten sonra ilk defa bu akşam bir sultan sarayında dünya evine girecek.
Selim ile
Alev'in nikáhları, vaktiyle
Sultan Abdüláziz'in kızı
Esma Sultan'a ait olan Ortaköy'deki yalıda kıyılacak ve şahitlerden biri dünya çapında tanınmış tarihçimiz
Prof. Dr. İlber Ortaylı olacak.
Bu düğün bundan 80 küsur sene önce yapılmış olsaydı nasıl bir debdebe yaşanacağını tahmin edersiniz. İşin hayaline ve teferruatına girmeden, genç çifte mutluluklar diliyorum.
Basın Konseyi tarafımdan uyarıldı
BU hafta, meslek hayatımda ilk defa olarak
'uyarıldım'. Ama ne uyarılma! Üyesi olmamam bir yana, hükmi bir şahsiyete bile sahip bulunmayan, dolayısıyla da sıradan bir
'kulüp' kimliği taşıyan
'Basın Konseyi' adını takınmış grup bendenizi uyarmaya kalkıştı!
Bu kararlarıyla kendilerini mahkeme yerine koyarak hukuku çiğnerlerken, Hürriyet gibi iç denetimi son derece güçlü bir gazetede çıkan yazılarda ve haberlerde maddi hata olup olmadığını kontrole yeltenip yaptırım uygulatmak gibisinden daha da vahim bir işe kalkışıyorlardı.
Hukuken varolmayan bu gruba gereken hukuki cevabı verdim, üyeleri olmamama rağmen hakkımda karar almaya kalkıştıkları için kanuni yollara başvuracağımı bir ihtarnameyle kendilerine bildirdim ve
'uyarı' dedikleri metni de iade ettim.
Bu grubun tacizine uğramış meslekdaşlarıma sesleniyorum:
'Basın Konseyi' adını takınan topluluğun hukuki bir kimliği ve hükmi şahsiyeti yoktur, dolayısıyla bir
'meslek teşekkülü' değildir ve daha da önemlisi üyesi olmayan gazeteciler hakkında
'uyarı' yahut
'kınama' gibisinden kararlar almaya kalkışması, sadece suçtur! Siz de benim gibi yapın, hakkınızı arayın, hukukunuzu koruyun ve mesleki haysiyetinize dil uzatılmasının önüne geçin!
M.B.