Murat Bardakçı

Atadan kalma falakamız dururken Prisma'nın kırbacı da nereden çıktı

6 Temmuz 2003
Prismacılar'ın atadan kalma gül gibi falakamız dururken 80 adet kırbaç satın alması, yani dayak ve sopa işinde bile ‘‘ithal mal’’ modasına uyması, bana asırlar önce varolan ‘‘Kırbaççılar’’ tarikatini hatırlattı. Bu kırbaçlar bir çeşit áyinde kullanılacak iseler, grubun üyeleri herhalde 14. asır Avrupa'sındakilere benzer sahnelere şahit olacaklar. Yok eğer ‘‘nefis terbiyesi’’ne değil de bazı uçuk ‘‘zevk’’ işlerine yarayacaklarsa, nasıl kullanıldıklarını görebilmek için, bir zahmet internetteki S/M yani ‘‘Sado-Mazo’’ sitelerinde kısa bir yolculuğa çıkın...

'PRİSMA' denilen, tarikat mı, felsefi yol mu yoksa değişiklik meraklıları için yeni bir tatmin vasıtası mı olduğunu bir türlü kestiremediğim grup, Türkiye'nin gündemine boylu boyunca yerleşti.

Basında, bir haftadan beri Prisma hakkında yazılmadık birşey kalmadı. Toplantılarına katılanlardan çoğunun durup dururken boşanmaya kalkışmalarından tutun, üye çiftlerin birbirlerine ihanetlerine varıncaya kadar ne varsa söylendi. Bu haberlerin hiçbirini önemsemedim, zira böyle gruplarda bu şekilde hadiselerin olması son derece normaldi ama birkaç satırla geçiştirilen bir başka haber, beni ziyadesiyle meraklandırdı: Prismacılar 80 adet 'kırbaç' satın almışlardı... Maliye memurları dünya kadar para kazandıkları halde tek kuruş vergi vermeyen Prisma'nın merkezini basıp hesapları kontrol ettikleri sırada kırbaç faturalarıyla karşılaşıp hayrete düşmüşlerdi ama kırbaçlar ortada yoktu.

Bu Avrupai dayak áletinin ne maksatla kullanıldığı veya kullanılacağı, üst kademelerdeki Prismacılar'ın dışında herkesin meçhulüydü. Kırbaç, gerçi bazı Hristiyan tarikatlerinde nefis terbiyesi vasıtasıydı ve az da olsa hálá kullanılıyordu. Derken 18. asır Avrupa'sında Marki de Sade ve Sacher Masoch adında iki yazar çıkmış, cinsellik üzerine bol bol kalem oynatıp yazdıklarında kırbaca da bol yer vermişler ve kırbaç bu kitapların yayınlanmasından sonra uçuk cinsel fantezinin ayrılmaz parçalarından biri haline gelmişti.

Dolayısıyla, iki ihtimal sözkonusuydu. Prismacılar ya eski Hristiyan tarikatlerinde olduğu gibi nefis terbiyesinin can acısından geçtiğine inanıyor ve seans başına birkaç yüz dolar vererek benliklerini bulmaya çalışanları avaz avaz bağırtıp rahatlatıyorlardı; yahut 'felsefe'nin, 'kişilik arama'nın ve 'ruhsal kimliği geliştirme'nin yolunun dayaktan geçtiğine inanıp birbirlerini şakır şakır kırbaçlıyor ve cinsel fantezinin en uçuğunu yaşıyorlardı.

CANINI YAK, SEVAP KAZAN

Prismacılar'ın bu kırbaç merakı, bana Avrupa'da bundan asırlarca önce varolan bir tarikati hatırlattı: Kırbaççılar'ı...

Avrupa, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde tarihinin en büyük veba salgınına sahne olmuş ve nüfusun üçte biri birkaç sene içerisinde can vermişti. Tıp, ácizdi ve birkaç ferdini kaybetmemiş aile hemen hemen yok gibiydi.

İşte, böyle kapkaranlık günlerde, ortaya yeni bir tarikat çıktı: 'Kırbaççılar'... Önce Avrupa'nın batısında göründüler, derken vebanın hüküm sürdüğü hemen her yere yayıldılar.

İnsanoğlunun günahlarının arttığını, Allah'ın emirlerinin yerine getirilmediğini ve dolayısıyla kulların büyük bir belá ile uyarıldıklarını söylüyorlardı. Veba, onlar için Allah'ın gönderdiği musibetin ta kendisiydi ve insanlar doğru yola dönünceye kadar can almaya devam edecekti. Kullar günahlarına tevbe edip kendilerini cezalandırdıkları takdirde musibetin ortadan kalkması ihtimali vardı ve bu cezalandırma, kişinin kendisini ve başkalarını kırbaçlamasıyla mümkündü. Allah böylelikle insanoğluna acıyacak ve gönderdiği beláyı geri alacaktı.

'Kırbaççılar', Avrupa'nın vebadan kırılan hemen her bölgesinde faaliyet göstermeye başladılar. Kukuleta takıyor, ön ve arka tarafına haç motifleri işlenmiş beyaz entariler giyiyorlardı. Ellerinde deriden yapılmış kırbaçlar vardı. Tahtadan kalınca bir çubuğun ucuna deri kordonlar bağlanıyor, derilerin ucuna da küçük demir parçaları tutturuluyordu.

Tarikat mensupları gayet organize şekilde çalışıyor, sayıları 50 ile 500 kişi arasında değişen gruplar halinde şehirleri ve kasabaları dolaşıyorlardı. Gittikleri yerin pazar yerinde yahut en büyük meydanında toplanır, önce hep bir ağızdan iláhiler okur, derken kendilerini kırbaçlamaya başlarlardı. Bu iş her sabah ve her akşam, yani günde iki defa yapılır, kan çıkıncaya kadar devam eder ve halktan da kendilerine yandaş bulmaya çalışırlardı. Gittikleri yerlerde bir geceden fazla kalmaları yasaktı. Kadınlar tarikat mensuplarının sırtlarından akan kanların 'Allah'ın mucizesi' olduğuna inanır, kanları ellerindeki bezlerle silip gözlerine sürerlerdi.

Kırbaççıların sayısı zamanla 800 bine ulaştı ve vebanın yanısıra önce Yahudiler, derken kilise ile uğraşmaya başladılar. Papazların gittikçe zenginleşmesinden dolayı Allah'ın kızgın olduğunu, Papa ile çevresinin yolsuzluklara battığını söylüyorlardı. Papa İnnocent, 1349'un 20 Ekim'inde bir deklarasyon yayınlayıp Kırbaççılar'ı kınadı. Gittikçe yayılan bu yeni tarikat kiliseyi artık zorluyordu ama Papa afaroz siláhını kullanamadı. Zira, Hazreti İsa çarmıha gerilmesinden önce kırbaçlanmıştı ve Kırbaççılar bu hatıradan her vesileyle istifade ediyorlardı. Papa, afaroz yerine tarikati kınamakla yetindi ama Kırbaççılar'ı destekleyen papazların gelirlerine el koydu.

VEBA BİTTİ, KIRBAÇ GİTTİ

Kırbaççılar veba sayesinde varolmuşlardı ve veba 15. asrın başlarında etkisini kaybedip Avrupa rahat bir nefes almaya başlayınca bu garip tarikat da ortadan kalktı. Ama Papa'ya büyük darbe vurmuş, kilisenin servetini tartışmaya açmışlar ve 15. asır sonrasında yaşanan Reform hareketinin öncülerinden olmuşlardı.

İstanbul'daki Prismacılar'ın atadan kalma gül gibi falakamız dururken 80 adet kırbaç satın alması, yani dayak konusunda bile 'ithal mal' modasına uyması, bana asırlar önce varolan işte bu tarikati hatırlattı.

Prisma'nın kırbaçları bir çeşit áyinde kullanılacak ise, grubun üyeleri herhalde 14. asır Avrupa'sındakilere benzer sahneler yaşayacaklar. Yok eğer bu kırbaçlar 'nefis terbiyesi'ne değil de bazı uçuk 'zevk' işlerine yarayacaksa, nasıl kullanıldıklarını görebilmek için bir zahmet internete girin ve S/M yani 'Sado-Mazo' sitelerinde kısa bir yolculuğa çıkın...


Tarihin üstadıydı, meğer edebiyatın da üstadıymış

Türk Edebiyatı Tarihi'ni, özellikle de eski şiirimizi konu alan eserler içerisinde bugüne kadar en fazla etkilendiğim kitap, rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın 'Divan Edebiyatı Beyanındadır'ı idi. Beni, eski sanatımızı bazı bakımlardan yerden yere vuran ve yayınlandığı zaman edebiyat dünyasında kıyametler kopartan eserin içinde anlatılanlardan ziyade, yazarının Divan Edebiyatı'nı Türkiye'ye yeniden öğreten bir kişinin, Abdülbaki Gölpınarlı olması şaşırtmıştı.

Ben doğmadan seneler önce çıkmış olan bu kitap hakkında Abdülbaki Hoca ile çok sonraları defalarca konuşmuştuk. 'Yazdıklarımın hepsi doğrudur, altlarına imzamı bugün de atarım' diyordu. 'Ama o kitabı şimdi yazmış olsaydım öyle sert ifadeler kullanmazdım, daha yumuşak bir üslubu tercih ederdim'...

'Divan Edebiyatı Beyanındadır'
gibi beni böylesine saran bir başka esere rastlayabilmek için neredeyse çeyrek asır beklemem gerekti ve geçtiğimiz haftalarda Türk tarihçiliğinin duayeni Prof. Dr. Halil İnalcık'ın 'Şair ve Patron' isimli kitabını okudum. Halil Bey klasik edebiyatımızı üzerinde durulmamış bir açıdan, şair ve şairi destekleyen hükümdarlarla diğer devlet büyüklerinin ilişkileri bakımından ele alıyordu.

Halil Bey'in kitabının yayınlanmasından hemen sonra, yani geçtiğimiz bir-iki hafta içerisinde, sadece unvanları ‘edebiyat tarihçisi’ olan bazı kişiler 'meyveli ağaç taşlanır' misali esere dil uzatmaya başladılar: İnalcık edebiyata tarihçi gözüyle bakmışmış da, hiçbir şair menfaat karşılığı şiir yazmazmış da, dolayısıyla Halil Bey büyük yanılgı içerisindeymiş de, vesaire, vesaire...

Umman gibi bir ilmin karşısında çiziştirilmeye çalışılan silik bir noktadan ibaret böyle iddiaların ayrıntılarına girmeyeceğim, zira değmez. Ama bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Edebiyat tarihçiliğinin artık ortaya kural koyan eserler vermek değil yalan-yanlış birkaç metin neşretmek seviyesine düştüğü günümüzde, elyazması kütüphanelerinin tozlu raflarında aydınlanmayı bekleyen geçmişin bazı edebi sırları, Halil İnalcık'ın bu kitabı sayesinde aydınlığa kavuşmuştır.

Türk tarihçiliğinin büyük ismi Prof. Dr. Halil İnalcık'ı herkese çok şeyler öğreten bu eseri yazdığı; bizlere sadece tarih değil, büyük bir edebiyat álimi olduğunu hatırlattığı ve Fuad Köprülü ile Abdülbaki Gölpınarlı gibi hocalara olan manevi borcunu da fazlasıyla ödediği için tebrik ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Bu şartları taşıyan değil 15 bin, 15 milyon imama da razı olurum

29 Haziran 2003
Diyanet İşleri'nden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın, Diyanet'teki 88 bin 516 adet kadroya iláve olarak 15 bin imam kadrosu daha almak üzere olduğunu görünce, Mimar Sinan'ın bundan 420 yıl önceki vakfiyesini hatırladım. Sinan, bütün masrafı kurduğu vakıftan karşılanan Yenibahçe'deki mescidde ve mescidin yanındaki okulda görev yapacak imamların dil bilen, astronomiden, anatomiden ve matematikten anlayan, sesi güzel, yakışıklı ve başka kadınlara ilgi duyup da rezalet çıkartmamaları için güzel bir hanımla evlenmiş olanlar arasından seçilmesini istiyordu.

DİYANET İşleri'nden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın 15 bin imam kadrosu istedi ve talep Meclis'in Bütçe ve Plan Komisyonu'nda kabul edildi. Türkiye halen 88 bin 516 adet kadroya sahip olan ama bu kadroların 13 bin 233'ünü boş tutan Diyanet İşleri Başkanlığı'na 15 bin imam kadrosu daha verilip verilmemesi konusunu tartışıyor.

Devletin resmi imamları, bugün imam-hatip liselerinden mezun olanlar arasından tayin ediliyor ve bu okullardan mezun olmak, imamlık yapmak için yeterli sayılıyor.

Ben, Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın mevcut kadrolara iláve olarak 15 bin imam kadrosu daha almak üzere olduğunu görünce, Türk mimarisinin efsane haline gelmiş ismi Sinan'ı hatırladım. Başta Süleymaniye ve Selimiye camileri olmak üzere her cinsten çok sayıda esere imzasını atmış olan Sinan, bu eserlerinin yanısıra ardında bir de zengin vakıf bırakmış ve bundan tam 420 yıl öncesinin tarihini taşıyan vakıf senedinde mirasından para alacak olan imamlarda aranacak özellikleri ayrıntılarıyla yazmıştı.

İşte, Mimar Sinan'ın kurduğu vakfın ve bu vakıf için hangi şartlara sahip imamlar aradığının kısa öyküsü...

Gayet zengin olan ve çok sayıda gayrımenkule sahip bulunan Sinan oldukça uzun bir hayat sürmüş, ölümünden önce bütün mallarını vakıf haline getirmiş ve hazırladığı vakıf senedini 1583 yılında Rumeli Kazaskeri İvaz Efendi'ye tasdik ettirmişti. Vakfettiği gayrımenkuller arasında Süleymaniye, Sarı Nasuh, Mustafa Çelebi, Muhtesip İskender, Çöplük İskelesi ve Çıkrıkçı Kemal mahallelerinde çok sayıda ev, dükkán ve bostan vardı. Ayrıca yüksek mebláğda nakit para da bırakmış ve vakfının nasıl işletileceğini ayrıntılarıyla kayda geçirmişti.

Şehid olan oğlu Mehmed Bey'in oğlunu yani torunu Derviş Çelebi'yi vakfın mütevelliliğine getirmiş, vakfın kontrolünü de kendisinden sonra gelecek olan başmimarların yapmasını istemişti. Kızları Ümmühan ile Neslihan, torunu Fahriye, kardeşinin kızları Raziye, Kerime ve Ayşe, vakıftan gelecek para ile rahat ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdi. Vakıf sadece aileyi geçindirmekle kalmayacak, bazı hayır işleri de yapacak, yetimlere yardım edecek ve fakirleri hacca gönderecekti.

Mimar Sinan, vakıf senedinde, bıraktığı mallardan elde edilecek gelirin bir kısmının bazı okullara ve Yenibahçe'deki bir mescide gitmesini istiyordu. Yevmiyeli hafızlar hergün kendisinin ve ailesinden ölmüş olanların ruhuna Kur'an okuyacaklar ve yine yevmiyeli imamlar imamlık vazifelerine iláve olarak masrafları vakıf tarafından karşılanan okullarda hocalık yapıp öğrenci yetiştireceklerdi. Ama namaz kıldırmayı bildiğini yahut iyi dua ettiğini söyleyenler öyle hemen işe alınmayacak ve imamlar vakıf senedinde ayrıntılı bir şekilde yazılmış olan özelliklere sahip olanlar arasından seçileceklerdi.

İşte, Mimar Sinan'ın bundan tam 420 yıl önce hazırladığı vakıf senedine göre hem imamlık hem de okulda hocalık edip günde beş akçe alacak olan din adamlarının sahip olmaları gereken özellikler:

* İmamın sesi güzel olacak, Kur'an'ı okuma kaidelerini çok iyi bilecek, dini kurallara hákim olacak ve beş vakit namazı itinayla kıldıracaktır.

* Dış görünüşü güzel ve üstü-başı temiz olacak, düzgün konuşacaktır.

* Arapça'yı ve Farsça'yı okuyup yazabilecek, Frenk dilini konuşanlara öncelik tanınacaktır.

* İslám'ın kurallarını, bu dini Müslüman olmayanlara karşı başarıyla müdafaa edebilecek derecede bilecektir.

* Mekanikten anlayacak, anatomi, astronomi ve matematik gibi ilimlerde de bilgi sahibi olacaktır.

* Başka kadınlara ilgi duymaması ve hoş olmayan bazı hadiselerin çıkmaması için, karısının güzel ve alımlı olması tercih sebebi sayılacaktır.

Mimar Sinan'ın vakfiyesi, eski devirlerde Şeyhülislamlık makamı olan ve bugün İstanbul Müftülüğü olarak kullanılan Süleymaniye'deki binanın arşivinde muhafaza ediliyor. 'Bütün bu şartları taşıyan değil 15 bin, 15 milyon imama da razı olmamız gerekir' demekte acaba haksız mıyım?

Hakkını isteyen besteciyi kovdular


EROL Sayan, Türk Müziği'nde son yarım asırdan buyana eser veren bestecilerin önde gelenlerindendir ve eserleri gelecek yüzyıllara kalacak olan birkaç son dönem bestekárının en başında yeralır.

Erol Bey'in bir zamanlar marş gibi olan ve her yerde okunan şarkılarından bazılarını, meselá 'Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın'ı, 'İstanbul'u artık hiç sevmiyorum'u, 'Bana bir aşk masalından şarkılar söyle'yi, 'İlkbahar yaz mevsim mevsim'i, 'Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyor bak'ı siz de mutlaka bir vesileyle terennüm etmişsinizdir.

TRT'de senelerce çalıştıktan sonra emekli olan Erol Sayan, şimdi bu kurumun bazan 15 günde, bazan da ayda bir toplanan Repertuvar Kurulu'nda, yani yeni bestelenmiş eserlerin TRT repertuvarına alınıp alınmayacağını kontrol eden bir çeşit ilmi komisyonda görev yapıyor.

Daha doğrusu, geçen haftaya kadar 'yapıyordu', zira bu komisyondan 'çıkartıldığını', daha doğrusu 'azledildiğini' öğrendi. Ama bu azil tebligatsız, hattá şifahi bile olmayan bir şekilde ve söylentiyle yapıldı.

Söylentileri işitince soruşturdum ve işin arkasında son derece garip ve çirkin bir hadisenin yattığını öprendim:

TRT bir Zeki Müren CD'si çıkartmak istemişti ve CD'de Erol Sayan'ın da bir parçası yeralacaktı: Zeki Müren'in bundan 40 küsur sene önce okuduğu 'Hatıra' isimli eser, yani içerisinde 'Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın' sözlerinin geçtiği meşhur şarkı...

İş buraya kadar normaldi ve gariplik bundan sonra yaşandı. TRT Müzik Dairesi'ndeki yetkililer Erol Sayan'dan alışılmadık bir talepte bulundular: 'Şarkınızı CD'ye koyuyoruz ama size telif hakkı ödemeyeceğiz. Bize, eserinizi istediğimiz gibi kullanabileceğimize dair bir bir belge gönderin' dediler. Bu, 'Eserini gaspediyoruz' demenin resmi üslupla söylenmiş şekliydi.

Erol Bey, TRT'nin böyle bir talepte bulunmaya değil etik, kanuni bakımdan da hakkı olmadığını, Türk bestecilerin senelerden buyana telif hakkı mücadelesi verdiklerini, eserinin telif ödenmeden okunmasını prensipte kabul etmeyeceğini ama sembolik de olsa bir mebláğ ödenmesi halinde hemen izin vereceğini söyledi. İşin besteci için önemli olan tarafı 'telif hakkı' kavramına saygı gösterilmesiydi ve konulan 'sembolik' mebláğ hakikaten sembolikti, 20-25 milyon liradan ibaretti.

TRT Müzik Dairesi'nin cevabı ise başka türlü oldu: Kendileri 'telif hakkı' diye birşeyin várolduğunu hatırlatan Erol Sayan'ı Repertuvar Kurulu'ndan attılar. Ama azilden öte bir 'cezalandırma' olan bu kararı Erol Sayan'a resmi bir yazıyla tebliğ etmedikleri gibi, kurulun başkanı olan zat da bir türlü söyleyemedi, çok daha 'ciddi' bir usul kullanıldı ve Erol Bey'in karardan dedikodular vasıtasıyla haberdar olması yolu seçildi. Böylelikle sanatkára saygısızlık edilmekle kalınmıyor, Repertuvar Kurulu gibi içerisinde tecrübeli bestecilerin bulunması gereken komisyon da yıpratılıyordu.

TRT'nin yakında göreve başlayacak olan yeni genel müdürünü bekleyen en önemli işlerden biri, kurumun Müzik Dairesi'nde görev yapan ve sanatçılar arasında senelerden beri huzursuzluk yaratmaktan başka bir işe yaramayan idareciler meselesini halletmektir ve bu kişilerin gadrine uğramış olan birçok kıymetli sanatkár, bu konuda ellerinden gelen yardımı yapmaya da hazırdır!
Yazının Devamını Oku

Uğruna tazminat ödediğimiz Kıbrıs'ı şarapları için fetva çıkarıp almıştık

22 Haziran 2003
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ‘‘başlangıç’’ olarak bir milyon dolar ödemeye mahkûm edildiğimiz Kıbrıs'ı şeyhülislám fetvasıyla ve bir söylentiye göre de ‘‘şarapları uğruna’’ almıştık. 1571'de tahtta Kanuni Sultan Süleyman'ın şarabın iyisine düşkünlüğüyle meşhur oğlu İkinci Selim vardı ve padişahın en yakını Yasef Nassi adında Portekizli bir Yahudi idi. İstanbul'u Nassi'nin İkinci Selim'e Kıbrıs şaraplarını medhettiği, ‘‘Kıbrıs fethedilecek olursa şarabın álásını tadarsınız’’ diye telkinlere başladığı, padişahın adanın fethini bunun üzerine emrettiği dedikodusu sarmıştı.

AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye'yi Titina Loizidu adında Kıbrıslı bir Rum kadına bir milyon dolara yakın tazminat ödemeye mahkûm etti ve Ankara karara uyacağını açıkladı. Bu kararı aynı şekilde başka mahkûmiyetlerin takip edip etmeyeceği şimdilik bilinmiyor ama KKTC bir yasa değişikliği yaparak tazminat komisyonu kurmaya ve Rumlar'ın bu komisyona başvurmalarını sağlamaya çalışıyor.

Türkiye'yi 'Barış Harekátı' günlerinden milyon dolarlık tazminatlar ödeme noktasına kadar getiren Kıbrıs işinin bundan asırlarca önce nasıl başladığını acaba bilir misiniz?

Biz, Kıbrıs'ı 1571'de şeyhülislám fetvasıyla ve o zamanın Avrupalı tarihçilerinin söylediklerine bakılırsa 'şarapları uğruna' fethetmiştik.

Tahtta, Kanuni Sultan Süleyman'ın şarabın iyisine düşkünlüğüyle meşhur oğlu İkinci Selim vardı ve padişahın en yakını, Yasef Nassi adında Portekizli bir Yahudi idi.

Yasef Nassi, Portekiz'deki engizisyondan kurtulabilmek için Hristiyan olmuş gibi görünmüş, hatta ismini bile değiştirerek Don Juan Miquez yapmış ama Katolik bir memlekette tutunamayacağını anlayınca Osmanlı ülkesine gelmişti.

Zamanla saraya ve İkinci Selim'in yakın çevresine girmeye muvaffak olan Yasef Nassi, padişahtan Osmanlı limanlarından bazılarını işletme hakkını aldı, hatta 'Naksos Adası'nın dukası' unvanını bile elde etti. Daha sonra kayınvalidesi Dona Gracia Mendes ile beraber bankayı andıran bir şirket kurdu, Avrupalı tüccarlardan büyük paralar kazandı ve servetini katladıkça katladı.

Bütün bu işlerinin arasında bir ara balmumu ticaretine de giren Yasef Nassi daha sonra şarap işine el attı ve padişahtan Girit adasından Balkanlar'a ve Avrupa'ya ihraç edilen şarabın tekelini devlete tek kuruş vergi ödemeden almaya muvaffak oldu.

ŞARABIN ÁLÁSI KIBRIS’TA

Yasef Nassi
servetini bu şekilde ardarda katlarken, 1570 senesinde, İstanbul'u bir dedikodu sardı. Nassi'nin, şaraba düşkünlüğüyle tanınan İkinci Selim'e hiç durmadan Kıbrıs şaraplarını medhettiği, 'Efendimiz Kıbrıs'ı fethedecek olurlarsa şarabın çok daha álásını tadacaklardır' diye telkinlere başladığı söyleniyordu. Hatta işin bu kadarla da kalmadığı ve padişahın 'Kıbrıs'ı Allah'ın izniyle hele bir alalım, seni oraya Kral yapacağım' dediği, Nassi'nin de bunun üzerine evinin kapısına üzerinde 'Kıbrıs Kralı Yasef' yazılı armalı bir levha astırdığı fısıldanır olmuştu.

O günlerde Venedik'e ait olan Kıbrıs, Türkiye için zaten başağrısıydı. Adada üslenen korsanlar Akdeniz'deki gemileri soyuyor, esir edilen Müslümanlar Venedik zindanlarına atılıyordu.

İstanbul, Venedik'e ültimatom vermeyi kararlaştırdı ve Venedik Senatosu'na iki elçi gönderildi. Senato, Kıbrıs'ın Türkiye'ye terkedilmesi yolundaki istekleri 'görüşmeye gerek bile olmadığı' gerekçesiyle reddedince Türk limanlarındaki Venedik gemilerine el kondu ve 'balyoz' denilen İstanbul'daki Venedik elçisiyle adamları tevkif edilerek Yedikule Zindanı'na kapatıldılar.

Sıra işin formalite kısmının halledilmesine, yani Kıbrıs'ın alınmasının meşru bir sebebe bağlanmasına gelmişti ve Kanuni Süleyman zamanından beri şeyhülislámlık makamında oturan Ebussuud Efendi, 'savaşın meşru olduğuna dair' fetva verdi. Fetva 'Kıbrıs, İslámiyet'in ilk senelerinde Müslüman Araplar tarafından fethedilmiş, burada çok sayıda mescid ve medrese yapılmış ama bu mescidlerle medreseler zamanla tahrip edilmişlerdir. Şimdi İslám áleminin başına geçen ve eski fátihlere váris olanların Kıbrıs üzerinde tarihi hakları vardır' sözleriyle başlıyor, daha sonra 'Zaten Kıbrıs'a hákim olan Venedikliler deniz yollarının güvenliğine riayet etmemekte, gemilere saldırmakta ve barışı da bozmaktadırlar. Böyle bir durumda Kıbrıs'a sefer açılması dini bakımdan meşrudur ve barışın ihlálinin sorumluluğu bize ait değildir' diyordu.

KULAĞI KESİLİP DERİSİ YÜZÜLDÜ

İstanbul savaş hazırlıklarına başladığı sırada, Osmanlı casus teşkilátı 1569'un 13 Ekim gecesi Venedik'teki büyük barut deposunu havaya uçurdu ve tersanedeki bazı gemiler de yandı. Derken, 1570 ilkbaharında 300 kadar gemi ile 60 bin asker, İstanbul'dan Kıbrıs'a doğru yola çıktılar. Başkumandanlığı Lala Mustafa Paşa yapıyor, donanmaya da Lala Mustafa Paşa kumanda ediyordu.

Kıbrıs'ın fethi çok zorlu geçti ve ada ancak bir senede alınabildi. Önce Girne, Baf ve Limasol düştü, daha sonra Lefkoşa ele geçti ama Magosa'nın fethi uzun zaman aldı. Kaleyi Venedikli amiral Marco-Antonio Bragandino savunuyordu, Amiral, Türk birliklerinin surları aşmalarını aylarca engelledi ama ikmal yollarının kesilmesi üzerine 1571'in 1 Ağustos'unda teslim oldu.

'Serdar' yani başkumandan Lala Mustafa Paşa, Bragandino'yu iltifatlar ederek ve kahramanlığını överek karşıladı, adadan askerleriyle beraber serbestçe ayrılabileceğini söyledi. Ama Bragandino'nun hakaretler etmeye başlaması ve 'Benden rehine olarak asker değil, köpek bile alamazsın' demesi ve Türk esirleri öldürttüğünü söylemesi üzerine Lala Mustafa Paşa önce amiralin yanındaki Venedikli kumandanları idam ettirdi, arkasından da Bragandino'ya Türk esirlere yaptıklarının aynını yaptırttı: Kulaklarıyla burnunu kestirtti, kum taşıttı, derisini yüzdürdü ve esir alınan Venedik askerlerini de forsa olarak kalyonlara göndertti.

Kıbrıs alınmış, İkinci Selim adanın dillere destan şarabını tadıp hayran kalmıştı ama Kıbrıs'ın ele geçirilmesi için padişahın başının etini yiyen Yasef Nassi, bir türlü Kıbrıs Kralı olamadı. O devrin tarihçileri, Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa'nın devreye girerek padişahın böyle bir iş etmesini önlediğini yazdılar. Nassi yine servet içinde yüzdü ve 1588'de öldü.

Biz, şimdi sadece 'başlangıç' olarak bir milyon dolar ödeyeceğimiz Kıbrıs'ı işte böyle dedikodularla ve zorlu bir mücadeleyle almıştık.

Bir şehzade, 80 yıl sonra ilk defa bu gece bir sarayda evleniyor


ORTAKÖY'deki Esma Sultan Yalısı'nda bu akşam bir 'şehzade düğünü' yapılıyor. Sultan Beşinci Murad ile Sultan Reşad'ın torunu ve hanedana hem anne hem baba tarafından mensup tek şehzade olan 'Şehzade' Osman Osmanoğlu ile Athena Christoforides'in üç çocuğunun en küçüğü 24 yaşındaki 'şehzade' Selim, nişanlısı Alev Öcal ile büyük büyük halası Esma Sultan'ın sahilsarayında dünya evine girecek.

Osmanlı Hanedanı 1924'te Türkiye sınırları dışına çıkartılmış, hanedana mensup erkeklerin memlekete dönebilmelerine ancak 1974'te izin verilmişti. İstanbul'da bu tarihten sonra tek bir şehzade düğünü yapıldı: Sultan İkinci Abdülhamid'in soyundan gelen bir hanedan mensubu, 'şehzade' Orhan Osmanoğlu, 1980'lerde büyük bir restoranda nikáhlandı.

Bir padişah torunu, aradan 80 küsur sene geçtikten sonra ilk defa bu akşam bir sultan sarayında dünya evine girecek. Selim ile Alev'in nikáhları, vaktiyle Sultan Abdüláziz'in kızı Esma Sultan'a ait olan Ortaköy'deki yalıda kıyılacak ve şahitlerden biri dünya çapında tanınmış tarihçimiz Prof. Dr. İlber Ortaylı olacak.

Bu düğün bundan 80 küsur sene önce yapılmış olsaydı nasıl bir debdebe yaşanacağını tahmin edersiniz. İşin hayaline ve teferruatına girmeden, genç çifte mutluluklar diliyorum.

Basın Konseyi tarafımdan uyarıldı


BU hafta, meslek hayatımda ilk defa olarak 'uyarıldım'. Ama ne uyarılma! Üyesi olmamam bir yana, hükmi bir şahsiyete bile sahip bulunmayan, dolayısıyla da sıradan bir 'kulüp' kimliği taşıyan 'Basın Konseyi' adını takınmış grup bendenizi uyarmaya kalkıştı!

Bu kararlarıyla kendilerini mahkeme yerine koyarak hukuku çiğnerlerken, Hürriyet gibi iç denetimi son derece güçlü bir gazetede çıkan yazılarda ve haberlerde maddi hata olup olmadığını kontrole yeltenip yaptırım uygulatmak gibisinden daha da vahim bir işe kalkışıyorlardı.

Hukuken varolmayan bu gruba gereken hukuki cevabı verdim, üyeleri olmamama rağmen hakkımda karar almaya kalkıştıkları için kanuni yollara başvuracağımı bir ihtarnameyle kendilerine bildirdim ve 'uyarı' dedikleri metni de iade ettim.

Bu grubun tacizine uğramış meslekdaşlarıma sesleniyorum: 'Basın Konseyi' adını takınan topluluğun hukuki bir kimliği ve hükmi şahsiyeti yoktur, dolayısıyla bir 'meslek teşekkülü' değildir ve daha da önemlisi üyesi olmayan gazeteciler hakkında 'uyarı' yahut 'kınama' gibisinden kararlar almaya kalkışması, sadece suçtur! Siz de benim gibi yapın, hakkınızı arayın, hukukunuzu koruyun ve mesleki haysiyetinize dil uzatılmasının önüne geçin! M.B.
Yazının Devamını Oku

Rum patriği anahtarı kaptı, Ermeni patriği Sultan Abdülmecid'e sığındı

15 Haziran 2003
Hazreti İsa'nın doğduğu yer olan Beytülláhim şehrindeki Doğuş Kilisesi'nde bugünlerde bir ‘‘anahtar kavgası’’ yaşanıyor. Kilisenin kapısı Hristiyanlar'ın birbirlerini yemelerini önlemek için Sultan Abdülmecid'in verdiği bir fermanla 150 seneden beri Müslümanlar tarafından açılırken, Kudüs Rum Patriği diğer mezheplerin papazlarına farkettirmeden kilidi değiştiriverdi ve kıyamet koptu. Kudüs Ermeni Patriği Torkom Manukyan, Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat'a bir mektup yazarak anahtarların Rum patriğinden alınmasını, Abdülmecid'in fermanının yeniden uygulamaya konmasını, yani kapının eskiden olduğu gibi Müslümanlar tarafından açılmasını istedi. İşte, sahip olmamıza rağmen bir türlü farkedemediğimiz ‘‘imparatorluk mirası’’mızı bizlere hatırlatacak mükemmel bir örnek...

İSRAİL, Hamas'ı ortadan kaldırmak için Gazze'de kanlı bir operasyona girişip genç-yaşlı demeden hemen herkesi hedef alırken, Kudüs'e yarım saat mesafedeki Beytülláhim şehrinde de bir başka mücadele, bir 'anahtar kavgası' yaşanıyor.

Bu, aslında karı koca didişmesini hatırlatan ama bizi yakından ilgilendiren bir kavga... Hani karı koca birbirine girer, erkek evi terkedip gidince kadın kilidi değiştirir, kocanın gelip eşyalarını almasına müsaade etmez ve adamcağız etrafa şikáyete başlar ya, işte böyle bir didişme...

Çekişmenin tarafları, İsrail ve Filistin'deki Hristiyan cemaatin ruhani liderleri: Rum Ortodoks ve Ermeni Patrikleri ile kutsal topraklardaki Katolikler'in en yüksek rütbeli papazı. Arabulucu rolünde Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, en tepede de Osmanlı hükümdarı Sultan Abdülmecid'in gölgesi var.

Kavganın sebebi ise, Hazreti İsa'nın doğduğu yer olduğuna inanılan mağaranın üzerinde bulunan ve Hristiyan mezheplerinin bir türlü paylaşamadıkları Beytülláhim'deki Doğuş Kilisesi'nin anahtarları... Kilisenin kapısı Sultan Abdülmecid'in Hristiyanlar'ın birbirlerini yemelerini önlemek için verdiği bir fermanla 150 seneden beri Müslümanlar tarafından açılırken, Kudüs Rum Patriği diğer mezheplerin papazlarına farkettirmeden kilidi değiştirdi ve kıyamet koptu! Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat'a bir mektup yazan Kudüs Ermeni Patriği, anahtarların Ortodoks Patriği'nden alınmasını ve kapının eskiden olduğu gibi Müslümanlar tarafından açılmasını istiyor.

İşte, Kudüs'te asırlar boyu yaşanan bu 'anahtar' kavgasının günümüze kadar uzanan garip ve de eğlenceli öyküsü:

Doğuş Kilisesi'nin anahtarını elinde bulundurup kapıyı açma yetkisi, 1520'lerde Kanuni Sultan Süleyman tarafından Katolik papazlara verilmişti. Yetki, 1630'larda Rum Ortodokslar'a devredildi ve kilisenin kapısını 1850'lere kadar her sabah Ortodokslar açtılar.

1850'lerde Rusya devreye girdi ve Çar Birinci Nikola, Osmanlı Devleti'nin başını uzun müddet ağrıtacak olan 'Mubarek Makamlar Meselesi'ni ortaya attı. Çar, Kudüs'teki kutsal mekánların idaresinin Rusya'ya ait bulunmasını istiyor ve Osmanlı topraklarındaki Hristiyan teb'anın koruyucusu olmayı talep ediyordu.

O devirde Katolik dünyasının koruyuculuğuna soyunan Fransa'nın da işe karışıp anahtarların eskiden olduğu gibi Katolikler'e verilmesi için Osmanlı tarafına baskı yapması üzerine bunalan zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid, mükemmel bir çözüm buldu: 1852'de kilisenin kapısındaki kilidi değiştirtti ve bir fermanla anahtarın papazlarda değil, Beytülláhim'in önde gelen bir Müslüman ailesinde bulunmasını emretti. Aynı işi daha sonra Kudüs'teki Kıyamet Kilisesi'nde de yaptı, bu kilisenin anahtarları da Müslümanlar'a verildi. Her iki mabedin kapısı, tam 150 sene boyunca her sabah Müslümanlar tarafından açıldı ve didişmekten yorulan Hristiyanlar da rahat ettiler.

Derken 2002 Ağustos'una gelindi ve siláhlı bir Filistinli grup Doğuş Kilisesi'ne sığındı. İsrail kuvvetleri ile siláhlı çatışmaya girdiler ve kilise ancak birkaç haftada boşaltılabildi. Çatışmalar sona erince Kudüs Rum Patriği Birinci İrineos uyanıklık etti ve kaşla göz arasında kilisenin kapısındaki kilidi değiştirip yeni anahtarı cebine atıverdi. Böylelikle kapının Müslümanlar tarafından açılması geleneği son buluyor, kilisenin giriş-çıkışları Ortodokslar'ın kontrolüne geçiyor, yani Hazreti İsa'nın doğduğu mekána hizmet etmenin sevabı sadece Ortodokslar'a ait oluyordu.

Kudüs Ermeni Patriği Torkom Manukyan, geçtiğimiz 12 Mayıs günü Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat'a bir mektup gönderdi. Manukyan, Rum Patriği İrineos'u şikáyet ediyor, 'statükonun korunmasını', yani Sultan Abdülmecid'in 1852 tarihli fermanının yeniden uygulanmasını istiyordu. 'Fermanda Beytülláhim Kilisesi'nin kapısı ile ilgili uygulamaların hiçbir şekilde değiştirilmeyeceği yazılıydı. Filistin Kurtuluş Örgütü ile Kutsal mekánların yöneticileri arasında 15 Şubat 2000 günü imzalanan andlaşmanın dördüncü maddesi de bunun böyle olmasını öngörüyordu' diyen Manukyan, Yaser Arafat'tan Rum patriğinin elindeki anahtarların alınmasını ve kilisenin kapısının eskiden olduğu gibi yine Müslümanlar tarafından açılmasını talep ediyordu. Mektubu kutsal topraklardaki Katolikler'in ruhani lideri Giovanni Battistelli de Manukyan ile beraber imzaladı ve her ikisi de şimdi Arafat'tan cevap bekliyorlar.

Ben, Beytülláhim'de bugünlerde yeniden yaşanan anahtar kavgasını, oraları en iyi bilen Türk gazetecilerden biri olan dostum Sefer Turan'dan öğrendim ve yazışmaların örneklerini de ondan aldım. Sahip olmamıza rağmen bir türlü farkedemediğimiz 'imparatorluk mirası'mızı hatırlamamız için bundan daha mükemmel bir örneği, zannedersem arasak da bulamayız.


Türkçe’nin üstadı, anahtar kavgasını anlatıyor


'Zeytindağı', Birinci Dünya Savaşı'nı Cemal Paşa'nın yaveri olarak Ortadoğu'da geçiren Falih Rıfkı'nın, yani sonraki senelerin meşhur gazetecisi Falih Rıfkı Atay'ın savaş hatıralarıdır ve hem Türkçe, hem de fikir şáheseridir. Kudüs'te, Filistin'de ve Sina Çölü'nde uğradığımız yenilgileri 'Zeytindağı' kadar acı ama gerçek biçimde anlatan bir başka eser Türk Edebiyatı'nda ve Türk tarihinde mevcut değildir.

Falih Rıfkı, 'Kamame' yani 'Kıyamet' ve 'Doğuş' kiliselerinin anahtar bahsini bakın nasıl anlatıyor:

'...Zeytindağı'nın tepesindeyim. Lut denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede Kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame Kilisesi'nin kubbesi gözüme batıyor; burası Filistin'dir. Daha aşağıda Lübnan var, Suriye var. Bir taraftan Süveyş Kanalı'na, öbür taraftan Basra Körfezi'ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu hudutsuz imparatorluğun çocuğuyum.

...Kamame Kilisesi'nin Hristiyan milletler arasında taksim edilmiş olduğunu bilirsiniz, içerisinin her parçası ve bütün kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdi. Onun için Kamame'nin anahtarı bir hocanın elindedir. Bütün bu kıt'alarda biz işte bu hocanın vazifesini yapıyoruz: Ticaret, kültür, çiftçilik, sanayi, binalar, herşey Araplar'ın veya diğer devletlerindir. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.

...İsa'nın mezarı, üstünü temizlemenin sevabı pay edilemediği için toz toprak içindedir. İpi koparak düşen çanı hiç kimse kaldırıp yerine takamaz. Beytülláhim Kilisesi de böyle idi: Enver Paşa kilise camlarının niçin kırık bırakıldığını sorduğu zaman, masraf etmek sevabını milletlerin paylaşamadığını ve her teşebbüsün arkasından kan ve kavga çıktığını söylemişlerdi. Başkumandan, kiliseyi bir jandarma müfrezesi ile sardırdı ve kilisenin pencerelerine yeni camlar ancak öyle takılabildi.

Kamame Kilisesi'nin en büyük günü ateş günüdür: İsa'nın ruhunun göke çıktığı gün! Karargáh gençleri, hepimiz, bu büyük günü görmeğe karar vermiştik. ...Evvelá tıknaz bir hoca efendi, anahtar bekçisi ile selámlaştık.

...İsa'nın ruhu, eğer bugün içinden çıkmış olduğu yere inerek bu sahneyi görseydi, kimbilir patriklerini hangi oduna çakardı? Daha biz arabamıza binmeden, kilise kapısının dışında sönmüş mumların ilk piyasası kuruluyor ve Müslüman hoca kilise kapısını kapamak için anahtarını hazırlıyordu...'
Yazının Devamını Oku

Ertuğrul Özkök böyle bir iş yapsaydı 40 sopa yerdi

8 Haziran 2003
Ertuğrul Özkök geçen gün hayatının en önemli itirafını yaptı ve ilk gençlik senelerinde belediye otobüsünde masum olduğu ve hiçbir şey yapmadığı halde tacizcilikle, daha doğrusu 'fortçulukla' suçlanmasını yazdı. Bu suçlama eski devirde olsaydı Ertuğrul Özkök masum olup olmadığına bakılmaksızın falakaya yıkılır ve en azından 40 sopa yerdi! İşte, vakti zamanında kadınları tacize yeltenmiş olan delikanlıların başlarına gelenlerden birkaç kısa örnek... Ertuğrul Özkök'ün bu yazdıklarımı okuduğu takdirde, çok daha sonraki bir dönemde dünyaya gelmiş olmakla nasıl bir dertten kurtulmuş olduğuna şükredeceğine eminim!

ERTUĞRUL Özkök, geçen perşembe günü köşesinde hayatının belki de en büyük, en önemli itirafını yaptı ve ilk gençlik yıllarından itibaren belediye otobüsüne binememesinin sebebinin, vaktiyle maruz kaldığı ‘‘fortçuluk’’ yani gayet ağır bir cinsel taciz suçlaması olduğunu açıkladı!

Bu çok önemli itirafı kaçırmış olanlara hadiseyi kısaca anlatayım: Ertuğrul Özkök, İzmir'de lise ikinci sınıfta okuduğu sırada bir gün evine gitmek için belediye otobüsüne binmiş, otobüs dolu olduğu için ayakta kalmış, bir elini askıya atmış ve öbür elinde tuttuğu kitaba dalmış vaziyetteyken genç bir kız ‘‘Terbiyesiz adam, bana sarkıntılık ediyorsun!’’ diye ciyak ciyak bağırmıştı. O zamanların 17-18 yaşındaki Ertuğrul'a, hemen ilk durakta otobüsten kaçarcasına inmekten başka çare kalmamıştı.

Ertuğrul Özkök ‘‘Allah şahidim, orada o kızın varlığından bile habersizdim ama o günün İzmir'inde namusu için bağırıp çağıran genç bir kızın karşısında beraat edebilmem mümkün değildi’’ diyor ve o günden sonra bir daha belediye otobüsüne binmediğini, daha doğrusu binemediğini yazıyordu.

Türkiye'nin en kıdemli psikiyatrlarından olan ‘‘damad-ı şehriyari’’ Dr. Mürsel Saviç'ten, geçen gün, İzmir'deki bu otobüs macerasını mesleki bakımdan yorumlamasını rica ettim ve kısa bir cevap aldım: ‘‘Kadın histerik, adam masum!’’ dedi.

Dolayısıyla pek muhterem genel yayın müdürümün masumiyeti hususunda ikna edilmiş oldum ama ‘‘Ertuğrul Özkök daha eski zamanlarda yaşamış ve böyle bir suçlamayla karşılaşmış olsaydı başına neler gelirdi?’’ diye düşünmeden de edemedim.

Eski devirlerde tacizin hemen her çeşidinin tek bir cezası vardı: Dayak! Üstelik bu iş öyle mahkemeye falan gitmeden halledilir, şehrin güvenliğini sağlamakla görevli olanlar tarafından hemen oracıkta, tacizin yapıldığı yerde yerine getirilirdi. Suçlamaya maruz kalanın masum olup olmadığı da pek soruşturulmazdı, zira şehrin namusunu koruyabilmek için ibret olacak cezalar verilmesi lázımdı ve çapkın suçlu olsun veya olmasın falakaya yatırılır, bir taraftan can acısıyla avaz avaz bağırırken, diğer taraftan arkadaşlarının, dostlarının, akrabalarının ve mahalle halkının yanında rezil olurdu.

İşte, böyle bir durumda Ertuğrul Özkök'ün bile gözünün yaşına bakılmaz, falakaya yıkılır ve en azından 40 sopa yerdi!

Hele iş tacizden daha ileriye gidecek, yani kadın erkeğin o zamandaki tabiriyle ‘‘işmarına’’ cevap verecek olursa! Yakalandıkları takdirde daha fazla sopa yerler ama erkek dayaktan önce bir eşeğe ters olarak bindirilir, eşeğin kuyruğu zavallı çapkının eline verilir, kafasına temizlenmemiş bir inek işkembesi geçirilir ve bu halde mahalle mahalle dolaştırılırdı.

Yandaki kutularda, vakti zamanında kadınları tacize yeltenmiş olan bir delikanlının başına gelenler yeralıyor. Ertuğrul Özkök'ün bu yazdıklarımı okuduğu takdirde, çok daha sonraki bir dönemde dünyaya gelmiş olmakla yapmadığı bir işle suçlanarak nasıl bir dertten kurtulmuş olduğuna şükredeceğine eminim!


Tacizciler beygirin dizginine bile sarılırdı


ESKİ devirlerde tacizin genel adı ‘‘harfendazlık’’ idi ve çeşitli şekilleri vardı.

Şiddet sıralamasında en hafifi baygın şekilde aşk sözleri sarfetmek yahut kaş ve göz işareti yapmaktı. Bunu kola, göğse veya başka bir yere abanmak yani ‘‘fortçuluk’’, ayağa basmak, elden şemsiyesini veya mendilini kapmak, arabalara lávantaya bulanmış mektuplar atmak, kadının bindiği arabayı çeken beygirlerin dizginlerine sarılmak ve kıyafet değiştirerek takip etmek gelir; feraceye yahut çarşafa makas vurmak, galiz sözler sarfetmek, çimdiklemek, sıkıştırmak, papuç ve iğne muhabbetleri yapmak ve yol kesmek gibisinden işler de ‘‘harfendazlığın’’ en şiddetli şekli sayılırdı.

İstanbul tarihçilerinden Üsküdarlı Vasıf Hoca, 19. asrın son çeyreğinde, İkinci Abdülhamid zamanında yaşanmış bir taciz hadisesini bakın nasıl anlatıyor:

‘‘...1878-1880 arasında 15-17 yaşlarında idim; benden üç yaş kadar büyük Yusuf Şah adında güzelliği dillere destan olmuş bir delikanlı vardı. Üsküdar'ın Doğancılar yangın tulumbası sadığının uşaklarındandı.

Yosma hanımlardan biri güzel oğlana göz koymuş fakat oğlanın yoluna saldığı kılavuzlar ve çöpçatanlarla
Yusuf Şah'ı kandırarak evine getirememiş, muradına erememiş, muhabbeti kine çevrilmiş.

Bir gün çarşı boyundan araba ile geçerken gençlik, zıpırlık, bıçkınlık şánından tulumbacı genç, bir gaflet ile kadına láf atmış,
‘Hanımım, yüzüme pek bakma, haberini aldım ama ergenlik hediyesi olarak bir altın saat ile bir elmas yüzük almadan gelemem!' demiş.

Yosma da fırsatı kaçırmamış, hemen karakola şikáyet etmiş. Koca çarşıda yüzlerce şáhid var. Irz ehli hátuna pervasızca láf atma, o zamanın tabiri ile
‘harfendazlık' suçundan Yusuf'u Çarşı Karakolu'na almışlar.

Karakolun asabi bir kumandanı vardı. Bu gibi hadiselerin üzerinde gayet titizlikle dururdu. Dayağı ile meşhur amansızın, gaddarın biri idi ve halk tarafından takılmış lákabı ile
‘Cellád Süleyman' diye anılırdı.

Cellád Süleyman, Yusuf Şah'ı hemen falakaya yatırmış. Hiç unutmam, bir Cuma günü idi, vak'ayı gözümle gördüm. Dayak sahnesini görmedim, görmedim ama delikanlının feryadını karakol önünde biriken halk arasında dinledim.

Sesi hálá kulaklarımdadır. Önce avazı çıkdığı kadar bağırdı. Sonra sesi perde perde alçaldı ve bir inilti halinde kesildi. Tam o sırada karakola bir asker paşa girdi. Paşa'nın
‘Karakol kumandanı mısın, cellád mısın alçak herif!' diye gürlediğini işittik. Sonra, Allah'a sığınarak atılmış birkaç şamar sesi duyduk. Bu paşa kimdi, bilemiyorum. Sonra öğrendik ki, Yusuf Şah'a 40 değnek vurmuşlar.

Yusuf Şah, bu dayaktan sonra uzunca bir zaman yürüyemedi, koltuk değneği ile dolaştı ve en uçarı çağında tulumbacılığı bıraktı’’ (Reşad Ekrem'den).
Yazının Devamını Oku

Fatih'i mumyalayıp başka yere gömdüler

1 Haziran 2003
İstanbul'un fethinin 550. yıldönümünü kutladığımız bu hafta, Fatih Sultan Mehmed ile ilgili olan ve az kişinin bildiği bir söylentiyi gündeme getirmek istedim: Biz, Fatih Sultan Mehmed'i kendi inşa ettirdiği camiin hemen yanıbaşındaki türbede defnedilmiş biliriz. Ama eskiler, Sultan Abdülhamid'in 1800'lerde yaptırttığı bir araştırmaya dayanarak asıl mezarın başka yerde olduğunu, hükümdarın cesedinin mumyalanıp Fatih Camii'nin mihrabının tam altındaki bir odaya yerleştirildiğini söylerler. İşte, 550. yıldönümünü kutladığımız fethin kahramanıyla ilgili bir muamma...

BU hafta, İstanbul'un fethinin 550. yıldönümü kutlamalarıyla geçti. Gerçi hiçbir kurum ve kuruluş bundan yarım asır önceki 500. yıl kutlamaları sırasında çıkartılan ve bugün herbiri ana kaynak kabul edilen eserler gibisinden önemli bir yayın yapmadı, kutlamalar sadece merasim cinsinden faaliyetlerle sınırlı kaldı ama üzerimize düşeni yerine getirmiş ve fethi kutlamış olduk.

İşte, 'fetih' sözünü sıkça işittiğimiz bu hafta kutlamaların kahramanıyla, yani Fatih Sultan Mehmed ile ilgili pek bilinmeyen bir söylentiyi, Fatih'in 'cenaze macerasını' yazayım dedim...

1800'lerin sonu, İkinci Abdülhamid'in iktidar yıllarıdır. Nisan yağmurları her zamankinden çok fazla yağmış ve İstanbul'u seller götürmüş, Fatih tarafı göle dönmüş, her tarafı su basmıştır.

Büyük selin hemen ertesi günü, Fatih semtinin sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece ruyalarına girmiş, 'Boğuluyorum, beni kurtarın' demiştir. Abdülhamid'in jurnalciler ordusu da dedikodulardan hemen haberdar olmuş ve sarayı anlatılanlardan ánında haberdar etmişlerdir.

Sultan Abdülhamid, hemen Fatih ve Aksaray taraflarının itfaiye kumandanı olan Mehmed Paşa'yı çağırır. Paşa türbeye gidecek, mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, halkın gördüğü ruyanın doğru olup olmadığını araştıracak ve saraya dönüp rapor verecektir.

Abdülhamid 'ne olur, ne olmaz' diyerek Mehmed Paşa'yı yalnız başına göndermez, yanına güvendiği birini, amcası Sultan Abdüláziz'in damadı olan Şerif Paşa'yı da katar. Ama göndermeden önce her ikisine de türbede göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin ettirir.

LÁHİT KALKTI DEHLİZ ÇIKTI

Paşalar Fatih Camii'nin hemen yanıbaşındaki türbeye gider ve sandukayı kaldırıp mezarı kazarlar. Bir hayli derine inmişlerdir ama ortada Fatih'in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak çıkar. Açtıklarında taş bir merdiven görürler. Ellerine birer lamba alıp merdivenden iner, bu defa derinlere uzanan bir dehlizle karşılaşırlar. Korkmadan dehlize dalar, metrelerce yürür ve ufak bir salonu andıran bir başka mekána gelirler.

Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Bir hayli zorlanarak tabutu açar ve içinde bozulmamış bir mumya bulurlar: Fatih'in mumyasını. Yüzü hálá zamanında çizilmiş resimlerindeki gibidir.

Hükümdarları ve zamanın önemli kişilerini mumyalamak, Türkler'de İslamiyet öncesi zamanlardan kalma bir ádettir ve birçok Selçuklu sultanının yanısıra Fatih'in oğlu İkinci Bayezid'e kadar bütün Osmanlı hükümdarlarının mumyalanmış oldukları eski zamanlardan beri zaten söylenmektedir. Ama Asya'da mumyalama eski Mısır'da olduğu gibi cesedin içini boşaltma ve toprak yerine sargılara gömmek şeklinde değil, başka biçimde, 'kurutarak' yapılmakta, cenaze birtakım kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra 'pastırma' halini almakta ve zaman geçtikçe sertleşmektedir.

Bu şekilde mumyalanan cenaze daha sonra láhdin veya mezartaşının tam altına gelen ve küçük bir odayı andıran bir mekána yerleştirilmekte ve bu mezarlara Selçuklular'dan itibaren 'zir-i zemin' yani 'yeraltı' denmektedir. Mehmed ve Şerif Paşalar'ın bir dehlizden geçerek girdikleri oda da 'zir-i zemin' olarak hazırlanmış böyle bir mezar odasıdır ve Fatih Sultan Mehmed'in mumyası da yine pastırma halindedir.

Paşalar mumyanın başında bir müddet kalıp dua eder, sonra tabutun kapağını kapayıp hayatta olan bir hükümdarın huzurundan ayrılma protokolüne riayet ederek sırtlarını mumyaya dönmeden, adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, kapağı kapatır, sandukayı da eskisi gibi yerleştirir ve saraya gidip gördüklerini Abdülhamid'e anlatırlar. Padişah sellerin Fatih'in cesedini bozmamış olmasından memnuniyet duyar, türbede herşeyin eskisi gibi bırakılmasını buyurur, sonra Paşalar'a ettikleri yemini hatırlatır ve 'Gördüklerinizi unutunuz!' diye ihtar eder.

KONAKTA MUMYA SOHBETİ

Aradan seneler geçer ve paşalardan biri, Damad Şerif Paşa yeminini bir tarafa koyup yakınlarına anlatır hadiseyi. 'Fatih Camii'nin bulunduğu yerde, eskiden Aya Apostoli Kilisesi varmış ve temelinin altı dehlizlerle doluymuş' der. 'Kapağı açtıktan sonra, bir dehlizin içinde metrelerce yürüdük. Çocukluğumuzda, Fatih'in türbesinde değil, kendi yaptırdığı caminin mihrabının altında gömülü olduğu zaten söylenirdi. O dehlizden mihrabın altına kadar yürüdük ve mumyayı orada gördük.'

Şerif Paşa,
hadiseyi 1940'lı senelerde o zamanın meşhur kalem erbabından olan İbnülemin Mahmud Kemal İnal'ın Mercan'daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde de anlatır ve söyledikleri o günlerde çıkan bir tarih dergisinde de kısa bir biçimde yayınlanır. Ben, Şerif Paşa'nın bu mumya macerasını, İbnülemin'in konağına devam eden ve Paşa'nın sohbetine şahit olan birkaç kişiden, bundan senelerce önce bizzat dinledim. Bir ara, fethin 500. yıl kutlamaları sırasında mezar odasına yeniden inildiği, hatta Fatih'in saçından bir tutam kesildiği de söylendi.

Bu hafta 550. yıldönümünü 'suretá' kutladığımız fethin kahramanının mezar öyküsü, kısaca böyle... Fatih Sultan Mehmed'in mumyalanmış cesedinin 'Fatih türbesi' diye bilinen yerde mi, yoksa türbenin 150 metre kadar ilerisindeki camiin mihrabının altında mı olduğu hususu günün birinde bakalım aydınlatılabilecek mi?


Üstad bestekárın değerini sadece üniversite bildi


ORTADOĞU Teknik Üniversitesi'nde geçen cuma günü bir tören yapıldı ve Üniversite Senatosu'nun kararıyla, Türk Müziği bestekárı Erol Sayan'a 'Üstün Hizmet Belgesi' verildi.

Erol Sayan, 20. asrın son yarısındaki Türk Müziği bestecilerinin en önemlilerinden biridir, eserleri gelecek yüzyıllara kalacak olan birkaç son dönem bestekárının en başında yer alır.

Üstad Erol Bey'in mutlaka terennüm etmiş olduğunuz şarkılarından bazılarını hatırlatayım: 'Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın', 'Kalbe dolan o ilk bakış unutulmaz, unutulmaz', 'Bana bir aşk masalından şarkılar söyle', 'Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyor bak' ve daha böyle pekçok güzel eser...

Hatırlayanlarımız herhalde vardır; 1970'lerin ortalarına kadar devlet katında Türk Müziği tukaka, öğretilmesi ayıp ve hatta yasaktı. Çağdaşlığın şartı olarak önünüze orkestra müziği ve bağlama havaları dinlemek gibisinden bir garabet konur, Türk Müziği'ne meyliniz varsa; Itri, Dede, Lemi Atlı gibi 'bizim olan' bestekárların eserlerinden hoşlanıyorsanız, çağdışı sayılırdınız.

Erol Sayan, bu garip çenberin kırılmasının öncülerindendi. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde, 1960'lı senelerde o zamanlar için cesaret isteyen bir adım atıldı, bir Türk Müziği Kulübü kuruldu ve Erol Sayan kulübün korosunu seneler boyu idare etti. Öğrenciler dışarıda Amerikan Büyükelçisi'nin otomobilini yakarken, içeride Itri'nin 'Nevá Kár'ını terennüm ediyorlardı.

Bu kulüpten yetişen öğrenciler zamanla mesleklerinde yükselip Türkiye'nin kaderinde söz sahibi olurlarken, Erol Bey'den aldıkları musiki zevkini hep muhafaza ettiler. Çoğumuz bilmeyiz ama, bugün Türkiye'de bir Türk Müziği eğitimi varsa, bunu sağlayanların başında Erol Sayan vardır.

ODTÜ, Erol Sayan'ın yarım asırdan beri hem eserleriyle, hem de yetiştirdiği talebelerle müziğe ve kültüre yapmış olduğu hizmetleri, geçen cuma günü düzenlenen törende Rektör Prof. Dr. Ural Akbulut tarafından verilen 'Üstün Hizmet Belgesi' ile tescil ederken, bir Türk Müziği bestecisinin kadrini bilen ilk üniversite olarak da tarihe geçti.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ni bir bestekára sahip çıkma konusundaki öncülüğünden dolayı kutlarken bir zamanlar benim de çok istifade etmiş olduğum Erol Sayan'a uzun bir ömür diliyor ve genç müzisyenlere Erol Bey'in besteciliğinin gölgesinde kalmış olan tanburunu mutlaka dinlemelerini tavsiye ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Bunlar da alaturka Matrix senaryoları

25 Mayıs 2003
Matrix tartışmalarının, filmin konusuyla tasavvuf arasında bağ kurulması ve dini bir tartışma halini alması gibisinden garip bir yola girdiğini görünce, bu işi yapanlara ufak bir hatırlatmada bulunayım ve böyle büyük prodüksiyonlar için bizde de çok sayıda eserin varolduğunu söyleyeyim dedim. İşte, bunlardan birkaçı: Şehbenderzade Ahmed Hilmi'nin 'Ámák-ı Hayál'i, yani 'Hayálin Derinlikleri' ile Giritli Ali Aziz Efendi'nin 'Muhayyelát-ı Aziz Efendi'si nefis birer yerli Matrix olabilecek güçtedir. 19. asır Kastamonu valilerinden Galip Paşa'nın, Kezban adında genç bir kızla Himmet isimli delikanlının mahrem ilişkilerini anlattığı 'Mutayyebát-ı Türkiyye'si Passolini'nun 'Dekameron Hikáyeleri'ne, 15. asırda yaşamış olan Amasyalı 'şaire' Mihri Hatun da şimdi gişe rekorları kıran Frida'ya rahmet okutur!

MATRIX'in ikinci kısmı, Türkiye'de 264 salonda birden gösteriliyor. Filmi üç günde tam 455 bin 190 kişi seyretti ve Matrix vizyona girer girmez gündemimizi de işgal etti.

Bir kesim, filmi 'Amerikan kültür emperyalizminin yeni bir vasıtası' diye nitelerken bir başka kesim filmde 'Hristiyan ve Yahudi propagandası yapıldığını' söyledi, işe dini konularda yazıp çizenler de karışınca tartışma büyüdü. Neo'nun İsa, filmin mekánının da Kudüs yahut bir başka kutsal şehir olduğu iddia edildi. Şimdi hemen her yerde sadece ve sadece Matrix var.

Bu tartışmalar üzerine gecenin bir yarısında kalkıp Matrix'i seyretmeye gittim. Birincisi beni zaten pek bir sıkmıştı, ikincisinden de öyle bir zevk alamadım. Vurdulu-kırdılı bir çocuk filmi gibiydi ve bizim İslami felsefe erbabının Matrix ile tasavvufu nasıl bağdaştırmalarının, hatta işi Hristiyanlık'a kadar götürmelerinin esrarını bir türlü anlayamadım.

Dini unsur, hemen her Amerikan filminde varolan birşeydir, zira bizdeki bir kesimin giderek çok daha büyük bir muhabbet hissettiği Amerikan toplumu aslında değerlerine son derece bağlıdır, dolayısıyla filmlerinde dini unsur eksik değildir. Esrarengiz bir hava estirmek isteyen senaristin yahut yönetmenin Matrix gibi bir filmde 'Johnny' veya 'Tommy' cinsinden isimler kullanması hafif kaçar. Dolayısıyla, filmin kahramanlarına 'Morpheus' yahut 'Leo' gibi tananalı adlar verilmesi gayet normaldir; işin garip olan tarafı ise bu gibi isimlerin Hristiyanlık propagandası olduğu yolunda garip teoriler üretmektir.

TASAVVUFDEĞİLMACERA

İşte, Matrix gibisinden neredeyse çocuklar için yapılmış bir filmle tasavvuf arasında bağ kurmaya çalışıldığını görünce, bu işi yapanlara ufak bir hatırlatmada bulunayım ve Türk Edebiyatı'nda da böyle filmler için senaryo olabilecek çok sayıda eserin varolduğunu söyleyeyim dedim.

İşte bunlardan biri, Şehbenderzade Ahmed Hilmi'nin 1908'de yayınlandığı 'Ámák-ı Hayál', yani 'Hayálin Derinlikleri' isimli romanı...

Romanın 'Ráci' adındaki kahramanı aslında Ahmed Hilmi'nin bizzat kendisidir. Kitap, Ráci'nin olgun bir insan olabilmek için tasavvuf yolunda yaşadığı maceraları anlatır.

Ráci, mutlak gerçeğin arayışındadır ve mezarlıkta bir kulübede yaşayan Aynalı Baba adında bir şeyhe mürid olmuştur. Aynalı Baba, Ráci'yi olgunlaşması için bir seyahate gönderir. Ráci, bu yolculuğu düşünce kuvvetiyle ve zihninde yapacaktır.

İlk gün, 'hiçlik zirvesinde' dolaşır ve bazı denemelerden geçer. Bu hiçlik zirvesinde Buda'ya rastlayıp görüşür ama şüpheler içerisindedir. İkinci gün, eski İran'ın tanrısı olan Zerdüşt ile karşılaşır. İyilik ve kötülük hakkında uzun uzun tartışırlar. Bu tartışma, Ráci'yi kendi benliğiyle mücadeleye sevkeder.

Üçüncü gün geldiğinde, Ráci'nin şüpheleri artmış, sonsuz bir devir yoluna girmiştir. Hem kendisi, hem de etrafı devamlı bir değişiklik halindedir ve olup bitenleri farkedemez hale gelmiştir. Bir sonraki gün ise, imtihan günüdür ve Ráci kendisine sorulan son derece ağır soruları cevaplandırır. Beşinci gün, 'Anka' ile karşılaşır. Anka, Kafdağı'nda yaşayan ve sadece batıya uçan efsanevi bir kuştur. Ráci'yi alıp 'yücelik sahası'na götürür. Ráci, bu büyük meydanla bir taşla konuşur ve taştan káinatın sürekliliğini öğrenir. Sonra Mars'a ve Jüpiter'e giderler.

Altıncı günün programında Anka'nın mekánı olan Kafdağı'na, yedinci günde de yücelik denizine uzanmak vardır. Ráci, buralarda da mutlak gerçeği ararken birlik inancının bazı belirtilerini farkeder. Sekizinci gün 'sonsuz sır' ile karşı karşıya gelir.

Ráci, seyahatinin dokuzuncu gününde kendisini o ana kadar gezdiği mekánların en büyüğünde ama bir hapishanede bulur. Hapishane, dünya hayatıdır. Seyahati sırasında çok yer gören ve gerçeğin ne olduğunu öğrenen Ráci için dünya artık zindandan farksızdır, kurtulmak istemektedir ve zindandan kurtuluşunu Aynalı Baba sağlar. Hürriyetine kavuşan Ráci 'insan-ı kámil', yani 'olgun insan' olmuştur ve káinat ona artık bambaşka bir şekilde görünmektedir.

Ahmed Hilmi'nin 85 seneden beri yerli bir Matrix olmaya aday vaziyette bekleyen 'Ámák-ı Hayál'inin konusu kısaca böyle ve sırada başka kitaplar da var. Meselá ilk baskısı 1852'de yapılan ve daha sonra defalarca basılan 'Muhayyelát-ı Aziz Efendi', eski zamanlardan kalma 'Tutiname'ler, yani 'Papağan kitapları' ve hatta 1001 Gece Masalları'nın bazı bölümleri...

Matrix'i seyredip 'Bu filmde Hristiyanlık var da Müslümanlık niye yok?' diye alákasız şekilde feryád edenler yahut bir sey söylemiş olabilmek için 'Filmdeki kırmızı hap, aslında zikrin bilmemkaçıncı derecesini temsil ediyor' gibisinden garip yakıştırmalarda bulunanlara küçük bir tavsiye: Vurdulu-kırdılı bir çocuk filmini tasavvufa monte etmek gibisinden ucuzluklarla ahkám kesmeyi bırakın, işin kolayına kaçmayın, işe hákim olduğunuzu iddia ediyorsanız oturun, konusunu 'bizden' olan filmler yapın.

Meselá 19. asırda Kastamonu Valisi olan Galip Paşa'nın, Kezban adında genç bir kızla Himmet isimli delikanlının mahrem ilişkilerini anlattığı 'Mutayyebát-ı Türkiyye'sini sinemaya uyarlayabildiğiniz takdirde, Passolini'nun 'Dekameron Hikáyeleri'ni gölgede bırakabilirsiniz. 15. asırda yaşamış olan Amasyalı 'şaire' Mihri Hatun'un öyküsü de, şimdi gişe rekorları kıran Frida'ya rahmet okutur!


Bizim Matrix yazarının ölümü hálá tartışılıyor


BUGÜN ismi artık çok dar bir çerçevede bilinen ama Türk düşünce tarihini bir zamanlar derinden etkilemiş olan Ahmed Hilmi, 1865'te Filibe'de doğdu ve babası Süleyman Bey 'şehbender' yani konsolos olduğu için hep 'Şehbenderzade' diye anıldı.

Galatasaray Lisesi'ni bitirdi, Posta ve Telgraf Nezareti'nde, arkasından da o zamanın 'Borçlar İdaresi' olan 'Düyun-ı Umumiye'de çalıştı. Vazifeli olarak gönderildiği Beyrut'ta Jöntürkler'le tanıştı, fikirlerini benimsedi ve İstanbul'a dönmek yerine Mısır'a gitmeyi tercih etti.

Kahire'de 'Çaylak' adında bir mizah dergisi çıkarttı. 1901'de İstanbul'a gelince tutuklandı ve Libya'ya, Fizan Çölü'ne sürgün edildi. Burada tasavvufa merak salıp Arusi tarikatine girdi. İstanbul'a ancak 1908'de, Meşrutiyet'in ilánından sonra dönebildi ve yayın hayatına atıldı. 'İttihad-ı İslam' adında haftalık bir dergiyle başladığı yayıncılığa daha sonra 'Hikmet', 'Kanat', 'Münakaşa', 'Nimet', 'Millet ile Musahabe' gibi dergiler çıkartarak devam etti ama dergileri sık sık kapatıldı.

İstanbul'da o zamanın üniversitesi olan 'Darülfunun'da felsefe profesörlüğü de yapan Şehbenderzade Ahmed Hilmi, İttihadçılar tarafından bir ara Kastamonu'ya ve Bursa'ya sürgün edildi. Affedilince yeniden İstanbul'a döndü, dergi ve kitap çıkartmaya devam etti ve 1914'ün 30 Ekim günü aniden ölüverdi. Ölümüne bakır zehirlenmesinin sebep olduğu açıklandıysa da, son yazılarında Mason localarını şiddetli bir şekilde tenkid ettiği için 'masonlar tarafından katledildiği' yolunda dedikodular çıktı ama bu iddialar hiçbir zaman ispat edilemedi.

Yayınladığı dergilerin yanısıra bir hayli kitabı da olan Ahmed Hilmi, Türk felsefe tarihinin çok önemli bir ismiydi ve hem doğu kültürünü, hem de batı düşünce sistemlerini öğrenmişti. Vahdet-i vücud düşüncesini temel alıyor, maddeciliğe ve Osmanlı Devleti'nin Batı'ya yönelmesine karşı çıkıyordu. Bu görüşler çerçevesinde yazdığı kırk civarındaki kitabıyla döneminde son derece etkili oldu. En meşhur eseri sayılan 'Ámák-ı Hayál'in yanısıra 'Allah'ı İnkár Mümkün müdür?', 'Muhalefetin İflásı' ve 'İslam Tarihi' gibi kitapları, Türkiye'deki modern düşünce sisteminin ilk örneklerinden sayılır.
Yazının Devamını Oku