Hasan'ın dedesi, aylık ödeyebilmek için bizi dünya savaşına sokmuştu
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Irak işine karışıp karışmama konusunda Amerika ile haftalardan beri bitmeyen bir pazarlığa giriştiğimizi görünce, eski ádetlerimizden çok şeyleri kaybettiğimizi farkettim.
Biz eskiden savaşa girme konusunda pek öyle ince eleyip sık dokumaz, kararımızı hemen verirdik. Meselá Hasan Cemal'in Türkiye'yi kimselere sormadan Birinci Dünya Savaşı'na dahil ediveren dedesi meşhur Cemal Paşa, yenilgiden sonra ‘‘Biz savaşa neden girdik?’’ diye soranlara ‘‘Aylıkları ödeyebilmek için. Zira hazine tamtakırdı’’ cevabını vermişti.
IRAK'ta savaşa katılıp katılmama konusunda Washington ile pazarlığımız devam ediyor. Söylenenlere bakılırsa teknik konularda mutabakat sağlandı ve iş sadece paraya kaldı. Ben bu yazıyı yazdığım sırada mebláğda anlaşmaya varılamamış, dolayısıyla haftalardır beklenen tezkere Meclis gündemine gelememiş ama kesilmiş gibi görünen pazarlığın hálá devam ettiği açıklanmıştı.
Halbuki biz, vakti zamanında işi bu kadar uzatmamış, öyle bıktırıcı pazarlıklara falan girişmeden, 'aylık ödeyebilmek' gibisinden basit bir sebeple çok daha büyük bir savaşa, koskoca dünya savaşına girivermiştik. Üstelik bu iş gizli de kalmamış, 'Hasan'ın yani Hasan Cemal'in o zamanlar devletin kaderini elinde tutan üç kişiden biri olan dedesi Cemal Paşa, savaş sonrasında gerçeği gazetecilere iftiharla açıklamakta da bir beis görmemişti.
İşte, 'maaş karşılığı savaş' maceramızın kısa öyküsü...
Osmanlı Devleti, dış politikada 19. asrın sonlarına kadar İngiltere ve Fransa yanlısıydı; bazen resmen, bazen de gayrıresmi şekilde onlarla müttefik gibiydi.
Ama, 1890'ların sonuna doğru ortaya bir Ermeni meselesi çıkıp da İngilizlerle Fransızlar 'Ermeni hakları' gibisinden sözler etmeye ve ayaklanmaları destekler tavır takınmaya başlayınca, İstanbul, Londra'dan ve Paris'ten uzaklaşmaya başladı. Türk tarafının müttefik boşluğunu da, fırsatı gayet iyi değerlendiren Almanya doldurdu.
Alman 'kayzeri' yani imparatoru Wilhelm, İkinci Abdülhamid zamanında kalkıp İstanbul'a geldi, hatta karısıyla beraber Kudüs taraflarına da uzandı ve neticede Türk ordusunda bir 'Alman modeli' merakı başladı. Türkiye'ye önceleri sadece askeri eğitim için davet edilen Alman subayları İttihad ve Terakki'nin işbaşına geçip memleketi savaşın içine çekmesinden sonra, artık ordu kumandanlıklarına da tayin edileceklerdi.
Dünya, o günlerde de iki kampa ayrılmıştı. Bir tarafta Almanya ve müttefikleri, diğer tarafta İngilere, Fransa ve Rusya ile onların yandaşları vardı. Taraflar, dünya hákimiyeti için kıyasıya bir rekabet içindeydiler. Türkiye'nin bu iki kutuptan birine mutlaka iştirak etmesi gerektiğine inanan İttihadçılar'ın gönlü zaten Almanya'dan yanaydı. İktidara 1913 sonrasında tek başına hákim olmalarından sonra, Türkiye, Almanya'nın müttefikten de öte bir 'peyk'i haline gelecek, hatta Türkiye'ye memleketin güçlü adamı Enver Paşa'nın isminin ilhamıyla 'Enverland' yani 'Enveristan' bile denilecekti.
Derken 1914 Kasım'ına gelindi ve Almanya ile imzaladığımız gizli bir ittifak sonrasında, 11 Kasım günü ilk dünya savaşına giriverdik. Savaş kararını sadece dört kişi, İttihad ve Terakki'nin liderleri olan Enver, Talát ve Cemal Paşalar ile zamanın sadrazamı Said Halim Paşa almış ama Said Halim Paşa, sonraları 'Benim hiçbirşeyden haberim yoktu, herşeyi Enver planladı' demişti.
Maceranın neticesi malum; dört sene sonra neyimiz varsa kaybetmiştik...
Ama işin daha da enteresan tarafı, Türkiye'yi kimselere sormadan savaşa dahil edenlerden biri olan Cemal Paşa'nın, bu büyük maceraya atılma gerekçemizle ilgili ifşaatıydı: Paşa, dünya savaşına tek bir sebeple, 'maaş ödeyebilmek', yani Almanya'dan para alıp, asker ve memur aylıklarını verebilmek için girdiğimizi söylemişti.
Türkçe'nin büyük ustası Falih Rıfkı Atay, bir üslup ve dil şáheseri olan 'Zeytindağı'nda, Cemal Paşa'nın 1918 sonbaharındaki bu tarihi itirafını bakın nasıl anlatır:
'Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir, mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz münakaşa edilebilir. Büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir.
Arkadaşım Y. K. (Yani, Yakup Kadri), bahriye çatanası içinde Büyükada'ya giderken sordu:
- Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?
Ve üç-dört sene içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi ohlıyarak bekledi. İşte cevap:
- Aylık vermek için!
Ve, iláve etti:
- Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.
Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte, böyle biter'.
Alman İmparatoru’nun propaganda kartpostalı
ALMAN Kayzeri İkinci Wilhelm, dünya savaşı öncesinde, kendisini halife ile İslam áleminin 'koruyucusu' ve 'dostu' ilán etmişti.
Wilhelm, Türkiye'ye 1898'deki ilk gelişinde Kudüs'e kadar uzanmış, kutsal mekánları ziyaret etmiş ve Alman propaganda teşkilátı bu seyahat sırasında Kayzer'in İslam dünyasının müttefiki olduğunu gösterebilmek için elinden geleni yapmıştı.
Dağıtılan propaganda malzemesi arasında, Almanca ve Türkçe olarak bastırılmış bir de kartpostal vardı. Kartın altında, metnin Seláhaddin-i Eyyubi'nin Şam'daki mezarında yazıldığı ibaresi yeralıyordu ama her iki dildeki tarihlerin farklı olmasının yanısıra, kartın Türkçesi bile bir garipti.
Kayzer, İslám álemine şu ifadelerle 'Ben sizin dostunuzum' demeye çalışıyordu:
'Şevketlu sultan-ı muazzam hazretleri ve arz üzerinde mevcud Halife-i ruy-i zemini kemál-i hürmetle yád ve ta'zim ederek perakende yaşamakta olan üç yüz milyon ehl-i İslam emin olsunlar ki, Alman İmparatoru cümlesinin daimi bir muhibbi olacaktır. Şam-ı Şerif, 8 Şubat 1898. İmparator İkinci Wilhelm'.
Devlet korosu, şefin babasının çiftliği değildir!
TÜRKİYE'de Türk Müziği'nin resmi şekilde eğitimi ve öğretimi, 1926'da alınan garip bir kararla yasaklandı. Bu müziğin meraklıları, en başta rahmetli Laika Karabey olmak üzere, yeniden devlet himayesi görebilmek için seneler boyu çabalayıp durdular.
Bitmek tükenmek bilmeyen bu çabaların semeresi ancak yarım asır sonra görülebildi. Cumhuriyet tarihinin ilk resmi Türk Müziği Konservatuvarı ve klasik korosu, 1970'lerin ortalarında, zamanın 'Milliyetçi Cephe' diye bilinen hükümeti tarafından kuruldu. Bunu, ilerki senelerde açılan diğer konservatuvarlar ve korolar takip etti. Birçok kültür bakanının istihdam maksadıyla seçim bölgelerinde yeni korolar tesis etmeleri üzerine de, ortaya bu defa bir koro enflasyonu çıktı.
Klasik Türk Müziği koroları, kuruluş maksadları ve yönetmelikleri gereği müziğin klasiğini yapmak zorundaydılar ama bir-ikisi dışında, zamanla şeflerin tatmin vasıtası haline geldiler.
Üstad, akşamdan bestelediği 'şáheserini' ertesi sabah korosuna icra ettiriyor, asırlar öncesinin kontrpuanını kerameti kendinden menkul bir 'çok seslendirme' ve daha da garibi 'modernleşme' zannederek sunuyor ve bütün bu gariplikler, klasik müzik icrasıyla görevli devlet kuruluşlarında yaşanıyordu.
Geçenlerde bir gazetenin Ege ilávesinde okuduğum bir haber sayesinde işin daha da vahim bir hal almış olduğunu öğrendim ve tüylerim diken diken oldu: Kültür Bakanlığı'na bağlı İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, son konserlerinden birinde gitar, davul ve klavye kullanmış; daha sonra da Adamo'nun ve Haris Aleksiyu'nun bazı şarkılarını okumuştu.
Söylenmesi şart olan hayret nidalarını kullanmama edebim mani oluyor! İzmir Korosu'na artık Adamo çizgisini aşması gerektiğini, önümüzdeki ilk konserinde udlarla, kanunlarla ve tanburlarla Kylie Minogue'un 'Can't get you out of my head'ini icra edip sahneye Kylie'yi taklit edebilecek bir de rakkase çıkartmalarını tavsiyeyle yetiniyorum.
Klasik korolar, o koroların başına 'şef' diye getirilen zevátın tatmin vasıtası değildir, hele babalarının çiftliği asla! Maaşları vergilerimizle ödenen bu topluluklara asli işlerini hatırlatıp böyle zibidiliklere kalkışmalarına mani olmak da Kültür Bakanlığı'nın vazifesi!