Murat Bardakçı

Bir önceki A takımı tasfiyesi bize Rumeli’yi kaybettirdi

26 Ocak 2003
Hükümetin emeklilik yaşını 61'e indirme kararının kesinleşmesinden sonra, 80 civarında tecrübeli büyükelçi otomatikman emekli olacak. Biz, bir önceki ‘‘A takımı tasfiyesi’’ni bundan tam 93 sene önce yapmış ve sadece diplomatları değil, önde gelen bazı kumandanları da emekliye sevketmiştik. Ama bu tasfiyenin bedeli ağır olmuş ve hemen arkasından patlayan Balkan Savaşı'nda Rumeli elimizden çıkmıştı. NEHİR geçerken at değiştirmeye pek meraklıyızdır. Bu ádetimiz şimdilerde gene depreşti; çok yakında başlaması beklenen savaşın arefesinde en kıdemli ve tecrübeli diplomatlarımızı emekliye sevketmek üzereyiz.

Hadise málum; hükümet, emeklilik yaşını 61'e indirmeye karar verdi. Askerler, istihbaratçılar, emniyet mensupları, üniversite hocaları ve hákimlerle savcılar bu kararın dışında tutulacaklar ama Dışişleri Bakanlığı'na ayrıcalık tanınmadığı için, kararın kesinleşmesinden sonra 80 civarında büyükelçi otomatikman emekli olacak. Yani, Hürriyet'in geçen cuma günkü manşetinde söylenen olacak, 'Savaş gelecek, A takımı gidecek'.

Devlet kadrolarında gerçi cumhuriyetin kuruluşundan sonra da büyük bir temizlik yapılmış, eski devrin binlerce bürokratı mecburi emekliliğe sevkedilmişti. Ama o senelerde ortada artık ne bir savaş ihtimali vardı, ne de sınırlarımızın ötesi bugünkü gibi karmakarışıktı.

Biz, savaş öncesindeki son 'A takımı tasfiyesi'ni bundan tam 93 sene önce yapmış ve sadece diplomatları değil, bazı kumandanları da emekliye sevketmiştik. Ama bu iş edilirken sınırlarımızın dört bir tarafındaki savaş tehlikesi gözönüne alınmamış, dolayısıyla tasfiyenin bedeli ağır olmuş ve temizliğin hemen arkasından çıkan Balkan Savaşı'nda Rumeli'yi kaybetmiştik.

İşte, bundan önceki 'A takımı tasfiyesi'nin kısa öyküsü:

1908'de ilán edilen İkinci Meşrutiyet'ten bir sene sonra İstanbul'da 31 Mart ayaklanması patlamış, ayaklanmayı Selánik'ten gelen Hareket Ordusu bastırmış ve fatura zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid'e çıkartılmıştı. 33 seneden beri tahtta bulunan hükümdar, ayaklanmadan iki hafta sonra, 1909'un 27 Nisan'ında tahtından indirilip Selánik'e sürgüne gönderilmişti.

İpler, İttihad ve Terakki Komitesi'nin eline geçmişti ve İttihadçılar hem iktidara daha güçlü şekilde hákim olabilmek, hem eski dönemin izlerini silebilmek, hem de devletin masraflarını biraz olsun kısabilmek maksadıyla yoğun bir tasfiyeye giriştiler.

Kıdemli diplomatların tasfiyesi, Meşrutiyet'in ilánından hemen sonra başladı. Paris'te Salih Münir Paşa, o zamanki Rusya'nın başkenti Petersburg'da Hüseyin Hüsnü Paşa, Roma'da Mustafa Reşid Paşa, Sofya'da Sadık Paşa, Madrid'de İzzet Fuad Paşa, Atina'da Mehmed Rif'at Bey, Belgrad'da İbrahim Fethi Paşa, Lahey'de Yusuf Misak Efendi, Berlin'de Ahmed Tevfik Paşa, Londra'da Musurus Paşa, Viyana'da Mahmud Nedim Paşa vardı ve senelerdir görev yaptıkları Avrupa başkentlerinden geri çağırıldılar. Yerlerine İttihadçılar'ın itimadını kazanmış olanlar gönderildi.

Bürokrasideki tasfiye, Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra daha çılgın bir hal aldı. Hükümdarın yakın çevresindekilerin bir kısmı İttihadçılar'ın hışmına uğramamak için 31 Mart sonrasında zaten Avrupa'ya geçmişlerdi ve Abdülhamid zamanında yükselmiş olup da memlekette kalan kim varsa artık hedefteydi. Hemen her an birileri azlediliyor, paşalar, elçiler ve bürokrasinin en tepesindekiler gruplar halinde emekliye sevkediliyordu.

Yeni iktidar, bürokratları sadece azille yahut emekliye sevketmekle kalmıyor, haysiyet kırıcı hareketlerde de bulunuyordu ve bunların başında ünvanlarla rütbelerin geri alınması vardı.

'Paşa' ünvanı o devirde sadece askerlere değil, sivillere de verilirdi. Meselá sadarete yani başbakanlığa getirilen bir kişi asker değil de sivil ise mutlaka 'vezir' ve 'paşa' yapılır, önemli bir bakanlığa tayin edilen bir sivil de 'paşa' olabilirdi.

31 Mart sonrasındaki tasfiye kampanyasında, devrik hükümdarın yakın çevresindekilerin asker yahut sivil olduğuna bakılmaksızın, bu ünvanları da ellerinden alındı. Bir gece önce 'paşa' olarak yatanlar, sabah uyandıklarında sadece 'bey' yahut 'efendi' idiler. Gazetelerin sayfaları, tasfiye listeleriyle ve ünvanları alınan bürokratların fotoğraflarıyla doluydu.

Tasfiye, devlete sadece feláket getirdi. Kıdemli diplomatların neredeyse tamamı emekli edilmiş, işin başına tecrübesi daha az olanlar geçmişti. Meselá Roma'ya büyükelçi yapılan sonraların sadrazamı Hakkı Paşa, İtalya'nın o zaman bize ait olan Libya'yı işgal edeceğini hiçbir şekilde hissetmemiş, işgalden herşey bittikten sonra haberdar olabilmişti.

Tecrübesiz bürokratların asıl gafleti Balkanlar'da yaşandı. O zamana kadar yürürlükte olan 'Kiliseler Kanunu' sayesinde Balkan memleketleri birbirleriyle didişirler ve bizden pek bir talepleri olmazdı. İttihadçılar'ın 'daha fazla hürriyet' námına bu kanunu durup dururken iptal etmeleri üzerine Balkan devletleri arasındaki bütün çekişmeler bir anda sona erdi, gözlerini Rumeli'deki topraklarımıza diktiler. Ne iktidardakiler, ne de gençleşmiş olan hariciye olup bitenleri farkedemedi, neticede Balkan Harbi patladı ve bütün Rumeli elimizden çıktı.

Bir önceki 'A takımı tasfiyesi'nin hüzünlü hikáyesi işte böyle...


Bu kitaba sakın güvenmeyin!


BİR devrin meşhur gazetecilerinden olan Nahid Sırrı Örik genellikle kültür ve sanat üzerine yazmış; romanlar, hikáyeler, piyesler kaleme almış ve Fransızca'dan çok sayıda tercüme yapmıştı. Hayata 1960 senesinde 65 yaşında veda ettiğinde, arkasında telif yahut tercüme bir hayli eser bıraktı ve en meşhur kitabı, 'Sultan Hamid Düşerken' isimli romanıydı.

Nahid Sırrı, 1950'lerin bazı tarih dergilerine o günlerde Türkiye'ye girmeleri yasak olan Osmanlı hanedanı mensupları hakkında makaleler de yazdı. Bu makalelerin ortak özelliği maalesef yanlış, kulaktan dolma ve yanıltıcı bilgilerle dolu olmalarıydı. Yazar isimleri birbirine karıştırmış, o senelerde hayatta olanları ahrete göndermiş, ölmüş olanlara hayat bağışlamış ve hata üstüne hata yapmıştı, dolayısıyla da yazdıkları hiçbir şekilde kaynak olamayacak bir yanlışlıklar silsilesinden ibaretti.

Sözkonusu makaleler, 50 küsür sene sonra, İş Bankası'nın Kültür Yayınları tarafından 'Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar' adıyla kitap haline getirildiler. Ama ne kitap!

Bir yazarın eski dergilerin sayfaları arasında kalmış makaleleri kitaplaştırılırken, her makalenin sonunda o yazının nerede yayınlandığının bir satırla olsun kaydedilmesi ádet olduğu halde, kitabı yayına hazırlayan zat, bunu yapmamıştı. Üstelik, yayınlananlar da Nahid Sırrı'nın bu konuda yazdıklarının tamamı değildi, noksandı.

Gene bu tür derlemelerde yazarın hatalarının dipnotlarla düzeltilmesi ádetten iken, makaleleri yayına hazırlayan zat, konuya herhalde áşina bulunmadığından buna girişmemiş, eski hataları aynen nakletmekle yetinmişti. Meselá son Halife Abdülmecid Efendi'nin halen hayatta olan ve Londra'da yaşayan kızı Dürrüşehvar Sultan, kitaba göre bundan yarım asır evvel terk-i dünya etmişti ve bunun gibi yanlışlar daha pek çoktu.

Ama işin daha vahim tarafı, kitaba yapılan ilávelerdi. Meselá 63. sayfada Abdülkadir Efendi olduğu iddia edilen şehzade, Abdürrahim Hayri Efendi idi. 71. sayfadaki resim Mihrimah değil, Mihrişah Sultan'a; 39. sayfadaki fotoğraf da Semiha değil, Mediha Sultan'a aitti ve Osmanlı ailesinin 'Semiha' adında bir mensubu zaten yoktu. Mısır'ın 'Hüseyin' adında bir kralı da hiçbir zaman varolmamıştı, 209. sayfada 'Kral Hüseyin' olduğu iddia edilen kişi 'Sultan Hüseyin' idi ve Mısır'ın ilk ve son 'sultan'ıydı.

Daha önce çıkmış bir eseri 'yayına hazırladığını' iddia edenlerin bir iş yapmış olmak için áhenkli ve güzel Türkçe'yi yapmacık, kakofonik ve yetersiz hále getirme gayretkeşliğinin kurbanları arasına bu kitap da girmişti ve yapılan 'Türkçeleştirme', eseri yayına hazırlayanın Türkçe'ye ne derece áşina olduğunu göstermedeydi. 'Tarih Dünyası' isimli derginin 1 Nisan 1951'de yayınlanan 22. sayısından alınmış olan 'V. Murad'ın Kızları' başlıklı yazıdan birkaç örnek vermekle yetineyim: 'Sonsuza kadar' demek olan 'ebediyyen' sözü 'hiç' olmuş (s. 102), 'rivayet edilen' ifadesi 'söylenen'e çevrilmiş (s.107), 'irfan' kelimesi yayına hazırlayanın dil kültürünü ve irfanını gösterircesine 'kültür' diye 'güncelleştirmiş', 'çaresiz' demek olan 'biçare' sözü 'zavallı' yapılmıştı (s.101).

Biçare ve de zavallı Türkçe!

Bu kitabı yayına hazırlayan Alpay Kabacalı'nın böyle bir işe niçin kalkıştığını bilmiyorum. Bildiğim tek şey, Nahid Sırrı'nın zaten yanlış bilgilerle dolu makalelerinin çok daha fazla hatalar ilávesiyle ve eksik bir şekilde ortaya sürüldüğü, bundan kültür dünyamızın kazancının da sadece koskocaman bir 'Hiç!' olduğudur, o kadar!
Yazının Devamını Oku

Eski meşhurların paltoları nasıldı?

19 Ocak 2003
Hollanda dilindeki ‘‘paltrok’’ sözünden gelen ‘‘palto’’, seksen küsur sene sonra, Orhan Pamuk sayesinde yeniden edebiyat tarihimize girdi. Ben, Orhan Pamuk'un, Prof. Dr. Nurhan Atasoy'un yeni yayınlanan kitabı için verilen davette kaybolan paltosuyla cebinde bulunan notlarına bin beşer yüzden üç bin dolar değer biçtiğini okuyunca, Türk Edebiyatı'nın hep paltosuz olan ama klasikleşen isimlerini ve birkaç palto macerasını hatırladım.

ORHAN Pamuk yeniden gündeme geldi ama adından bu defa henüz bitmemiş kitabını görmeden yazılan medhiyelerle, kimi eski yazarları eşcinsellikle suçlamasıyla yahut intihalleriyle değil, paltosuyla bahsettirdi.

Hürriyet'te hafta içinde çıkan haberi okumuşsunuzdur: Aygaz, Türk sanat tarihçiliğinin meşhur ismi Prof. Dr. Nurhan Atasoy'un 'Hasbahçe' isimli son eserini yayınlamış ve kitabın tanıtımı için 25 Aralık akşamı Yıldız Sarayı'nda bir kokteyl vermişti. Davet sonrasında vestiyerde kargaşa çıkmış, bazı davetlilerin paltoları kaybolmuştu ve Orhan Pamuk'un paltosu da sırra kadem basanlar arasındaydı.

Asıl haber, bundan sonra geliyordu: Daveti organize eden şirket kaybolan paltoyu tazmin etmeyi teklif edince, Orhan Pamuk, paltosuyla cebinde bulunan notlarının bin beşer yüzden üç bin dolar ettiğini söylemişti.

Pamuk'un talebini okuyunca 'Demek ki, yazarlarımızla beraber paltoları da artık çağ atlamışlar' diye düşündüm. Zira, edebiyat tarihimizin geçmişteki çok önemli bazı isimleri ya bir türlü palto edinememişler, yahut sahip oldukları tek bir paltoyu seneler boyu hiç durmadan giydikleri için palto paltoluktan çıkıp garip bir hal almıştı.

İşte, Türk edebiyatının üç büyük isminin, Ahmed Háşim'in, Mehmed Ákif'in ve Abdülhak Hamid'in palto maceraları:


Háşim’in tek paltosunu zeytinyağlı dolma mahvetti


‘‘Merdiven’’ şiirinin titizliğiyle meşhur şairi Ahmed Háşim, tek bir paltoya sahiptir, zaten kıt-kanaat geçiniyor ve soğuk havalardaki tek sığınağı olan paltosuna gözü gibi bakmaktadır.

Arkadaşları, bekárlıktan perişan düşen şairi rahata ermesi için evlendirmeye karar verir, varlıklı bir ailenin kızını seçer ve şairi güç-belá kızın ailesine akşam yemeğine gitmeye ikna ederler. Gece hoş, yemekler daha hoştur, üstelik müstakbel kayınvalidenin yaptığı zeytinyağlı dolma nefistir. Háşim defalarca 'Ellerinize sağlık!' der, dolmadan birkaç tabak yer, vakit ilerleyince müsaade isteyip kalkar ve paltosunu giyip soğuk gecenin karanlığına dalar. Bir ara üşüyünce elini cebine sokar ama avucunda vıcık-vıcık birşeyler hisseder: Cebinde bir paket vardır.

Hassas şair, paketi çekinerek çıkartınca dehşet içinde kalır: Müstakbel kayınvalide, bir alay zeytinyağlı dolmayı káğıda sarıp müstakbel damadın cebine yerleştirmiştir!

Palto yağ içinde kalmış, Háşim evlenme kararından bir anda vazgeçmiş ama daha da önemlisi, o kışı paltosuz geçirmeye mahkûm olmuştur.


Hámid, eskilikten yeşermiş bir palto giyiyordu


‘‘Makber’’ şairi ve Türk Edebiyatı'nın 'Şair-i Azam' unvanını taşıyan meşhur ismi Abdülhak Hámid, şöhretinin zirvesinde fakat beş parasızdır. Asıl mesleği diplomatlıktır ama vazifesinden azledilmiştir ve Viyana'da sürünmektedir. Giyimi-kuşamı berbattır, devrin en meşhur terzisi Pol'e seneler önce diktirdiği siyah paltosu yeşile dönmüştür.

İstanbul'daki hayranları ise, edebiyat dergilerinde Hámid için medhiyeler düzmekte, özel sayılar çıkartmakta, şairi yere-göğe koyamamaktadırlar. Ama bu edebi çabalar bir türlü maddiyata dönememekte, şairin açlığına deva olamamaktadır.

Hámid, işte bu tezadlar içerisinde, çektiği sefaleti anlatan 'Şair-i Azam' başlıklı meşhur şiirini kaleme alır. Şiirde 'Vaktiyle bütün Pol'de yapılmışsa da heyhááát! / Cümlesi solmuş / Vaktiyle siyah, şimdi fakat yemyeşil olmuş / Bir paltosu vardır' demektedir.

Türk Edebiyatı, böyle bir şiire Hámid'in rengi atmış paltosu sayesinde kavuşmuştur!


Ressam, paltonun içinde anadan doğmaydı


GİYİM-kuşamdan yana derdli olanlar arasında sadece edebiyatçılar değil, ressamlar va vardır. Meselá Türk resminin büyük ismi Fikret Muallá gerçi bir palto edinebilmiştir ama paltonun içerisine giyecek hiçbirşeyi yoktur.

Ressam, 1930'lu senelerde bir gün üzerinde mükellef bir paltoyla Bostancı taraflarındaki pahalı balıkçılardan birine gider. Masaya paltosuyla oturur ve garsona sofrayı donatmalarını söyler. Garsonlar tanımadıkları ressamın paltosuna bakıp ne kadar bahşiş alacakları hayaline dalmışlardır; istakozları, karidesleri ve balıkların en pahalılarını peşpeşe getirmektedirler.

Derken yemek biter, hesap gelir ve ressam pusulaya bakmadan garsonlara döner, 'Vallahi' der, 'Değil size verecek param, ayağıma giyecek donum bile yok'.

Garsonlar inanmaz, hesaba karşılık ressamın üzerindeki pahalı paltoyu almak isterler. Fikret Mualla paltonun düğmelerini çözüp garsonlara döner: İçinde hakikaten hiçbirşey yoktur!


Mehmed Ákif, bir türlü palto sahibi olamamıştı


İstiklál Savaşı'nın dağdağalı seneleridir, 'Çanakkale Şehidleri'nin şairi ve 'Safahat'ın sahibi Mehmed Ákif, Ankara'da Taceddin Dergáhı'nda kalmaktadır.

Büyük Millet Meclisi 500 lira ödüllü bir 'İstiklál Marşı' yarışması açmış, Mehmed Ákif'in şiiri seçilmiş ama şair o gün için bir servet sayılan ödülü almamış ve bir hayır kuruluşuna verdirmiştir. Paltosu yoktur ve Ankara'nın dondurucu soğuklarında sokaklarda ceketle dolaşmakta, yağmurlu günlerde arkadaşı ve meslekdaşı Baytar Şefik Bey'in muşambasını ödünç almaktadır.

Neyzen Tevfik'in kardeşi olan Şefik Bey'in, bir gün yine muşambasını isteyen Ákif'e 'Şu mükáfatı reddetmeseydin de kendine en azından bir palto alsaydın' diyeceği tutar. Şairin cevabı, bu yakın arkadaşıyla aylarca konuşmamak olur. Ákif, bu hadiseden sonra soğuklarda yine ceketiyle titreyerek dolaşacaktır.
Yazının Devamını Oku

Mustafa Kemal’in kaleminden: Ortadoğu’yu nasıl kaybettik

12 Ocak 2003
İngiltere'nin topraklarımız üzerinden Kuzey Irak'a asker geçirme talebini haklı olarak reddettik. Dört asır boyunca İstanbul'dan giden valilerin ve mutasarrıfların idare ettiği toprakları, karşımıza hem kendi birlikleriyle, hem de bize karşı ayaklandırdığı Arap çeteleriyle çıkan İngiltere yüzünden birkaç hafta içerisinde kaybetmiştik. İngiltere'nin bundan 80 küsur sene başımıza açtığı dertleri ve kendi gafletimizi Mustafa Kemal Paşa'nın 1918'in 7 Ekim'inde Halep'ten İstanbul'daki bir yakınına çektiği bu telgrafta yazdıkları kadar gerçekçi şekilde anlatacak bir başka belge bulmak çok zordur.

İNGİLTERE Savunma Bakanı Geoff Hoon ile Genelkurmay Başkan Yardımcısı Anthony Picott, bu hafta Ankara'da idiler. Irak'a yapılacak askeri müdahale öncesinde bizden Kuzey Irak'a asker geçirme izni istediler ve isteklerini çok yerinde bir kararla geri çevirdik.

Red gerekçemiz ‘‘tarihi nedenlere’’ bağlanmış, Ankara uluslararası bir konuda yıllar sonra belki de ilk defa günün şartlarını değil, bölgedeki tarihi geçmişimizi gözönüne alarak bir karar vermişti. İngilizler'e ‘‘Zamanında bizi bölgede istemeyen ve menfaatlerimizin aleyhine çalışan bir İngiltere'yi bugün bizim istememiz düşünülemez’’ dedik ve böyle bir talebi kabul edemeyeceğimizi anlattık.

Bu ‘‘tarihi nedenler’’ Birinci Dünya Savaşı sırasında Ortadoğu'yu İngilizler yüzünden kaybetmemizdi ve herşey sadece birkaç gün içerisinde olup bitivermişti.

İşte, bu büyük bozgunun Mustafa Kemal Paşa'nın bir telgrafına dayanan hikáyesi:

Paşa, 7 Ağustos 1918'de, ikinci defa olarak Filistin'deki Yedinci Ordu'nun kumandanlığına tayin edilmişti. Ordu, bugün Lübnan sınırları içerisinde bulunan Nablus şehrinin güneyinde mevzilenmişti. Bir yanında Sekizinci Ordu, diğer yanında Şeria Nehri, arkasında da Dördüncü Ordu vardı.

İngiliz birliklerinin aylardır beklenen genel taarruzu, 19 Eylül sabahı başladı. Mustafa Kemal'in kumandasındaki Yedinci Ordu saldırıyı püskürttüler ama İngilizler bu defa Sekizinci Ordu'ya saldırdılar ve bu ordu bir anda dağıldı.

Bozgun, Mustafa Kemal'in birliklerinin kuşatılması demekti, geri çekilmekten başka yol kalmamıştı ve tek yol Şeria Nehri idi. Ordu binbir güçlükle nehri geçerek kendisini emniyete aldı ama İngilizler'in saldırıları artarak devam ediyordu. Geri çekilme kademeli şekilde devam etti, 30 Eylül günü Şam elimizden çıktı ve genel karargáh Mustafa Kemal Paşa'ya Halep'e ricat emri verdi.

ARAPLAR DA SALDIRDI

Halep, hemen arkasından İngiliz birlikleriyle Şerif Hüseyin'e bağlı isyancı Araplar'ın saldırısına uğradı. Şehirde artık sokak muharebeleri yaşanıyor ve çarpışmaları Mustafa Kemal Paşa bizat idare ediyordu. Paşa, 26 Ekim'de İngilizler ile Araplar'ı Halep dışında bozguna uğrattı ama saldırılar daha sonra da devam etti. Yedinci Ordu bu defa Halep'in kuzeyine çekilme emri aldı ve Antakya'ya kadar uzanan bir savunma hattı kuruldu.

Bu hat, ileride Suriye sınırımızın temelini teşkil edecek ve burada meydana gelen çatışmalar tarihe ‘‘Türk ve İngiliz birlikleri arasında yaşanan son siláhlı karşılaşma’’ olarak geçecekti.

Ama bu savunma hattının tarihimiz açısından çok daha önemli bir tarafı vardı: Ortadoğu'da dört asır boyunca devam eden hákimiyetimiz, Halep'in kuzeyinden Antakya'ya uzanan bu hattın çizilmesiyle tamamen son bulmuş oluyordu.

Türkiye için artık yapacak tek bir şey kalmıştı: Ateşkes istemek. İstanbul hükümeti 5 Ekim'de ateşkeste aracılık yapması için Birleşik Amerika'ya müracaat etti ve 30 Ekim günü Mondoros'ta malum mütareke imzalandı.

Dört asır boyunca Istanbul'dan giden valilerin ve mutasarrıfların idare ettiği toprakları, karşımıza hem kendi birlikleriyle, hem de bize karşı ayaklandırdığı Arap çeteleriyle çıkan İngiltere yüzünden işte böyle birkaç hafta içerisinde kaybettik. İngilizler'in şimdi Türk topraklarının üzerinden Kuzey Irak'a asker geçirme talebini de uğradığımız bu büyük bozguna sebep olması ve Musul ile Kerkük'ün de bizden kopması için de elinden geleni ardına koymaması sebebiyle reddettik.

Bütün bunlar, red gerekçemizin sadece bir kısmıydı.

Yandaki kutuda, Mustafa Kemal Paşa'nın 1918'in 7 Ekim'inde Halep'ten İstanbul'daki bir yakınına çektiği ve Ortadoğu'da İngilizler yüzünden uğradığımız feláketi çok açık şekilde anlatan bir telgrafı yeralıyor. Paşa, Suriye'nin diğer ordu kumandanlarının hataları yüzünden elimizden gidişini ayrıntılı şekilde anlatıyor, sonra ‘‘ordu adı altında tutulan beş-altışar bin neferimizin’’ son derece güçlü olan İngiliz kuvvetleri karşısında yenilmesinin gayet tabii olduğunu söylüyor ve açıkça ‘‘Bu iş artık bitmiştir, barış yapmaktan başka çaremiz yoktur’’ diyor.

Bundan 80 küsur sene önce İngiltere yüzünden başımıza gelenleri Mustafa Kemal Paşa'nın bu telgrafı kadar gerçekçi şekilde anlatacak bir başka belge bulmak çok zordur.

İLK TOP SESİNDE ORDUYU BIRAKIP TAVUK GİBİ KAÇTILAR

‘‘EYLÜL'ün on dokuzuncu gecesi düşman (İngilizler) evvelá Yedinci Ordu'ya taarruz etmeye başladı. Düşmanın iki taarruzunu durdurdum. On dokuz sabahı batı tarafımızda bulunan Sekizinci Ordu kısa bir düşman taarruzu karşısında birkaç saat zarfında dağıldı.

Bundan dolayı Yedinci Ordu'nun sağ kanadı ve geri çekilme yolu tamamen düşman tarafından tutuldu. Sağımızda bulunan Dördüncü Ordu hissizliğin azamisini gösterdi. Gerekli yardımdan kaçındı. Buna rağmen her taraftan düşmanla muharebe ederek, güneye doğru olan cephemi batıya çevirerek ve Vadi-i Şeria nehrinden orduyu geçirerek Cebel-i Aclun dahilinde ve Der'a-Mezrib hattında ve oradan kemal-i şeref ve namus ile gerek İngiliz takip kıt'aları ile ve gerek Şerif (Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e bağlı isyancı Arap birlikleri) kıt'aları ile muharebe ede ede Şam'a kadar gittim.

Orada Liman Paşa'nın emriyle Şam'ın muhafazası için maatteessüf Cemal Paşa'nın emri altına terk ile kendim de Riyak cephesini tutmak ve orada elde edeceğim kuvvetleri düzenlemekle görevlendirildim.

Cemal Paşa dahi, Şam'ı Rabu Boğazı'na kadar geldiğinden bihaber kaldığı düşmanın az kuvveti karşısında kendi ordusuyla beraber benim ordumu da terkederek yalnız başına Riyak'a geldi. Ben bundan sonra Riyak'ta teşkil ettiğim kuvvetleri kuzeye doğru hareketlendirerek Şam'da kalan kuvvetlerin dahi İsmet Bey'in (İsmet İnönü'nün) kumandası altında olarak kuzeye hareketini emretmek için vasıta buldum. Şimdi üç günden beridir orduyu yeniden Haleb'in güneyinde toplamakla meşgulüm.

Düşmanın bilinen üstünlüğü karşısında ve bizim ordu adı altında tutulan beş-altışar bin neferimizin geri çekilmesi tabii idi. Fakat bu geri çekilme daima bir şekil muhafaza edilerek icra edilebiliyordu.

Enver Paşa gibi bir ahmak genel harekát müdürü olmasa idi ve burada beş-on bin kişilik bir askeri heyetin başında ilk top sadásında ordusunu bırakıp kaçan ve şahsını kurtarmak için şaşkın tavuk gibi öteye-beriye iltica eden kumandan (Cevad Paşa) bulunmasa idi, hiçbir askeri durumu takdir edemeyen bir Dördüncü Ordu Kumandanı (Mersinli Cemal Paşa) bulunmasa idi. Ve bunların başında muharebenin ilk gününden itibaren hiçbir tesir ve nüfuzu kalmayan bir grup karargáhı olmasa idi...

Bu andan sonra, artık barıştan başka yapılacak birşey kalmamıştır.

7 Ekim 1918, Halep.

Mustafa Kemal’’


Sayın Bakan, Allah sonunuzu o Genç Osman’a benzetmesin!


KALABALIK bir grup işadamıyla beraber Bağdat'a giden Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Irak ziyaretini ‘‘Genç Osman'ın Bağdat seferine’’ benzetmiş. Tüzmen uçakta pilot kabinine geçmiş ve beraberindeki işadamlarına mikrofondan seslenerek ‘‘Genç Osman'ın Bağdat'a yaptığı seferler gibi seferimizi gerçekleştireceğiz’’ demiş. Dünkü Hürriyet'e ‘‘Tüzmen'den Bağdat'a Genç Osman çıkarması’’ başlıklı haberi okuyunca, küçük bir düzeltme yapmak farzoldu diye düşündüm:

Bizim ‘‘Genç Osman’’ dediğimiz Sultan İkinci Osman'ın Bağdat seferi yoktur. Genç Osman sadece bir defa sefere çıkıp Hotin'e gitmiş, Bağdat'ı hayatında görmemiştir. Hatırasına Bağdat'la beraber türküler yakılmış olan Genç Osman ise, Irak seferine katılmış bir yeniçeridir ve hakkında 17. asrın başlarında yaşadığı bilgisi dışında hiçbir kayıt yoktur. Dolayısıyla, Kürşad Tüzmen'in sözünü ettiği Genç Osman'ın Sultan değil, meçhul bir yeniçeri olduğunu söylemek ve ‘‘Allah sonlarını benzetmesin’’ diye samimi bir temennide bulunmak istiyorum. Zira malum türkü ‘‘Şehidlere serdár oldu Genç Osman’’ diye biter de...
Yazının Devamını Oku

Irak’ı bu casus kadın tek başına kurdu

5 Ocak 2003
Hayatı filmlere kadar konu olan ‘‘Arabistanlı Lawrence’’ın kim olduğunu çoğumuz biliriz ama ‘‘Gertrude Bell’’ ismi bize yabancıdır. Tam adı Gertrude Margaret Lowthian Bell olan bu İngiliz hanımı, sadece siyasi tarihte belli bir dönemin uzmanları bilirler. 1868 ile 1926 yılları arasında yaşayan Gertrude Bell, Birinci Dünya Savaşı sonrasının Irak'ını kurmuş, sınırlarını cetvelle kendisi çizmiş ve yarattığı bu memleketin kralını bile bizzat tayin etmiştir.

‘‘ARABİSTANLI Lawrence’’ın kim olduğunu biliriz, en azından dünyanın en meşhur casuslarından biri ve Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Arap isyanını başlatıp Arap Yarımadası'nı bizden kopartan kişi olduğunu işitmiş, onu anlatan ve başrolünü Peter o'Toole'un oynadığı filmi de büyük ihtimalle görmüşüzdür.

Ama 'Gertrude Bell' ismi bize yabancıdır. Bazı bakımlardan Arabistanlı Lawrence'tan daha önemli olan ve Ortadoğu'daki Türk varlığının son bulması konusunda Lawrence kadar mühim roller oynayan, üstelik savaş sonrasında bazı Arap ülkelerinin sınırlarını bizzat çizen bu İngiliz hanımı sadece siyasi tarihte belli bir dönemin uzmanları bilirler.

Tam adı Gertrude Margaret Lowthian Bell olan İngiliz istihbaratçı kadın, 1868'de İngiltere'de, Durham County'de doğdu. Entellektüel bir ailenin çocuğuydu ve ilk eğitimi özel hocalardan aldı. Sonra Oxford Üniversitesi'ne girdi, arkeoloji okudu ve Oxford'u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçti.

O devirdeki İngiliz arkeologların, dilbilimcilerin ve eski Mısır uzmanlarının çoğu 'ek iş' olarak İngiliz istihbarat servislerinde de çalışırlardı. Meselá Arabistanlı Lawrence çok iyi bir arkeoloji tahsili görmüştü ve asıl faaliyetlerinin yanısıra, Ortadoğu arkeolojisi konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından sayılırdı.

KRALİÇENİN HİZMETİNDE

Gertrude Bell
için de aynısı oldu ve istihbarat servisleri, İngiltere'nin bu en önemli üniversitesini şeref páyesiyle bitiren genç kızla hemen temas kurdular. Mesleki faaliyetleri sırasında aynı zamanda 'Majestelerinin Haberalma Örgütü' için de çalışacak, bu çalışmalar onun daha sonra asıl ve resmi vazifesi halini alacaktı.

Önce dünyayı görüp tanıması istendi ve iki defa dünya turu yaptı. Bu sırada çok iyi bir dağcı da olmuştu. Bir ara İran'a giden bir arkeoloji heyetinde yer aldı, 1899'da da Arapça öğrenmesi için Kudüs'e gönderildi ve Avrupalılar için hayli zor olan bu dili mükemmel bir şekilde öğrenmesinin yanısıra o zamana kadar yapılmamış bir iş daha yaptı: Kudüs civarındaki Arap arkeolojik mekánlarının haritasını yayınladı.

Bu yayınıyla önemli bir Ortadoğu arkeoloğu kabul edilmiş ve istihbarat örgütünün gözündeki değeri de artmıştı. Haberalma teşkilátında artık Sir Percy Cox ve Sir Arnold Wilson gibi Arap dünyasını çok yakından tanıyan uzmanların elinde yetişecekti.

Gertrude Bell, Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasından hemen sonra Kahire'ye, 'Arap Bürosu'na gönderildi. Bu büronun tek bir görevi vardı: Araplar'ın Türkler'e karşı başlattığı isyanı genişletip yönetmek. Savaş yıllarını Kahire'de geçiren Bell daha sonra Irak'a yollandı, Bağdat ve Basra taraflarında 'siyasi memur' olarak bulundu. 1920'de, artık tamamen İngiliz kontrolü altına girmiş olan Irak'taki İngiliz Yüksek Komisyonu'nun Ortadoğu Sekreteri idi ve Winston Churchill'in desteğini de sağlamıştı.

KAHİRE'NİN MOR GÜLÜ

Londra, Ortadoğu haritasına yeni bir şekil verme zamanının geldiğini farkedince, bu işin bir kısmını yapmak Gertrude Bell'e düştü. 1921'de Kahire'de bir 'Ortadoğu Konferansı' topladı. Konferansta öncelikle Mezopotamya'nın geleceği tayin edilip sınırlar çizilecekti. Bell, 40 kişilik konferanstaki tek kadındı ve Irak'ın sınırlarını işte bu toplantı sırasında kendi başına çizdi.

Sırada, yeni kurulan bu memleketin başına kimin geçeceği meselesi vardı ve Irak'ın ilk kralını da Gertrude Bell tayin etti: Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı... Faysal daha önce Suriye'nin kralı olmaya çalışmış ama oraları elinde tutan Fransızlar tarafından kapıdışarı edilmişti.

Faysal, Gertrude Bell'in kararıyla Irak tahtına geçirildi ve böylelikle Faysal'ın da mensubu olduğu Haşimi ailesi Ortadoğu'da yıllar sürecek önemli bir rol oynamaya başladı. Bu rol halen de devam ediyor ve bugün Ürdün tahtı da Haşimi ailesine ait bulunuyor.

Irak'ın İngiliz himayesinde bir devlet halini almasıyla, Gertrude Bell, kendisini siyasi kariyerinin sonuna gelmiş hissediyordu. Gerçi ismi Arap dünyasında efsane olmuştu ve kahraman muamelesi görüyordu. 'Çölün kızı' yahut 'Irak'ın taçsız kraliçesi' diye anılıyordu ama artık asıl mesleği olan arkeolojiye dönmek istiyordu.

Döndü ve hayatının geri kalan kısmını bu işe verdi. Siyasi kimliğinden sıyrılmaya çalıştı, Irak'ın ilk eski eserler genel müdürü oldu ve Bağdat'ta 1923'te bir müze kurmaya başladı. Üç yıl çalıştı ve bugün Mezopotamya medeniyetinin en önemli eski eser merkezlerinden sayılan Bağdat Müzesi'ni yaratıp başına geçti.

Gertrude Bell, bizzat kurduğu Irak'a sanki áşık düşmüştü ve Bağdat'ta yapmak istediği her işi tamamladıktan sonra bile vatanı olan İngiltere'ye dönmedi ve orada kaldı. Son derece maceralı bir hayat geçirmişti ama yapayalnızdı ve bunalıma girmişti. 1926'nın 12 Haziran'ında uyuyabilmek için fazla miktarda sakinleştirici alıp yatağına yattı ve bir daha kalkamadı.

Mirasını Irak'ta 'İngiliz Arkeoloji Enstitüsü' kurulması için bir vakfa bırakmış, seneler boyu çektiği fotoğraflardan ve binlerce belgeden meydana gelen arşivini de İngiltere'deki Newcastle Üniversitesi'ne bağışlamıştı. Vasiyetinin tamamı, hemen yerine getirildi. İstediği enstitü kuruldu, hatıraları hemen yayınlandı, İngiltere'deki arşivi herkesin kullanımına açıldı.

Yakında çıkması beklenen savaşın Irak'ın sınırlarını değiştireceği ve Ortadoğu'nun haritasının yeniden çizileceği söyleniyor ama ben sınırlarda pek bir değişme olacağını tahmin etmiyorum. Sebebi ise, 'Çölün kızı'nın bu işi dünyanın hákimi olan güçlerin isteği doğrultusunda ve düzgün, yani Türkiye'nin en fazla kaybedeceği şekilde ama çok uzun zaman devam edebilecek biçimde yapmış olması.


Tarihin birçok yanlışı bu kitapla düzeliyor


DR. Erhan Afyoncu, ismini bugüne kadar yanlış bilinen birçok tarihi konunun doğrusunu ortaya çıkartmasıyla duyurmuş genç nesil tarihçilerdendir. Ses getiren son araştırması da Danışma Kurulu üyesi olduğu 'Hürriyet Tarih'te bundan birkaç hafta önce yayınladığı ve Ulubatlı Hasan isminde bir yeniçerinin hiçbir zaman varolmadığını ortaya çıkartan incelemesidir.

İlk cildi geçen sene çıkan 'Sorularla Osmanlı İmparatorluğu' isimli kitabının ikinci cildini de bu hafta yayınlanan Dr. Ayfoncu, bize yine bir çok yeni bilgiyi ulaştırıyor. Meselá Yıldırım Bayezid'in Timur karşısında perişan olduğu ve 600. yıldönümü geçen yıla tesadüf eden Ankara Savaşı'nı unuttuğumuzu yazıyor ve 'Sırplar bile, bize mağlup düştükleri Birinci Kosova Savaşı'nın 600. yıldönümü olan 1989'da, büyük etkinlikler yaptılar. Biz ise zaferlerimizi abartıyor ama mağlubiyetlerimizi ders çıkarmak için bile olsa görmezlikten geliyoruz' diyor.

Dr. Afyoncu, eserinde Timur'un kurduğu Türk İmparatorluğu'nu da anlatıyor. Timur'un soyunun bilime ve güzel sanatlara olan düşkünlüğüne örnek olarak bu devletin aynı zamanda büyük bir astronomi bilgini kabul edilen hükümdarı Uluğ Bey'i gösteriyor ve ayda bir kratere Uluğ Bey'in isminin verildiğini hatırlatıyor.

Kitapta daha bir çok enteresan bilgiye rastlayacaksınız. Osmanlılar'ın sanıldığı gibi cephede kazanıp masada kaybetmediklerini, Karlofça ve Küçük Kaynarca Andlaşmaları'nın büyük mağlubiyetler sonunda imzalanmış olmalarına rağmen diplomatik açıdan başarı sayılması gerektiğini, Dördüncü Murad'ın kahve ve meyhanelerin kapatmasının asıl sebebin içkiyi, kahveyi ve tütünü yasaklamak değil buralarda güçlenen muhalefeti susturmak olduğunu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun 'varlık sebebi' olan Rumeli'nin Balkan Harbi sonunda elden çıkması üzerine devletin de son bulduğunu belgeleriyle okuyacaksınız.

Tarihi eğlenerek öğrenmek istiyorsanız, bu kitabı mutlaka okuyun.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır’ı General Franks’tan önce Kanuni Süleyman üs yapmıştı

29 Aralık 2002
Amerika'nın Irak'a girecek olan 80 bin askerine harekát merkezi yapmak istediği Diyarbakır, geçmişte Irak taraflarında yaşanan bütün savaşların kumanda merkeziydi ve Kanuni Süleyman'dan Dördüncü Murad'a kadar birçok hükümdarın ve kumandanın karargáhı olmuştu. Biz, Bağdat taraflarına sadece karadan değil, küçük tekneler kullanarak Dicle üzerinden de giderdik ve yeniçeriler, bu seferler sırasında Bağdat için besteledikleri şarkıları terennüm ederlerdi.

SAVAŞIN çıkmasına ramak kaldı. Görünen o ki, sınırlarımızın az ötesinde ortalık çok yakında birbirine girecek ve bu toz-dumanın içerisinde biz de rol alacağız.

Senelerdir devam eden huzursuzlukların sebebi olan Bağdat, şimdilerde Amerika için nasıl hiç bitmeyen bir baş ağrısıysa, bir zamanlar bizim için de aynı şekilde bir dert ve sıkıntı kaynağıydı. Amerika'nın Irak'a girecek olan 80 bin askerine harekát merkezi yapmak için Ankara'dan talepte bulunduğu Diyarbakır ise, geçmişte Irak taraflarında yaşanan bütün savaşların kumanda merkezi...

Ben, Amerikalılar'ın Türkiye'den Diyarbakır'a asker gönderme izni istediğini okuyunca, savaş teknolojisi ne kadar ilerlerse ilerlesin, temel strateji anlayışında değişen hiçbirşeyin olmadığını yeniden farkettim. Bundan beş asır önceki askerî stratejiler ne ise, bugün de aynıydı ve değişmemişti.

Bizim Irak'a hákim olduğumuz zamanlardaki savaşların ve çatışmaların sebebi, o devirlerde bölgenin bir başka gücü olan İran'ın ikide bir Bağdat'a saldırmasıydı. Petrolün bilinmediği günlerde, Bağdat'ı alan hemen aşağısındaki Basra'ya da hákim olacak demekti; bu, Hind Okyanusu'na açılan kapının anahtarını elde tutmak mánásına gelirdi. Bağdat, İran ile Türkiye arasında işte bu yüzden sık sık el değiştirir, İstanbul'a ikide bir ‘‘Acem Şahı Bağdat'a girip halkı kesmiş’’ diye haberler gelir, hemen arkasından seferler düzenlenir, sefere bazen bizzat zamanın padişahı kumanda eder ve o zamanki adı ‘‘Amid’’ olan Diyarbakır, koskoca bir garnizona dönerdi.

Geçmişi bu yüzden askerî bir eyaleti andıran Diyarbakır, Irak taraflarında bir mesele olmadığı zamanlarda, İran'la bitmez tükenmez savaşlara giren Osmanlı ordusunun kışlağı idi. Kışın yaklaşmasına doğru Tebriz'den aşağıya inen birlikler ilkbahara kadar Diyarbakır'da kalırlar, havalar ısınınca çarpışmalar da kaldığı yerden devam ederdi.

Diyarbakır, tarihindeki en büyük askerî yığınağı, Kanuni Süleyman'ın 1535'te ve 1554'te, Dördüncü Murad'ın da 1638'de çıktığı Irak seferleri sırasında gördü. Her iki hükümdar da şehri üs olarak kullandılar, hatta Dördüncü Murad, İran seferi sonrasında ayaklarının ağrısından yürüyemez hále gelince uzun müddet burada dinlendi.

Çoğumuza belki garip gelebilir ama biz eskiden Irak'a sefer yaptığımızda sadece kara ordusunu değil, donanmayı da kullanırdık. Bugün Şanlıurfa'ya bağlı olan Birecik'te kurulan tersanede Dicle'de çalışabilecek nehir gemileri inşa edilir, ordu Bağdat üzerine karadan yürürken, bazı birlikler de güneye bu gemilerle iner ve şehrin surlarını nehirden zorlarlardı.

Bağdat, yeniçeriler için hasreti çekilen şehirlerden biriydi. Oraya hákim olan bütün bölgeyi elde etmiş demekti, üstelik birçok din büyüğünün türbesi oradaydı ve şehrin ortasından geçen Dicle, şiirlere ve şarkılara da konu oluyordu.

İşte, eski devirlerdeki Irak seferlerini anlatan Bağdat şarkılarından bazıları bugün notalarıyla beraber elimizde bulunuyor. Hemen hepsi kitaplıklardaki tozlu elyazmalarının sayfaları arasında kalan ama asırlardan beri hiçbir yerde çalınmamış ve terennüm edilmemiş olan şarkılar barut imali formülleriyle, bit ilácı reçeteleriyle yahut hasret çekilen sevgiliye kavuşmayı sağlayacak olan muska örnekleriyle yanyanalar.

Yandaki kutuda, 16. asırdan kalma bu savaş şarkılarından dördünün sözlerini veriyorum. Şarkıların dili gerçi bugün konuştuğumuz Türkçe'ye oldukça yakındı ama teláffuz farklılıkları vardı ve artık anlaşılamayacak bazı teknik ifadeler yeralıyordu. Güfteleri bu yüzden vezinlerine dokunmadan bugünün Türkçesi'ne naklettim.

Diyarbakır'dan Irak üzerine yürüyen Türk ordusundaki saz şairleri, Bağdat ve ‘‘Hünkár’’ diye bahsetikleri Dördüncü Murad hakkında bakın neler hissediyor ve nasıl çalıp söylüyorlar?.


Yeniçeriler Bağdat’a yürürken bu şarkılarI söylerlerdi


YENİÇERİ ALİ OĞLU'NUN ŞARKISI: ‘‘Askerin üstünde bir seyir gördüm / İnşaallah gaziler Bağdat alınır / İmam Azam türbesinin üstünde / Ezanlar okunur namaz kılınır

Gaziler doğuya, cenge giderler / İmam Azam gayretini çekerler / Düşmanların ciğerini sökerler / Mel'un Şah'a pek tokatlar atılır

Kahraman beyleri askeri toplar / Kimi şehid olur murada erer / Osmanlı şahindir üstüne konar / Şahin pençesine giren yolunur

Ali Oğlu dua et Sultan Murad'a / Günü bin eylesin ömrü ziyade / Şáh, ne kuvvet ile geldin Bağdat'a? / Eksiklik kimdedir şimdi bilinir’’

YENİÇERİ KÁTİB'İN ŞARKISI: ‘‘İslam askeriyiz gazá kasdına / Peygamber sancağı çekip gideriz / Her birimiz kılıç alıp eline / Düşmanın hátırın yıkıp gideriz

Atımız küheylan, asildir huyu / Dicle ve Fırat'tan içeriz suyu / Kimse doğru yoldan şaşmasın deyu / Alámet taşını dikip gideriz

Gaziler var ok ve yayı elinde / Yayları sağında kılıç solunda / Başı vermek için İslam yolunda / Günahlarımızı silkip gideriz

Bir gazi hünkárın peşine düşüp / Konup göçüp nice vadiler aşıp / Taşkın sular gibi kaynayıp coşup / Acem iklimine akıp gideriz

Kátib de bu yolun geçti üstünden / Arifler kámili seçer sözünden / Mániler söyleyip bátıl yüzünden / Sır ile göklere çıkıp gideriz’’

YENİÇERİ ALİ'NİN ŞARKISI:
‘‘Gazi padişaha eyledi nazar / Yerleri gökleri yaratan şimdi / Şah Sáfi áh edip ağlayıp gezer / Yüreğinde kalan yaradan şimdi

Bedenden su gibi görünür çöller / Baş kesen gaziler takındı süsler / Şakıdı bülbüller açıldı güller / Şükür yanaşırız karadan şimdi

Padişahun kılıcıdır, Arab atıdır / Şah'ın kaçması da satranç matıdır / Bağdat'ın, Revan'ın hararetidir / Tacını başında dar iden şimdi

Hünkár kılıcıyla yazar yazıyı / Bildirmiştir Acem Şah'a haddini / Dağıtırdı İskender'in seddini / Bozuldu Bağdat'ı zor iden şimdi

Ali der ki: Çöllerimiz oldu kan / Hánlar esir düştü, her yer Müslüman / Özbek'tir bir yanın bir yan Hindistan / Kaldırırlar seni aradan şimdi’’

YENİÇERİ MUSTAFA'NIN ŞARKISI: ‘‘Padişahı görmeyenler / Heybet alsın otağından / O'dur yeryüzünün nuru / Işık al aydınlığından

Düşündü háli her yandan / Tahtı böyle som altından / Yeller eser kanadından / Duyan ürker yasağından

Kahramandan nedir farkı? / On siperi aştı oku / Geçemez hiç düşmanları / Yüz bin türlü tuzağından

Mustafa der: küçük erler / Göğsü kösler gibi gürler / Ayak altında kelleler / Kalkdı arslan yatağından’’


‘Nerede o eskiler’ dedirtmeyen bir CD


MUSİKİ bilgini Hüseyin Sadettin Arel, 1940'lı senelerde, o zamanlarda yeni yeni bozulmaya başlamış olan Türk Müziği için en iyi ilácın ‘‘nağmeleri ağlayıp inlemekten kurtaracak bir reçete bulmak’’ olduğunu yazıyor, ‘‘Ben bu müziğin şimdiki değil, gelecekteki haline meftunum’’ diyordu.

Bu sözler edildiği sırada, Türk Müziği aslında en parlak dönemini yaşamadaydı. Müziğe gerçi piyasa kaygıları hákim olmaya başlamıştı ama başta Kapdanizade Ali Rıza ve Muhlis Sabahaddin Beyler olmak üzere geleceğin musikisini yapmaya çalışan üstadlar hálá eser veriyor, bunları çaldırıyor ve rağbet görüyorlardı.

İleriki senelerde bunun tam tersi yaşandı ve geleneksel musikimiz ifláh olmaz bir hal aldı. Özellikle 12 Eylül sonrasında kalite düştükçe düştü, müziğin yerini seviyesiz bir şov merakı aldı, ‘‘klasik koro’’ adını taşıyan gruplar ise müzik yapmak yerine soğuk bir görüntü veren ciddiyet oyununa dönüştüler ve rollerine bugün de devam ediyorlar.

Sözün kısası, Türk Müziği'ne artık ‘‘Kötü para iyi parayı kovar’’ diyen İngiliz iktisatçı Gresham'ın kanunu her yönüyle hákim olmuş bulunuyor.

Müzik konusundaki bu karamsarlığımdan, bu hafta dinlediğim bir CD'yi dinleyince büyük ölçüde sıyrıldım: ‘‘İncesaz’’ grubunun yaptığı ‘‘Eylül Şarkıları’’nı...

Albümde Cengiz Onural'ın şarkılarıyla Murat Aydemir'in enstrümantal parçaları vardı ve şarkıları Melihat Gülses okumuştu. Bu CD'nin en önemli tarafı, bestelerin alışılmış basmakalıp nağmelerin dışında, bundan çok önceleri denenmesi gereken zarif bir üslupta olması ve İncesaz Grubu'nun icrada yakaladığı tınıydı. Klasik sazlar teknolojiyle birleşince ortaya geleceğin müziğinin öncüsü olmaya láyık bir icra çıkmıştı.

Anlayış ve üstün bir zevk beraberliğinin eseri olan ‘‘Eylül Şarkıları’’nı mutlaka dinleyin. Melihat Gülses'in sesinde geçmişin değil geleceğin hasretini ve hüznünü hissedince, CD'deki eserlerin bugün ‘‘müzik’’ diye yutturulmaya çalışılan tatsız ve zevksiz gürültülerle mukayesesini yapacağınıza eminim.
Yazının Devamını Oku

Enver Paşa veto işini revolverle çözmüştü

22 Aralık 2002
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Tayyip Erdoğan'a başbakanlık yolunu açan anayasa değişikliğini veto etti ve bir referandum tartışması başladı. Bir zamanlar böyle tartışmalara hiç girmez, veto yahut kararnameyi imzalamama gibisinden işler olunca devrin başbakanlık binasını ve bazen de sarayı basar, işi siláhla halleder, hatta hükümdarın kafasına bir revolver dayamakta bile tereddüd etmezdik. Enver Paşa'nın Babıáli'yi basıp Sultan Reşad'a yaptığı kendi başbakan adayının atama belgesini imzalatması gibi...

CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer 'anayasanın kişiye özel değiştirilemeyeceği' gerekçesiyle Tayyip Erdoğan'a başbakanlık yolunu açan anayasa değişikliğini veto etti. Vetoya AKP'lilerin yanısıra CHP lideri Deniz Baykal da tepki gösterdi ve Türkiye'nin gündemi bir veto ve referandum tartışmasına kilitlendi.

Ankara'daki tartışmaları görünce, eski ádetlerimizden çok şeyleri kaybetmiş olduğumuzu farkettim. Bir zamanlar böyle tartışmalara hiç girmez, veto yahut kararnameleri imzalamama gibisinden bir hadise olunca devrin başbakanlık binasını ve hatta sarayı basar, işi siláhla halleder, gerekirse hükümdarın kafasına bir revolver dayamakta tereddüd bile etmezdik. Zira memleketi kimin idare edeceğine devletin en tepesindeki kişi değil, gerçek gücü elinde tutanlar karar verir ve başbakanı da onlar tayin ederler, üstelik bütün bunlar birkaç dakikada olup biterdi...

Bunun en unutulmaz örneklerinden biri, 1913'ün 23 Ocak'ındaki 'Babıáli baskını' idi ve zamanın hükümetini siláh zoruyla istifa ettiren Enver Paşa baskından sonra Dolmabahçe Sarayı'na gidip kendi başbakan adayının atama belgesini imzalaması için zamanın hükümdarı Sultan Reşad'ı sadece birkaç dakikada ikna edivermişti.

İşte, bu şekildeki bazı ikna hadiselerinin kısa öyküsü:

Türkiye 1909'da 31 Mart ayaklanmasını yaşamış, ayaklanma İkinci Abdülhamid'i tahtından etmiş, yerini Sultan Reşad almış, iktidara birbirinden güçsüz kabineler gelmiş ama asıl güç İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin eline geçmişti.

Memleketin vaziyeti ise berbattı. İtalyanlar Libya'yı işgal etmişler, Balkan Savaşı Rumeli'nin tamamını götürmüş, hatta Edirne bile Bulgarlar'ın eline geçmiş ve ekonomi içinden çıkılmaz bir hal almış, hayat pahalılığı herkesi canından bezdirmişti.

TOPLANTIYI SİLAHLA BASTILAR

Başbakanlık koltuğunda yaşlı bir sadrazam, Kámil Paşa vardı ve imparatorluk başkentindeki bu tablo, 1913'ün 23 Ocak günü tarihlere 'Babıáli baskını' diye geçecek olan bir olayla baştanbaşa değişti. Uzun zamandan beri memleketin en güçlü siyasi grubu olan İttihad ve Terakki saray çevresinin ve kuvvetinden artık çok şeyler kaybetmiş olan o zamanın derin devletinin engellemeleri yüzünden iktidarı bir türlü elde edememişti ve İttihadçılar'ın liderleri, iktidara kuvvet kullanarak gelmeye karar verdiler. Başbakanlığa Mahmud Şevket Paşa getirilecekti.

Kámil Paşa hükümeti, 23 Ocak günü Babıáli'de toplantı halindeydi ve nazır paşalar, Bulgarlar'a terkedilmiş olan Edirne'ye ağıt yakmakla meşguldüler. O sırada beyaz ata binmiş genç bir subay, sonraları 'Enver Paşa' diye bilinen Enver Bey, arkasında takriben 200 kişilik bir kalabalıkla hükümet binası olan Babıáli'ye doğru ilerledi. Muhafız birliği zaten önceden elde edilmiş ve binadan uzaklaştırılmıştı.

Bir anda 'Yaşasın millet! Yaşasın Enver' haykırışları duyuldu. Enver Bey'le arkadaşları Babıáli'nin merdivenlerinden çıktılar. Bazı yaverlerle birkaç subay içeriye girmelerine mani olmaya çalıştı ama gelenlerin açtıkları ateşle hepsi yere serildi. Bir anda on kişi canından olmuştu.

Siláh seslerini duyan zamanın Harbiye Nazırı yani Savunma Bakanı olan Nazım Paşa hükümetin toplantı halinde olduğu salondan dışarıya çıktı, Enver Bey ile arkadaşlarını görünce üzerlerine yürüyüp kadın satıcıları hakkında kullanılan ve 'P' harfi ile başlayan bir söz etti ama o da üç kurşun yiyip yere yıkıldı.

Enver Bey ile yine sonraların meşhur 'Talát Paşa' diye anılacak olan Talát Bey, Sadrazam Kámil Paşa'nın odasına girip hemen istifa etmesini istediler. 84 yaşındaki sadrazam vaziyetin ne kadar vahim olduğunu anlatmaya çalıştı, Balkanlar'da savaşın henüz bitmediğini ve memleketin hükümetsiz kalamayacağını söyledi ama Enver Bey'in tabancasının namlusunu alnında hissedince tavrı hemen değişti. 'Madem ki öyle istiyorsunuz, istifa edeyim evládım' dedi ve yazı masasının çekmecesinden bir káğıt çekti ve istifanamesini alelácele karaladı.

ŞEVKET PAŞA’YI GETİRDİLER

Sırada, kim olduğu çoktan kararlaştırılmış olan yeni başbakanı zamanın hükümdarına tasdik ettirmek vardı. Enver Bey bir otomobille hemen Dolmabahçe Sarayı'na gitti, istifayı Sultan Reşad'a verdi ve sadrazamlığa Mahmud Şevket Paşa'nın gelmesini uygun gördüklerini söyledi. Yaşlı padişah Babıáli'de olup bitenlerden haberdardı, sadece 'Hayırlı olsun' demekle yetindi ve Mahmud Şevket Paşa'nın sadarete, yani başbakanlığa tayin fermanını hemen yazdırdı. Kámil Paşa'nın istifasını sarayda bırakan Enver Bey elinde yeni sadrazamın tayin fermanıyla Babıáli'ye döndüğü sırada hükümet binasının önünde kıyametler kopuyor, kalabalıktan bazıları tekbir getirirken bazı İttihadçılar da Babıáli'yi terkeden eski bakanlara 'Ulan tuuu! Daha ne duruyorsunuz? Vatan gidiyor, din gidiyor alçaklar' diye haykırıyordu.

İttihad ve Terakki'nin artık senelerce sürecek ve imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra çökmüş bir hale gelmesiyle neticelenecek olan iktidarı, işte böyle başladı.

Ama başbakanlığa kanlı bir şekilde gelmiş olan Mahmud Şevket Paşa'nın gidişi de kanlı oldu. İktidarda sadece dört buçuk ay kalabildi, 1913'ün 11 Haziran'ında Divanyolu'nda uğradığı bir suikastte can verdi. Suikastten sonra devletin tepesi ile iktidarın gerçek sahipleri arasında bir başka tartışma yaşanacak ve bu mesele de siláhla çözülecekti.

Mahmud Şevket Paşa'yı öldürtmekle suçlananlar arasında saraya damad olan bir isim de vardı: İttihad ve Terakki'nin muhalifi Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin liderlerinden Salih Paşa... Eski sadrazamlardan Tunuslu Hayreddin Paşa'nın oğluydu, Sultan Reşad'ın o sırada hayatta olmayan kardeşlerinden birinin, Ahmed Kemaleddin Efendi'nin kızı Münire Sultan'la evliydi ve askeri mahkemede idama mahkûm edilmişti.

SALİH PAŞA’YI ASTILAR

Kriz, idam kararının tasdik edilmesi için saraya yollanmasıyla başladı.

Sultan Reşad kararı bir türlü imzalayamadı, zira imzası yeğeninin kocasını canından edecekti. Yakın çevresindekilere 'Şimdi ne yapacağız?' diye sordu, hiç kimse ne yapması gerektiğini söyleyemeyince de kararı sümenaltı etti.

Yaşlı padişah işi sürüncemede bırakmakla meseleyi hallettiğini zannediyordu ama kapısını aşındıranların sayısı arttıkça arttı. Bir yanda af için gelenler vardı, diğer yanda ise 'Karar daha tasdik edilmedi mi?' diye soran İttihadçılar.

İttihadçıların bir başka güçlü ismi, sonraların 'Cemal Paşa'sı olan İstanbul Muhafızı Cemal Bey, krizi daha da tırmandırdı. Saraya 'Söyleyin padişaha, ben Salih Paşa'yı hüküm tasdik edilmese bile asarım. Sonra da cinayet işledim diye siz beni asarsınız ama bu herif de ortadan kalkmış olur' diye haber yollayınca Sultan Reşad'ın gözüne artık uyku girmez oldu. O zamana kadar 'Allah bana tahttan indirilmeyi göstermesin. Beni tahtımdan edeceğine canımı alsın, daha iyi' diye dualar eden yaşlı hükümdar 'Herkes benim hiçbir işe karışmadığımdan, hatta Anayasa'nın verdiği hakları bile kullanmadığımdan şikáyetçi. Böyle hareket etmesem bu herifler beni Konya'ya gönderip Cumhuriyet ilán ederler' demeye başladı.

Krizi çözmek tekrar Enver Bey'e düştü. Yine mahmuzlarını şakırdata şakırdata Dolmabahçe Sarayı'na gitti ve Sultan Reşad'ın huzurunda sadece birkaç dakika kaldı. Saraydan ayrıldığında, elinde padişahın imzaladığı ve mürekkebi henüz kurumamış olan idam kararı vardı.

Damad Salih Paşa'yı Bayezid Meydanı'nda hemen o gece, 11 kişiyle beraber astılar. Paşa, son arzusu sorulduğunda celládına dönüp 'Rica ederim şu paçamı düzeltiveriniz, çarpık duruyor' diyecekti.

Babıáli'de ve saray çevresinde sonraki günlerde çok daha trajik hadiseler yaşandı. Salih Paşa'nın karısı Münire Sultan, amcası Sultan Reşad'a beddualar edeken Sultan'ın annesi Sezaıdil Hanım saraya gidip hükümdara 'O beyaz sakalın kanlara boyanır inşaallah!' diye haykırdı. Yaşlı padişah ise kendisini 'Ne yapabilirdim ki? Enver tabancasını başıma dayadı, imzaladım' diye savundu, idam kararını gözyaşları içerisinde tasdik ettiğini söyledi ve ruhunu sakinleştirmek için, kararı imzaladığı kalemi hemen o anda kırdığını anlatmayı de ihmal etmedi.

Biz, vakti zamanında önemli kararların devletin tepesinde bir engellemeye uğraması halinde, işi işte böyle kolayca hallederdik.


Tatsız yıldönümüne tatlı bir sergi


KUDÜS, bundan 85 yıl önce, bu ay elimizden çıkmıştı. Üç dinin bu kutsal şehri 1517'de idaremiz altına girmiş ve tam tam dört asır boyunca, İstanbul'dan gönderilen memurlar tarafından idare edilmişti.

Şehri 1917 Aralık'ında, General Allenby'nin kumandasındaki İngiliz birliklerine teslim etmek zorunda kaldık. Allenby, 9 Aralık günü Kudüs'e bir kahraman edasıyla girdi ve o zamana kadar tam dört asır barış içinde yaşayan kutsal kent, İngiliz generalin zafer yürüyüşünden sonra bir daha ifláh olmadı.

Bu tatsız yıldönümünü maalesef Hürriyet Tarih dergisi ile Kudüs Başkonsolosumuz Hüseyin Avni Bıçaklı'dan başka hatırlayan çıkmadı. Biz Hürriyet Tarih'in kapak konusunu Kudüs'e ayırdık, Bıçaklı da Beytülláhim şehrinde Osmanlı yönetimi altındaki Filistin'i gösteren bir fotoğraf sergisi açtı. En eskisi 1846 tarihini taşıyan ve çeşitli kolleksiyonlardan toplanan fotoğraflar Filistin'deki Türk askeri varlığını, günlük hayatı ve kısacası oralarda barış içerisinde geçen günleri yansıtıyor. 31 Aralık'a kadar Beytülláhim'de kalacak olan sergi daha sonra Kudüs, Eriha ve Gazze'ye götürülecek.

En başta üniversitelerimiz olmak üzere kimselerin hatırlamadığı bu tatsız ve uğursuz yıldönümünü bir sergiyle gündeme getiren genç diplomat Hüseyin Avni Bıçaklı'yı böyle bir faaliyette bulunduğu için kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Bunlar Kopenhag değil 1839 kriterleri

15 Aralık 2002
Daha önce defalarca ‘‘Avrupa Birliği bizi almaz, bu iş gene ertelenecek, fazla hayale kapılmayalım’’ diye yazdım ve maalesef haklı çıktım. Avrupalılar, Kopenhag'da işi 2004'e bıraktılar ve ‘‘Reformlara enerjik bir şekilde devam edin’’ deyip Kopenhag kriterlerini yeniden önümüze sürdüler. Bu kriterler bizim için aslında ‘‘1839 İstanbul Kriterleri’’ idi. Yani, Tanzimat Fermanı'nı ilán etmemizden beri bizden istenen, tam 163 seneden beri önümüze sürülen, her nedense bir türlü yapamadığımız, yapmaya çalışsak bile bir bahaneyle ‘‘Olmadıııı!’’ cevabını aldığımız kriterler...

MAALESEF haklı çıktım. Daha önce defalarca ‘‘Avrupa Birliği bizi almaz, kesin bir tarih vermez, bu iş gene ertelenecek, fazla hayale kapılmayalım’’ diye yazdım ve yazdıklarımın maalesef doğru çıkması yüzünden de üzüntüdeyim.

Aylardır binbir ümidle beklediğimiz Kopenhag Zirvesi yapıldı ve bitti. Avrupalılar ‘‘Reformlara enerjik bir şekilde devam edin. Siyasi kriterleri karşıladığınıza karar verirsek üyelik müzakerelerini geciktirmeden başlatacağız’’ dediler ve 2004 Aralık'ında, Dublin'de yapılacak zirveyi beklememizi söylediler. Bu kararı şimdi kimimiz zafer, kimimiz de hezimet diye gösteriyoruz ve anlaşılan, önümüzdeki iki sene gene hayal, heves ve tartışma ile geçecek.

‘‘Kopenhag kriterleri’’ denilen kavramlar, yani Avrupa'nın Avrupalı olabilmemiz için bizden uymamızı şart koştuğu kurallar dört temele dayanıyor: Devlet kurumlarının demokrasiyi garanti edecek şekilde istikrarlı bir hale getirilmesi, hukukun üstünlüğünün sadece káğıt üzerinde değil uygulamada da sağlanması, insan haklarına gereken önemin verilmesi ve azınlıkların korunması.

2004'e kadar gündemimizi yine devamlı şekilde meşgul edecek olan ‘‘Kopenhag Kriterleri’’ çerçevesinde yapmamız istenen işler, hiç de yabancımız değildir. Bu temel şartlar bizim için aslında ‘‘1839 İstanbul Kriterleri’’dir. Yani, Tanzimat Fermanı'nı ilán etmemizden beri bizden istenen, tam 163 seneden beri önümüze sürülen, her nedense bir türlü yapamadığımız, yapmaya çalışsak bile bir bahaneyle ‘‘Olmadıııı!’’ cevabını aldığımız kriterler...

İşte, 1839 kriterlerinden bugüne yaşadığımız bu kriter maceramızın önemli dönüm noktalarından bazıları:

Avrupa'ya benzemeyi bundan 250 küsur sene önce, Üçüncü Ahmed'in iktidar yıllarında ‘‘Lále Devri’’ni yaşadığımız sırada hayal etmeye başladık. İlk ciddi denemeler 1700'lerin sonunda yapıldı, reformların öncüsü Üçüncü Selim bu yolda canından oldu, onun yarım bıraktıklarını İkinci Mahmud devam ettirdi.

Resmi adımı, 1839'un 3 Kasım günü ilán ettiğimiz Tanzimat Fermanı ile attık. Avrupa'nın ortaya koyduğu kriterleri káğıt üzerinde hayata geçirdik ama aldığımız karşılık sadece ‘‘Hasta adam’’ benzetmesi ve ‘‘Eksiklerinizi tamamlayın, düşünürüz’’ tavsiyesi oldu.

Derken Kırım Savaşı çıktı. Avrupa ile müttefik olup Rusya'ya karşı savaşa girdik ve kazandık. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik. Barış konferansı 1856 Şubat'ında Paris'te toplandı ama Avrupalılardan ‘‘Sizi de aramıza aldık’’ sözünü beklerken büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. ‘‘Yepyeni bir Avrupa kuracağız. Siz de bu düzende yer edinmek istiyorsanız reformlara başlayın; meselá işkenceyi yasaklayın, azınlıklara haklarını verin, tam bir din hürriyeti sağlayın, ekonominizi düzeltin, bütün bunları yapın, sonra gelin konuşalım’’ dediler.

Avrupa'nın dikte ettirdiği şartları 1856'nın 18 Şubat'ındaki Islahat Fermanı ile yerine getirip adına ‘‘İkinci Tanzimat’’ dedik. Ferman sadece birkaç aylığına işe yaradı ve 25 Şubat'ta başlayıp 30 Mart'taki imza merasimiyle sona eren Paris Konferansı'nda Türkiye'nin ‘‘Avrupalı’’ olduğu ilán edildi. O devrin AB'si sayılan ‘‘Avrupa Devletleri Konseyi’’ne de alındık ve resmen ‘‘Avrupalı’’ olduk ama sonra Avrupalılarla ardarda savaşlara girdik ve hem Avrupalı kimliğimiz, hem de topraklarımız elimizden çıktı.

Bir başka ‘‘Avrupalı olma’’ heyecanını, 1876'nın 23 Aralık'ında yaşadık.

Rusya ile savaş halindeydik. Ruslar'ın güçlenmesinden çekinen Avrupalılar İstanbul'da bir barış konferansı toplanmasına karar verdiler ve temsilcilerini gönderdiler. Toplantı 23 Aralık günü Haliç Tersanesi'ndeki ‘‘Bahriye’’, yani Denizcilik Bakanlığı binasında yapıldı ve bu yüzden tarihlere ‘‘Tersane Konferansı’’ diye geçti. Resmi gündem İstanbul'a destek ve Rusya'ya gözdağı vermekti ama görünmeyen talepler çok daha başkaydı: Avrupa Türkiye'den birşeyler kopartabilmenin, Babıáli yani o zamanın Türkiyesi'nin hükümet merkezi ise Avrupalı olabilmenin peşindeydi.

Türkiye, Tersane Konferansı'nın öncesinde, Avrupalı olabilmeyi bu defa başarabilmenin hazırlıklarıyla meşguldü. O zamana kadar hep ‘‘Köklü reformlar yapın, ondan sonra görüşelim’’ cevabını almış ve kapıları bir türlü açtıramamıştık. Alelácele ilán edilmiş bir anayasa ile işi bağlayabileceğimize inanıyorduk.

Bu ilk anayasamız, 23 Aralık sabahı, Tersane Konferansı'nın başladığı saatlerde top atışlarıyla ilán edildi. Avrupalılar'a ‘‘Biz de artık sizler gibi olduk’’ deyip göğsünü gere gere ‘‘Bizi aranıza almanızın önünde bir engel kalmadı’’ dedik ama işler pek öyle gitmedi. Avrupalı delegeler, burnumuza aynı talep listesini dayadılar. ‘‘Dinlere özgürlük, işkenceye son, vergi sisteminin düzelmesi ve ekonomik reform’’ diyorlardı ve neticede aralarına giremedik.

Ama bütün bu Avrupalı olma heveslerimizin neticesi hep aynı oldu: Toprak kaybetmek...

Açıkça söyleyeyim: Ben, Avrupa Birliği'ne gireceğimize, yani resmen ‘‘Avrupalı’’ olacağımıza hiçbir zaman inanmadım. Çok değil, sadece son iki asırlık tarihimiz hakkında yüzeysel de olsa bir bilgiye sahip bulunan hemen herkes, bunun niçin olmayacağını ve geçmişteki çabalarımızın neden hep hüsranla neticelendiğini mutlaka görürdü.

Ama bu uğurda iki asırdan beri her türlü tavizi verdik, geçmişi unuttuğumuzdan, daha doğrusu artık bilmediğimizden dolayı hakaretle karışık tesellilerle avutulduk, bütün bunları sineye çekip kendi kendimize gelin-güvey olduk ve olmaya da devam ediyoruz.

Kopenhag zirvesi öncesinde yazdığım son yazıyı ‘‘Zirveden iki gün sonra, 15 Aralık Pazar günü yazacağım yazıya büyük bir ihtimalle ‘Ben dememiş mi idim?' diye başlık atacağım’’ şeklinde biraz kehanete kaçan bir cümleyle bitirmiştim.

Maalesef haklı çıktım. Şimdi o yazımda söylediğimi yapıyor, yani ‘‘Ben dememiş mi idim?’’ diye soruyor ve iláve ediyorum:

2004’te alacağımız cevap da aynı olacak!


Avrupa 1839’da da bunları istemişti


İşkence, fiziksel ceza, eziyet ve bunlara benzer bütün uygulamalar yasaktır. Buna rağmen işkence yapanlar veya yaptıranlar ceza kanununa konacak yeni maddelere göre şiddetle cezalandırılacaklardır.

Cezaevlerinde insanlıkla ve adaletle uyum sağlayacak şekilde ıslahata gidilecektir.

Cezalar, şahsidir. Suçlular çıkartılacak kanunlara göre yargılanacak, hiçbir şekilde işkenceye uğramayacak, suçlarından dolayı várisleri yahut yakınları herhangi bir ceza görmeyecek, malları müsadere edilmeyecektir.

Müslümanlarla diğer dinlerden olanlar kanun karşısında eşit sayılacak, bunlara herhangi bir ayırım uygulanmayacaktır. Mezhepler arasında ‘‘küçük’’ ve ‘‘büyük’’ ayırımı yapılmayacak, din hürriyetinden bütün mezhepler istifade edeceklerdir.

Hiçkimse hakkında mahkemeye çıkartılmadan gizli veya açık bir şekilde idam cezası tatbik edilmeyecek, davalar herkese açık biçimde görülecek ve bunun için bir ceza kanunu çıkartılacaktır.

Can, ırz, namus ve mal konularında herkes tam bir emniyet içerisindedir. İster álimlerden, isterse de bakanlardan olsun, herhangi bir kişi kabahat yapıp suç işlediği takdirde rütbelerine, hatırlarına ve gönüllerine bakılmadan cezalandırılacaktır.

Ticaret ve ceza davalarını görecek olan karma mahkemelerle ilgili kanunlar bir an önce çıkartılacak ve İmparatorlukta konuşulan bütün dillere tercüme edilerek yayınlanacaktır.

Vergiler doğrudan doğruya devlet tarafından tahsil edilecek, ‘‘iltizam’’ denilen aracı sisteminden vazgeçilecek ve yıllık bütçe kanununa uyulmasına özen gösterilecektir.

Aylıklar düzenli olarak ödenecektir.

Yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalardan sonra ecnebilerin de Türkiye'de gayrımenkul edinmeleri sağlanacaktır.

Müslümanlarla Hristiyanlar ve diğer gayrımüslimler askerlik görevlerini fiilen veya diledikleri takdirde bedelli olarak yapabileceklerdir. Bedel ödeyenler askerliklerini yapmış sayılacaklardır.


En büyük sözlüğümüzü bir Avusturyalı yazdı


AVUSTURYALI álim Andreas Tietze, dünyanın en seçkin Türkologlarındandır. Şimdi 88 yaşında olan Tietze, neredeyse yarım asırdan beri üzerinde çalıştığı en önemli eserinin ilk cildini geçenlerde yayınladı: ‘‘Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı’’.

‘‘Kelimenin kökeni, geçmişi’’
demek olan ‘‘etimoloji’’, bir yerde kelimelerin tarihidir. Andreas Tietze, eserinin ilk cildinde A'dan E'ye kadar olan harflerle başlayan kelimelerin geçmişini yani etimolojisini veriyor. Meselá ‘‘anahtar’’ kelimesinin eskiden ‘‘anıhtar’’ diye teláffuz edildiğini, bunun eski Yunanca ‘‘anihtari’’den geldiğini, ‘‘deprem’’ sözünün aslının ‘‘tepre’’ olduğunu, ‘‘ana’’nın aynı zamanda ‘‘ağaç gövdesi’’, ‘‘baba’’nın da ‘‘hastalık’’ mánásına geldiğini görüyor ve böyle daha binlerce kelimenin tarihini öğreniyorsunuz.

Ama, işin garip bir tarafı var: Türkoloji çevrelerinde senelerden beri merakla beklenen bu eseri Türk Dil Kurumu gibi bu sahada görevli tek resmi müessesenin değil bir özel yayınevinin, Simurg Kitabevi'nin çıkartmış olması. Daha önce ‘‘Meninski Sözlüğü’’ gibi altı cildlik dev bir eseri de Türkiye'ye kazandırmış olan Simurg Kitabevi'nin sahibi İbrahim Yılmaz'ı yeniden kutluyor ve şimdi hayatının sonbaharını bile geride bırakmış olan Profesör Andreas Tietze'ye bu büyük eserini tamamlayabilmesi için çok daha uzun bir ömür temenni ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkler Avrupa’ya kadın için giriyorlar

8 Aralık 2002
Libya Lideri Muammer Kaddafi yepyeni inciler yumurtladı ve AB'yi Türkiye'nin üyelik talebi konusunda ciddi şekilde uyardı! Kendi adına açtığı internet sitesinde hemen her konuda yazmaya başlayan Kaddafi, bu defa AB ile ilişkilerimiz hakkında ahkám kesti, Avrupa'ya ‘‘Dikkat edin’’ dedi ve AB üyeliğine kabul edilmemiz halinde olacakları sıraladı: ‘‘Türkler'in asıl niyetleri, Avrupa'yı fethetmek. Hristiyan kadınları cariye yapacak, Avrupa'yı vergiye bağlayacak, idam ve kırbaç cezasını uygulayacak, üstelik Arnavutluk ile Bosna'da İslam devleti kuracaklar.’’

ERBAKAN’IN KOMUTANI FENA ZIRVALADI

Kaddafi’ye göre, AB’ye kabul edilince bunları yapacakmışız

  • Arnavutluk ile Bosna'da İslam devleti kurulacak

  • İdam, el kesme ve kırbaç cezaları uygulanacak

  • Hristiyan kadınlar cariyemiz olacak

  • Aile planlaması yasaklanacak

  • Avrupa vergiye bağlanacak

    TÜRKİYE'nin Avrupa Birliği'ne girmesi, bir insandan kan grubu farklı bir başka insana organ nakli yapılmasına benziyor. Böyle iki kişi arasında biyolojik bir bağ yoktur; aralarındaki tek ilişki, aynı cadde üzerine dikilmiş iki ayrı apartman arasındaki münasebetten ibarettir!

    Avrupa, Türkiye'nin Atatürk'ü kutsayan eski siyasetçileriyle hiçbir problem yaşamıyor. Asıl problem yeni nesil siyasetçilerle ve sonrası ile. Bu nesil, İslam dünyasının önde gelen liderlerinden ve Üsame bin Ladin'den internet vasıtasıyla ders alıyor.

    Bugün binlerce Türk, Bin Ladin ile grubunun yahut Molla Ömer'in eğitiminden geçseler ne olur biliyor musunuz? Kaldı ki, böyle bir durum şimdi zaten varolan birşey.

    Selçuklular ve onların arkasından gelen Türkler, fetihle várolmuş bir milletti. Anadolu'ya fetihle girdiler. İstanbul'u fethettiler ve yine fetihlerle Avusturya'ya kadar ulaştılar.

    İşte, yeni nesil Türk siyasetçileri, Avrupa'yı sadece ve sadece kılıçla fethedilmesi gereken bir ‘‘káfir diyarı’’ olarak görüyorlar. Genişlemek için ‘‘İslam dünyasının truva atı’’ rolünü oynayacaklar. Osmanlılar daha önce Viyana kapılarında durmuşlardı ama Türkler şimdi burada durmak istemiyor ve kendilerine Ukbe ibn Nafi'yi (Hazreti Muhammed'den sonra Kuzey Afrika'yı fetheden İslam komutanı) örnek alıyorlar.

    Ukbe, Atlas okyanusu kıyılarına dayandığı zaman okyanusa hitaben 'Eğer senin ötende birilerinin yaşadığını bilsem atımı derhal sürer, oraları da fetheder ve halkı İslam'ı kabule zorlardım!' demişti. Ukbe bin Nafi, o devirlerde okyanusun ötesinde 'Amerika' diye bir kıt'anın varolduğunu bilmiyordu ama Türkler, bugün, okyanus ötesini çok iyi biliyorlar.

    Üstelik Türkiye'nin bu yeni yöneticileri, idam cezasının kaldırılmasını da kabul etmiyorlar. Etmiyorlar, zira Allah Kur'an'da bunu emrediyor. Hatta bu kadarla da kalmıyor ve hırsızın elinin kesilmesini, zina edene de yüz kırbaç vurulması gerektiğine inanıyorlar.

    Türkiye'de şimdi iktidarı elllerinde tutan ve sokağa da hakim olan yeni radikal İslamcılar, anayasasında İslam şeriatını ve İslam ceza hukukunu kabullenmemiş olan bir Avrupa Birliği'ni asla kabullenmeyecekler. Avrupa Parlamentosu'nda çoğunluğu elde ettikleri takdirde, aile planlamasıyla ilgili her türlü yasayı iptal edecekler; zira, bu gibi yasalar onların inançlarıyla ters düşüyor. Üstelik çok eşli evliliklerle Avrupa'nın Hristiyan kadınlarını kendilerine cariye yapacaklar ve böylelikle Türkiye, nüfusu en kalabalık ülke olabilecek.

    İktidara gelen İslamcı Türkler'in Avrupa ile ilgili asıl planları, Arnavutluk'ta ve Bosna'da bir İslam devleti kurmaktan ibaret. Káfir olduğuna inandıkları Avrupa, böylelikle ilk defa İslam Cephesi'nin baskısıyla karşı karşıya kalacak. Türkler, işte o zaman Avrupa'yı Kur'an'ın emrettiği şekilde ya Müslüman olmaya, yahut 'cizye' vermeye (İslam devletlerinde Hristiyanlar'ın ödedikleri vergi) zorlayacaklar.

    MEĞER biz neymişiz ve AB'ye girebilmek için neden bu kadar uğraşıyormuşuz!

    Avrupalı olma çabalarımızın gerisinde yatan, üstelik bugüne kadar devletin en tepesindekilerin bile haberdar olmadıkları sırları, Hoca'nın komutanı yani Libya Lideri Muammer Kaddafi maddeler halinde sıralayıverdi.

    Kaddafi'ye göre, AB'ye girme isteğimizin gerisinde öyle refah ülkesi olmak yahut dünya standardlarına ulaşmak gibisinden arzular değil, Hristiyan kadınları cariye olarak almak ve Avrupa'yı vergiye bağlamak yatıyormuş. Üstelik bu kadarla yetinmeyecek ve idam, el kesme ve kırbaç cezalarını da uygulamaya koyacak, hatta Avrupa'da başka İslam devletleri de kuracakmışız.

    Hoca'nın komutanı, bütün bu esrarı, internette kendi adına açtığı bir sitede makale olarak yayınladı. Ben, bu sitenin varlığından Türkiye'de Arap dünyasını en iyi tanıyan gazetecilerden biri olan dostum Sefer Turan vasıtasıyla haberdar oldum.

    Yandaki kutuda, bu incilerden bazılarını okuyacaksınız. Hoca'nın komutanının sadece Türkiye ile ilgili değil, diğer konulardaki incilerini ve birbirinden kıymetli diğer görüşlerini okumak, üstüne üstlük bir de eğlenmek isterseniz ve Arapçanız da varsa ‘‘www.algadhafi.org’’ adresine girin. Ama hatırınızda bulunsun, adres her seferinde çıkmıyor, yani sahibi gibi sık sık gidip geliyor...

    Adı hava üssüne verilen Afrika fatihi

    KADDAFİ tarafından adı Libya'nın en önemli hava üslerinden birine verilen Ukbe bin Nafi, Kuzey Afrika'yı fethedip Müslüman yapan Arap kumandanların en önde geleniydi.

    Anne tarafından Mısır fatihi Amr ibnu'l-As'ın yeğeni olan Ukbe, Hazreti Muhammed'in son senelerinde, yani 640'lı yıllarda dünyaya geldi. Tam adı 'Ukbe bin Nafi bin Abdi'l-Kays el Kureyşi el Fıhri' idi. 663 senesinde, daha yirmili yaşlarındayken, Afrika'daki bazı Arap birliklerinin başkumandanı oldu.

    Sudan taraflarını ele geçirdi, sonra bugünkü Libya'ya girdi ve önce Gadames'i aldı. İleriki senelerde Tunus'u da tamamen fethedip Kuzey Afrika'daki Berberiler'i Müslüman yaptı ve Bizans kuvvetleriyle de çarpıştı.

    Ukbe bin Nafi, zamanla Cebelitarık taraflarına, yani Okyanus sahillerine ulaştı. Denizi gördüğünde atını sürerek okyanusa hitaben söylediği 'Eğer senin ötende birilerinin yaşadığını bilsem atımı derhal sürer, oraları da fethederdim' sözü, bütün İslam dünyasına yayıldı.

    Fetihleri daha sonraki senelerde de devam eden Ukbe, aldığı memleketleri gerçek mánáda ele geçirmeden bir ucundan girip diğer taraftan çıkmakla yetiniyordu ve hatası da bu oldu. Daha önce mağlup edip Müslüman yaptığı Berberi kabilelerinden birinin reisi Kusayla ve adamları tarafından 683 senesinde bugün Cezayir'in sınırları içine bulunan Biskra'da pusuya düşürüldü ve yanınki 300 kişiyle beraber öldürüldü.
  • Yazının Devamını Oku