Murat Bardakçı

Kazığa oturtmak öyle kolay değildir, çok maharet ister

14 Eylül 2003
28 Şubat döneminin Genelkurmay İkinci Başkanı olan Orgeneral Çevik Bir'in gene o dönemin İçişleri Bakanı olan Meral Akşener'e ‘‘Söyleyin o kadına, gelirsek bakanlığın önünde avanesiyle beraber yağlı kazığa oturturuz’’ diye haber gönderdiği iddia edilince, gündeme bir ‘‘kazık’’ tartışması geldi. Uygulamasını genellikle yanlış bildiğimiz bu ‘‘kazığa oturtma’’ operasyonunun aslında nasıl yapıldığını, ne derece uzmanlık ve nasıl maharet isteyen bir iş olduğunu anlatayım dedim. BİRKAÇ günden beri bir 'kazığa oturtma' tartışmasının içine girdik.

'Kazık' konusu, Bilal Çetin'in Vatan Gazetesi'nde çıkan 28 Şubat dizisinde, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı olan Orgeneral Çevik Bir'in gene o dönemin İçişleri Bakanı olan Meral Akşener'e 'Söyleyin o kadına, gelirsek bakanlığın önünde avanesiyle beraber yağlı kazığa oturturuz' diye haber gönderdiği iddia edilince gündeme geldi.

Biz, 'kazık' yahut 'kazığa oturtma' denince, genellikle 'Kazıklı Voyvoda'yı hatırlarız. 1431'de doğan, şimdi Romanya'nın sınırları içerisinde bulunan Eflak bölgesine hükmeden, birkaç defa Eflak tahtına oturan, iktidar senelerinde onbinlerce kişiyi kazıklara geçirten, nihayet 1476'da Osmanlı askerleri tarafından yakalanıp öldürülen ama asırlar sonra 'vampir' kavramının ve filmlerle romanların konusu olan Vlad Tepeş'i, yani daha yaygın olan adıyla Kont Drakula'yı...

'Kazık' kavramını, bize işte bu Kont Drakula öğretti. Sadece kendi halkını değil, esir aldığı askerlerimizi, hatta gönderdiğimiz elçileri bile kazıklara oturtan Drakula'nın can alma biçimini zamanla biz de benimsedik. Kazığa oturtma, yol kesenlere ve denizde korsanlık edenlere verilen bir ceza oldu.

'Kazığa oturtmak' tabiriyle kazıklanacak kişinin sandalyeye yahut koltuğa buyur edercesine kazığa oturtulduğunu zannedersek de işin aslı başkaydı; kazıklama uzmanlık ve gayet ince maharet gerektiren bir işti, dolayısıyla itina göstererek yapılması gerekirdi. Zira kazığa geçirmekten maksat kurbanın derhal ölmesi değildi, can almanın çok daha kolay ve pratik yolları vardı ama kazığa geçirmekle hem kurbanın uzun müddet acı çekmesi, hem de halkın ibret alması isteniyordu.

Bu iş için gerekli olan en önemli malzeme uzun, bilek kalınlığında ve gayet sert bir ağaçtı. Ağaç güzelce yontulur, yuvarlak bir direk haline getirilir, üzerindeki pürüzler de alındıktan sonra iyice yağlanırdı. Derken, sıra kurbanın hazırlanmasına gelirdi. Eller ve ayaklar iyice bağlanır, zavallıcık kıpırdayamaz bir hal alınca yüzükoyun yatırılır ve operasyon başlardı.

Kazık genellikle tahmin ettiğimiz yerden değil, kuyruksokumunun tam ucundaki derinin altından girerdi. Belkemiğine paralel şekilde ama kemiğe zarar vermeden yukarıya doğru ittirilir, ama bu iş yapılırken mahkûmun ayık tutulmasına itina edilir, kazığın ucu ensenin altından görününce de operasyonun önemli kısmı tamamlanmış olurdu. İş, artık kurbanın ayağa kaldırılıp kazığın alt taraftaki ucunun yere sabitlenmesine kalmıştı. Kazık eğer kurallara uygun şekilde yerleştirildi ise mahkûm birkaç gün boyunca acı içerisinde can çekişecek, gelip geçenler de otoriyete itaatsizlik edenlerin ákıbetini görüp ibret alacaklardı...

'Kazığa oturtma'nın esasları, işte bunlardan ibaret. Gündeme durup dururken bir 'yağlı kazık' tartışması girince genellikle yanlış bildiğimiz bu 'kazıklama' işinin aslını ve tekniğini anlatmadan edemedim.

Cadı söylentisini kazıkla bitirmiştik

Bizde devletin yanıltıcı propaganda yapmasıyla ilgili ilk örneklerden biri, Yeniçeri ocağının İkinci Mahmud döneminde kaldırılmasından sonra bazı yeniçerilerin ‘‘hortladığı’’ yolunda çıkartılan kasıtlı söylentilerdi. Bu dedikodular sayesinde halkın, artık zaten yokolmuş bulunan Yeniçerilerden daha da nefret etmesi sağlandı.


KAZIK geçmişte sadece idam değil, vampirleri ebediyyen ortadan kaldırma vasıtası olarak da kullanılırdı.

Türk folklorunda 'karakoncolos', 'gulyabani', 'çarşambakarısı' gibi hortlak kavramlarının varolmasına rağmen, cadı ve vampir inancı yoktu. Cadılardan ve vampirlerden Orta Avrupa'da, özellikle de Balkanlar'da bahsedilirdi. Böyle bir söylenti Türkiye'de ilk ve son defa 1833 senesinde çıkmış ve devlet Balkanlar'daki Turnovo kasabasında görüldüğü söylenen iki vampiri karınlarına kazık sokturarak ortadan kaldırtmıştı.

Türkiye, bu vampir ve kazık hikáyesini, Turnovo kadısı Ahmet Şükrü Efendi'nin devletin o zamanki resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 1833'ün 6 Ekim günkü sayısında yayınlanan mektubundan öğrendi.

Mektubunda olayı bütün ayrıntılarıyla anlatan kadı Ahmet Şükrü Efendi, şöyle yazmıştı:

'Turnovo'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlere girerek yüklüklerde duran yorganları, şilteleri, yastıkları ve bohçaları didikleyip açıyorlar. Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor.

Son zamanlarda birkaç erkekle kadının üstüne saldırdılar. Zavallılara ne olduğunu sorduğumuz zaman
'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama birşey görmemişlerdi. Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi ve birçok aile, evini başka yerlere taşımak zorunda kaldı.

Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan
Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağırıldı ve kendisiyle meseleyi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve tahtayı parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Meğer resimli tahtanın üzerine dönük durduğu mezarda cadı olurmuş!

Niko'nun tesbit ettiği mezarlar, vaktiyle Yeniçeri Ocağı'na mensup olan iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Her iki mezarı da açtık ve korkunç bir manzarayla karşılaştık. Cesedler yarım misli büyümüş, kılları, parmakları ve tırnakları üçer, dörder kat uzamıştı.

Mezarların başında bekleşenler de bu manzarayı gördüler. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından istifade etmiş ve cellát eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.

Cadıcı Nikola, bunların sonsuza kadar yokedilmeleri için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin de kaynar suya atılarak haşlanması gerektiğini söyledi. Cesedlerin mezarlarından çıkarttıktan sona karınlarına birer kazık sapladık, yüreklerini de yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladık. Nikola, daha sonra cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Bu işin şeriata uygun olduğuna karar verilince cesedler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız bu cadı belásından kurtulmuş oldu!..' (Reşad Ekrem'den).

Sevr’i öğrenmek için bu kitapları okuyun


BUNDAN iki hafta önce yazdığım Sevr Anlaşması ile ilgili yazımdan sonra, anlaşmanın tam metninin nereden bulunabileceğini soran çok sayıda e-mail aldım.

Sevr'in Türkçe tam metni üç defa yayınlandı: İlk yayın 1920 senesinde, anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra Konya'da yapıldı. 'Sevr. Devlet-i Aliye ile Sulh Muahedesi. 10 Ağustos 1920' isimli Osmanlıca yayının temini, bugün artık çok zordur.

İkinci yayını, eski başbakanlardan Prof. Nihat Erim yaptı. Erim'in 1953'te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından basılan kitabının adı 'Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri: Osmanlı İmparatorluğu Anlaşmaları' idi.

Sevr'in en mükemmel Türkçe yayını ise, Prof. Seha Meray ile büyükelçi Osman Olcay'ın hazırladığı eserdir. 1977'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yayını olarak çıkan kitabın adı 'Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri'dir. Bu eserin yineOsman Olcay tarafından hazırlanan, 1981'de yine Ankara Siyasal'dan çıkan ve Sevr görüşmelerindeki tutanakların tercümelerinden meydana gelen 'Sevr Andlaşması'na Doğru' isimli kitapla beraber okunması gerekir.
Yazının Devamını Oku

Ulubatlı da bir şey mi, daha yığınla tarihi hurafemiz var

7 Eylül 2003
Prof. Dr. İlber Ortaylı hafta içerisinde bir gazeteye ‘‘Ulubatlı Hasan diye birisi yaşamadı, Baltacı Mehmed Paşa ile Katerina arasında da hiçbir şey olmadı’’ deyince, tarihçiler arasında TV'lerde günler boyu devam eden bir tartışma yaşandı. Hem Ulubatlı, hem de Baltacı geçen kasım ve aralık aylarında Hürriyet Tarih'te kapak konusu olmuş ve o zaman da gündeme gelmişlerdi ama toplumsal hafızamızın zayıflığından olacak, aynı konuları birkaç ay sonra yeniden tartışmakta hiç sakınca görmedik. Dolayısıyla artık daha değişik meseleleri konuşabilmemiz için, bizde sayısı çok bol olan tarihi hurafelerimizden birkaçını hatırlatayım dedim...

Hafta içerisinde gazetelerde ve televizyonlarda bir tarih tartışması yaşandı. Tartışma Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın bir gazeteye verdiği mülákatta ‘‘Ulubatlı Hasan diye birisi yaşamadı, Baltacı Mehmed Paşa ile Katerina arasında da hiçbir şey olmadı’’ demesiyle başladı ve hemen her kafadan başka bir ses yükseldi.

Hem Ulubatlı Hasan, hem de Baltacı Mehmed Paşa konusu, editörlüğünü yaptığım ve geçen senenin kasımından bu yana, her çarşamba günü Hürriyet ile beraber verilen ‘‘Hürriyet Tarih’’te kapak konusu olmuş ve bundan sekiz ay önce de gündeme gelmişti. Ama toplumsal hafızamızın zayıflığından olacak, aynı konuları birkaç ay sonra yeniden tartışmakta hiç sakınca görmedik.

Dolayısıyla artık daha değişik meseleleri konuşabilmemize imkán sağlamak için, bizde sayısı çok bol olan tarihi hurafelerimizden birkaçını daha hatırlatayım dedim...

İşte, bugüne kadar tarihimizle ilgili olarak yanlış bildiğimiz bazı hususlar:

Osmanlı Devleti 1299’da değil 1302’de kuruldu

Eski Osmanlı tarihçileri, Türkiye Selçuklu İmparatorluğu'na bağlı olan ve başında Osman Bey'in bulunduğu beyliğin 1299'da Yarhisar, Bilecik, İnegöl ve Yenişehir kalelerini fethettiğini yazmışlardı. Osman Bey bu fetihlerden sonra camilerde kendi adına o dönemde bağımsızlık ve hakimiyet alameti sayılan hutbeler okutmuş ve 1299 yılı Osmanlı'nın bağımsızlık, dolayısıyla da kuruluş yılı kabul edilmişti.

Selçuklular hakkında yapılan son araştırmalar, Türkiye Selçuklu İmparatorluğu'nun 1318'e kadar devam ettiğini, üstelik 1299 yılında Osmanlılar bakımından önemli bir olay yaşanmadığını ortaya çıkartıyor. Günümüzün önde gelen Osmanlı tarihçilerinden Prof. Halil İnalcık da, Osmanlılar'ın ilk dönüm noktasının Bizanslılar ile 1302'nin 27 Temmuz günü yapılan Koyunhisar Savaşı olduğunu, bu savaşın Osman Gazi'ye bir ‘‘hanedan kurucusu’’ kimliği verdiğini, dolayısıyla da Osmanlı Devleti'nin kesin kuruluş tarihinin 27 Temmuz 1302 günü olduğunu söylüyor.

Pierre Loti İstanbul’da kadına değil, bir erkeğe aşık oldu

1850 ile 1923 yılları arasında yaşayan Fransız yazar Pierre Loti, 19. asır sonlarında genç bir deniz subayı olarak geldiği İstanbul'a hayran kalmıştı. Donanmadan istifasından sonra İstanbul'a defalarca geldi ve İstanbul ile ilgili çok sayıda eser kaleme aldı.

Bu eserler arasında en tanınmışı ‘‘Aziyade’’ isimli romandı ve Loti sayfalar boyunca Aziyade'ye nasıl tutulduğundan söz ediyordu.

Neredeyse bir asırdan bu yana genç, güzel ama meçhul bir kadın olduğuna inanılan Aziyade aslında erkekti ve Loti'nin bu sırrı çok dar bir çevrede kalmıştı. Pierre Loti'nin Fransa'daki evrakı arasında bulunan fotoğraf koleksiyonu da, yazarın hangi cinse áşık olduğunu zaten ilk bakışta anlatacak fotoğraflarla dolu.

‘Türk Mezarı’nda yatan Süleyman Şah Osman Gazi’nin dedesi değildi

Bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan ama Türkiye'ye ait olan tek toprak, Suriye'de bulunan ve ‘‘Türk Mezarı’’ denen 8.5 dönümlük arazidir. Burada yatan Süleyman Şah'ın, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Bey'in dedesi olduğuna inanılıyor. Manevi önemi dolayısıyla uluslararası anlaşmalarla Türkiye'ye bırakılmış olan ve üzerinde Türk bayrağının dalgalandığı Caber Kalesi, bir Türk müfrezesi tarafından korunuyor.

Son yapılan araştırmalar Osman Gazi'nin dedesinin ‘‘Süleyman Şah’’ değil, ‘‘Gündüz Alp’’ olduğunu gösteriyor. Karamanlı Mehmed Paşa, Enveri ve Ahmedi gibi ilk dönem Osmanlı tarihçileri de Osman Gazi'den söz ederken ‘‘Gündüz Alp'in oğlu Ertuğrul'un oğlu Otman Bey’’ diyorlar. Bu durumda, Caber Kalesi'ndeki mezarın kime ait olduğu da bir muamma halini alıyor.

Sultan İbrahim deli değildi

‘‘Resmi tarih’’, hemen her ülkede ve her dönemde var olmuştu. Yeni yönetimin meşruiyetini kurmak için olmamış hadiseleri olmuş gibi göstererek kendisinden önceki idareyi karalaması eski bir ádetti ve ádete Osmanlı zamanında da sık sık başvurulmuştu.

Sultan İbrahim'in ‘‘deli’’ olduğu söylentileri de böyle bir karalama kampanyasının neticesiydi. Topkapı Sarayı'ndaki hiziplerin birbirini yemesi neticesinde 8 Ağustos 1648 günü tahtından indirilen Sultan İbrahim'in yerine henüz yedi yaşında olan oğlu Dördüncü Mehmed hükümdar oldu ama darbenin meşrulaştırılması gerekiyordu. Bu iş ‘‘İbrahim'in deliliği’’ yolunda söylentiler çıkartılarak yapıldı ve söylentiler sonraki dönemlerde tarih kitaplarına kadar girdi.

Sultan İbrahim'in mektupları bugün Topkapı Sarayı'nda muhafaza ediliyor. Hükümdar, bir kısmı bundan 50 yıl kadar önce Çağatay Uluçay tarafından yayınlanan mektuplarında şiddetli bir başağrısı çektiğini açıkça yazıyor ve geçici bir rahatsızlığının olduğu ama bu rahatsızlığın delilikle bir álákası bulunmadığı anlaşılıyor. Bu arada ama tam mánásıyla ‘‘deli’’ olan tek Osmanlı hükümdarının, yani Birinci Mustafa'nın deliliğinden de artık bahsedilmiyor.

Osmanlı’nın son borcunu Turgut Özal ödedi

İkinci Abdülhamid'in 1881'in 20 Aralık günü ‘‘moratoryum’’ ilán etmesi yani ‘‘devletin iflásını’’ açıklayıp dış borçları ödeyemeyeceğini duyurması üzerine İstanbul'da ‘‘Düyun-ı Umumiye’’ yani 'Genel Borçlar İdaresi' adıyla bağımsız bir kuruluş teşkil edildi. Türkiye'nin önemli gelir kaynakları bu kuruluşa teslim edildi ve dış borçlar o tarihten sonra 'Düyun-ı Umumiye' tarafından ödendi. Türkiye, Lozan Anlaşması ile beraber Osmanlı borçlarının büyük bölümünü üstlendi ve ödemeler 1954'e kadar devam etti. Borçlu ve alacaklı taraflar birbirlerini ibra etmek için masaya bu tarihten ancak 30 yıl sonra, 1984'te oturabildiler ve ibra görüşmeleri sırasında, Türkiye'nin küçük bir mebláğı ödemeyi unutmuş olduğu fark edildi. Bu son ödeme o yılın Mart ayında yapıldı ve Osmanlı borçlarının son takdini ödemek zamanın başbakanı Turgut Özal'a düştü.

Baykal’ın Edebali’si ile Osmanlılar akraba değil

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bundan birkaç yıl önce çalışma odasının duvarına Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin kayınpederi Şeyh Edebali'ye ait olduğu iddia edilen bir 'öğüt listesi' astı. İnanışa göre, Osman Gazi'nin oğlu Orhan Bey'in annesi, Şeyh Edebali'nin kızı Malhun Hatun idi.

Orhan Gazi'ye ait olan 1324 tarihli bir vakıf senedi, 'Malhun' yahut 'Mal Hatun' adındaki bu hanımın Edebali değil, Kastamonu taraflarında hüküm süren Ömer adında bir beyin kızı olduğunu gösteriyor. Şeyh Edebali'nin kızının adı ise Bálá Hatun ve bu hanım Orhan Gazi'nin değil, kardeşi Alaeddin Bey'in annesi oluyor.

Kanuni Süleyman, Fransa’ya kapitülasyon falan vermedi

Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışını hazırlayan sebepler arasında bazı Avrupa ülkelerine verilen ve adına ‘‘kapitülasyon’’ denilen ayrıcalıklar vardı. Kapitülasyona sahip olan ülke Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret yapabilir, vatandaşları dokunulmazlık kazanırlar, hatta Osmanlı topraklarında bir suç işleseler bile ancak kendi mahkemelerinde yargılanırlardı.

Tarihler, bugün, ilk kapitülasyonların Fransa'ya ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında verildiğini yazarlar ama bu bilgiler de doğru değil. Fransız elçisi de la Forest ile Kanuni'nin sadrazamı İbrahim Paşa arasında kapitülasyonlarla ilgili görüşmeler yapılmış, hatta bir taslak metin bile hazırlanmıştı ama İbrahim Paşa'nın ölümü üzerine anlaşma yürürlüğe girmedi. Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ilk kapitülasyonu 18 Ekim 1569'da aldı ve o tarihte tahtta Kanuni Süleyman değil, oğlu İkinci Selim vardı.
Yazının Devamını Oku

Hiç endişelenmeyin, Sevr'i biz zaten onaylamamıştık

31 Ağustos 2003
İsveç'te ‘‘Sevr, Lozan'ın yerini almalıdır’’ diye saçmalayan bir güruhu adam yerine koyup birkaç günden beri Sevr'i tartışmaya başladık. Ama bir hususu unutuyoruz: Zaferle neticelenen Milli Mücadele'nin tarihin çöplüğüne attığı Sevr'i Türkiye'nin hiçbir zaman resmen tasdik etmediğini ve bu metnin bizim açımızdan resmiyet kazanmamış olduğunu... Hukuken varolmamasına rağmen binlerce şehidin kanı pahasına müsveddelerini bile tarihin çöplüğüne gönderdiğimiz bu anlaşmanın ‘‘hortlayacağına’’ inanmak en azından gücümüzü inkár, kendimize güvensizlik ve Sevr'i ortadan kaldırmak için canlarını verenlerin hatıralarına karşı saygısızlıktır.

İSVEÇ'te geçenlerde 'Lozan'da yapılan hata düzeltilmeli ve Sevr, Lozan'ın yerini almalıdır' diye saçmalayan bir güruhu adam yerine koyduk ve Sevr Anlaşması'nı yeniden gündeme getirdik.

Birkaç günden beri 'Sevr hortluyor mu?' diye tartışıyor ama Sevr ile ilgili çok önemli bir hususu gözden kaçırıyoruz: Zaferle neticelenen Milli Mücadele'nin tarihin çöplüğüne attığı Sevr'i Türkiye'nin zaten hiçbir zaman resmen tasdik etmediğini, bu metnin bizim açımızdan resmiyet kazanmamış olduğunu ve hukuki bir varlığının da sözkonusu bulunmadığını...

İşte, Sevr'in 'meşruiyeti' konusunun ayrıntıları:

Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Türkiye, 1918'in 30 Ekim günü Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda demirli İngiltere'ye ait Agamemnon Zırhlısı'nda bir ateşkes sözleşmesi imzaladı. Tarihlere 'Mondros Mütarekesi' olarak geçen sözleşmenin 7. maddesinde, müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durumun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin stratejik noktalarını işgal edebilecekleri yazılıydı ve başta İzmir olmak üzere, Anadolu'nun birçok yeri bu maddeye dayanılarak işgale uğradı.

Ateşkesten sonra, müttefiklerle Türkiye arasında yaklaşık bir buçuk sene süren barış görüşmeleri başladı ve Türkiye 'barış anlaşması' adıyla önüne konan bir utanç belgesini 1920'nin 10 Ağustos günü imzalamak zorunda kaldı. İmza töreni Paris'in porselen imalátıyla meşhur banliyösü Sevr'deki fabrikanın konferans salonunda, o gün öğleden sonra saat dördü sekiz geçe yapıldı ve metin, imzalandığı kasabanın adına izafeten tarihlere 'Sevr Anlaşması' diye geçti.

Milletlerarası bir anlaşmanın imzalanmış olması, bugün olduğu gibi, o zamanlarda da metnin yürürlüğe girmesi için káfi değildi. Metin imzalanır ve devletler kendi kanunlarının öngördüğü şekilde onayladıktan sonra 'teati ederler', yani onay belgelerini karşılıklı olarak birbirlerine verirler ve anlaşma ancak bundan sonra yürürlüğe girerdi.

Sevr'in 433. maddesinde, 'Onay belgelerinin Türkiye ve üç müttefik devlet tarafından en kısa süre içinde Paris'e gönderilip bir tutanak hazırlanmasından sonra yürürlüğe gireceği' yazılıydı. Türkiye ise anlaşmayı onaylamadı, onay belgelerinin gönderilmesi ve teatisi diye birşey sözkonusu olmadı, dolayısıyla da Sevr, bizim açımızdan hiçbir şekilde resmiyet kazanmadı.

Türkiye'de o günlerde yürürlükte bulunan 'Kanun-ı Esási'nin, yani 'anayasa'nın değiştirilmiş yedinci maddesine göre, uluslararası anlaşmalar ancak Meclis'in tasdikinden ve hükümdarın onayından sonra geçerli olabiliyordu. Ama Türkiye'de o dönemin parlamentosu olan Meclisi- Mebusan, Sevr'in dört ay öncesinden, yani 1920'nin 11 Nisan'ından beri kapalıydı, Meclis metni tasdik etmedi yahut edemedi ve zamanın hükümdarı Sultan Vahideddin de anlaşmayı hiçbir zaman imzalamadı. Daha sonra yazdığı hatıralarında 'Sevr, kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi. ...Mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. ...Eğer işler kötü gider ve oyalamayı başaramazsam anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlıydım' diyecekti.

O halde İstanbul Hükümeti Sevr'i niçin imzaladı?

İstanbul'un elden gitmesi korkusundan ve basiretsizlikten! 'Sadaret', yani başbakanlık koltuğunda Türk tarihinin belki de en cahil, en alık ve en korkak isimlerinden birinin, Damad Ferid Paşa'nın oturması, siláhlı mücadeleyi hatırına bile getirmeden 'Müttefiklerin istediklerini yapmazsak Yunanlılar İstanbul'u elimizden alacaklar' teláşına kapılması, aynı teláşın İstanbul'a da hákim olması ve basiretsiz bir yönetimin 'şimdilik zaman kazanalım, işin asıl tarafını sonra hallederiz' diye düşünmesi yüzünden...

Sevr'in tatbik edilememesinin temelinde yatan en önemli sebep anlaşmanın resmiyet kazanmaması ve hukuken geçersiz kalması değil, Mustafa Kemal Paşa'nın başlattığı Milli Mücadele'nin bu metni siláhla ve kanla yırtmasıdır. Dolayısıyla, şimdilerde birileri Avrupa'da 'Sevr toplantıları' düzenledi diye hukuken varolmamasına rağmen binlerce şehidin kanı pahasına müsveddelerini bile tarihin çöplüğüne gönderdiğimiz bir belgenin 'hortlayacağına' inanmak en azından gücümüzü inkár, kendimize güvensizlik ve Sevr'i ortadan kaldırmak için canlarını veren o şehitlerin hatıralarına saygısızlıktır.


Anlaşma değil, sanki müstemleke yasasıydı


Sevr'in resmi adı 'Barış Anlaşması' idi, 'müttefik' ve 'ortak' devletlerle 'Türkiye' arasında imzalanmıştı. 'Müttefik' devletler İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya; 'ortaklar' ise Belçika, Polonya, Romanya, Hicaz, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Çekoslovakya, Portekiz, Yunanistan ve Ermenistan idi. Anlaşmanın İngilizce ve Fransızca resmi metinlerinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan 'Türkiye' diye bahsediliyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Arap İsyanı'nı başlatan Şerif Hüseyin'in kralı olduğu o zamanın Hicaz Devleti dışında bütün taraflar Sevr'e delege göndermiş ve anlaşmayı imzalamışlardı.

Bizde yaygın şekilde bilinenin aksine, Sevr Anlaşması'nda o zamanın sadrazamı olan Damad Ferid Paşa'nın imzası yoktu. Anlaşmaya Türkiye adına Bern'deki olağanüstü temsilci ve tam yetkili ortaelçi Reşad Halis Bey ile her ikisi de 'Áyán Meclisi Üyesi' yani 'senatör' olan Rıza Tevfik Bey (Bölükbaşı) ve Hádi Paşa imza koymuşlardı.

Sevr sadece askeri, siyasi ve mali hükümler içermiyor, bir barış anlaşmasında bulunmaması gereken bazı garip maddeleriyle, müttefiklerin Türkiye'ye 'medenileştirilmesi gereken bir topluluk' gibi baktıklarını da gösteriyordu. Anlaşmada, 'Türkiye'nin tren vagonlarını sürekli fren aygıtının işlemesine engel olmayacak biçime sokması' (madde: 358), 'kazı yapma iznini yalnız yeterli arkeoloji deneyimi olduğu konusunda güvence gösteren kişilere vermesi' (madde: 421, ek: 7), 'Ağustos 1914'ten önce elde edilmiş tarihi eserleri iade etmesi' (madde: 422), 'beyaz kadın ticaretinin yasaklanıp önlenmesi' (madde: 273/6), 'müstehcen yayınların yasaklanması' (madde: 273/7) ve 'tarıma yararlı kuşların korunması' (madde: 273/11) gibisinden ancak sömürge idarelerinde rastlanabilecek maddeler vardı.

Sultan Vahideddin, Sevr’i anlatıyor


İmzalamaktansa tahtı bırakıp gidecektim

SEVR Anlaşması imzalandığı sırada, Osmanlı tahtında Sultan Vahideddin vardı. Sabık padişah, daha sonra Güney İtalya'nın San Remo kasabasında sürgünde bulunduğu sırada yazıp Fransızca'ya tercüme ettirdiği hatıralarında, Sevr Anlaşması'ndan bahsederken 'Sevr, kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi' diyecek, Sevr'i tasdik etmeyerek zaman kazanmaya çalıştığını yazacak ve 'Bu anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlı olduğunu' söyleyecekti.

İşte, Sultan Vahideddin'in Sevr konusunda yazdıklarının bir bölümü:

'...Vaziyet bizde her geçen gün daha da ciddi bir hal alırken müttefikler, özellikle de Lloyd Georges ve Clemenceau (İngiliz ve Fransız başbakanları), mağlupları ağır bir şekilde cezalandırmayı düşünüyorlardı.

Her ikisi de savaşın galibi ama ateşkesin mağlubu olan bu devlet adamları Sevr Anlaşmasını kabul ettirmek istiyorlardı. O Sevr Anlaşması ki, ilk defa elime aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim.

Reşid Bey (İçişleri Bakanı), ...anlaşmayı imzalamamızı öneriyordu. İzmir'de yaşanan feláketin (İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin) bir benzerinin tekrar yaşanmaması için, İtalyanlar'ın Yunan Ordusu'yla beraber İstanbul'u işgal etmeye kararlı olduklarını söylüyordu.

Sevr, bana göre ne bir anlaşma ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi. ...Mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası'nı da zaten her türlü sorumluluğu üstlenerek galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye'ye karşı aşırı düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerken biraz zaman kazanmaya çalıştım; çünki olayların gidişatını normale çevirebilecek şey sadece zamandı.

...Hadiselerin gelişmesini beklemeyi tercih etmiştim. Eğer işler kötü gider ve oyalamayı başaramazsam anlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmekte kararlıydım' (Sultan Vahideddin'in bende bulunan ve tamamı yayınlanmamış hatıralarından).
Yazının Devamını Oku

Vatanı korumak uğruna Yemen'in de ötesine, Burma'ya kadar gitmiştik

17 Ağustos 2003
‘‘Mehmetçik'in kanını Galiçya'da, Yemen'de akıttık. Niçin akıttığımızı hálá soruyoruz’’ diyenlere Ertuğrul Özkök dün çok güzel bir cevap verdi ve ‘‘Mehmetçik orada can verdi, Çünkü oraları vatan toprağı idi. Savunduğumuz yer vatandı’’ dedi. Biz, vatanı korumak uğruna aslında çok daha uzaklara, Çin'in yanıbaşındaki Burma'ya, yani bugünün Myanmar'ına kadar gitmiş ve Basra'yı müdafaa ederken esir düşen çok sayıda Mehmetçik'i ismi haritalarda bile geçmeyen ‘‘Tayetmo’’ denilen topraklarda bırakmıştık.

ÖNCE, bilmeyenler için Burma'nın nerede olduğunu söyleyeyim: Bengal Körfezi ile Andaman Denizi'nin kıyısında; Hindistan, Çin, Laos ve Tayland'ın çevrelediği uzak bir memlekettir. Burma'da 45 milyona yakın insan yaşar, başkenti Rangun'dur ve iktidarda senelerden beri askeri bir idare vardır.

Belki çoğumuza garip gelecek ama Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak'ta savaşan askerlerimizin bir kısmı daha sonra Burma'ya kadar uzanmışlardı. Askerlerimiz dünyanın neredeyse öbür ucunda bulunan bu diyara 'vatanlarını savunma' uğruna ama maalesef 'savaş esiri' olarak gitmiş ve bazıları orada can vermişti.

Biz, Birinci Dünya Savaşı'nda imparatorluğun dört bir tarafında açılan cephelere ordular sevketmiştik. Bazı ordu kumandanlarının seçiminde askeri yetenek değil, iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi'nin siyasi tercihleri rol oynamış ve kimi yenilgilere de bu yüzden uğramıştık.

Irak, özellikle de Basra tarafları, işte böyle siyasi tercihlere sahne olan cephelerden biriydi. İmparatorluğun güçlü adamı Enver Paşa, Irak'ın güneyini İttihad ve Terakki'nin itimadını kazanmış 'parti mensubu' genç bir binbaşıya emanet etmişti: Süleyman Askeri Bey'e... 31 yaşındaki binbaşının rütbesi 1915'in 3 Ocak'ında yarbaylığa yükseltildi ve o gün hem Basra valiliğine, hem de Basra'daki 28. fırkanın kumandanlığına tayin edildi. Daha sonra 'Irak ve Havalisi Umum Kumandanı' oldu.

UMUTLAR SÜPÜRGEDE

Genç yarbay gayet vatanseverdi ama Irak gibi geniş toprakların kaderine hákim olacak kadar tecrübeli değildi ve daha da önemlisi, hemen bütün İttihadçılar gibi hayalperestti. Arap aşiretlerini 'İslam Birliği' şemsiyesi altında birleştireceğine inanıyor, 'İngilizler'i Basra'dan bu aşiretlerin yardımıyla süpürge sopasıyla kovacağım' diyordu.

12 Nisan 1915 günü, kendisinden kat kat üstün İngiliz birliklerine saldırdı, Basra yakınlarındaki Şuayyibe'de, Bercisiyye Ormanı'nın çevresinde üç gün boyunca şehit verdik ve İngilizler, birliklerimizin neredeyse tamamını imha ettiler. Süleyman Askeri Bey hatasının farkına ancak o zaman varabildi. Ama hayalperestliği ölçüsünde namusluydu, cezasını bizzat vermesi gerektiğini düşündü ve 14 Nisan günü tabancasını şakağına dayayıp tetiği çekti.

İttihadçılar, Süleyman Askeri Bey'den sonra Mustafa Suphi Bey adındaki tecrübeli bir albayı Basra'ya 'vali vekili' yaptılar. Suphi Bey, artık sadece birkaç bölükten ibaret kalmış olan Sekizinci Fırka'nın başına geçip İngilizler'in vurduğu Kurna'yı savunmaya koştu. Aylarca direndi, mermisi bitmiş iki sahra topu kalana kadar savaştı ve herşeyi tükenince mecburen teslim oldu.

İstanbul, Basra'da esir düşen birliklerin ákıbetinden haftalarca haber alamadı ve askerlerin nerede oldukları ancak ailelerine gelen ve üzerinde 'POW-Prisoner of War' yani 'Savaş Esiri' damgası bulunan mektuplar sayesinde öğrenilebildi.

Mektuplar çok uzak bir diyardan, Burma'dan yollanıyordu. İngilizler, Suphi Bey ile askerlerini idareleri altında olan Hindistan'ın o zamanki eyaletlerinden birine, Burma'ya götürmüş; ismi haritalarda bile geçmeyen 'Tayetmo' diye bir yerdeki esir kampına koymuşlardı.

Basra Vali Vekili Albay Suphi Bey'in esaret numarası 59'du, yanında kendisi gibi savaş esiri olan bin civarında siláh arkadaşı daha vardı ve Tayetmo'da sadece 18 ay yaşadı. 1916'nın 15 Haziran'ında bir beyin kanaması neticesinde hayata veda etti ve Tayetmo Kampı'nda bulunan çok sayıda Mehmetçik de daha sonra kumandanlarını takip ettiler. Hepsine Müslüman ádetlerine göre dört dörtlük bir cenaze merasimleri yapıldı, İngiliz askerleri tabutlarına selám durdular ve kampın bir köşesine defnettiler.

EN UZAK ŞEHİTLİĞİMİZ

Türk savaş esirleri Tayetmo Kampı'nda çile çekip can verirken İngiliz birlikleri Kuzey'e, Bağdat'a doğru ilerlemeye başladı. Enver Paşa hatasını farketmiş, Irak'taki birlikleri az da olsa güçlendirmişti. İngilizler 1915 Kasım'ında Kuttülámare'de kuşatıldılar ve General Townshend, 1916'nın 29 Nisan'ında 12 bin askeriyle Halil Paşa'ya teslim olmak zorunda kaldı.

Ama gene hata yaptık ve Kuttülámare zaferinden istifade edemedik. Irak'taki bazı birliklerimizi durup dururken İran'a kaydırdık, Bağdat yolunun korumasız kaldığını farkeden İngilizler 1917 başında yeniden ilerlemeye başladılar ve Bağdat, 1917'nin 11 Mart günü İngilizler'in eline geçti.

Tayetmo Kampı'na kapatılan askerlerimizden sağ kalmayı başaranlar evlerine ancak 1918'de, Mondros'taki o meş'um mütarekeyi imzalamamızdan sonra dönebildiler ama orada can verip şehit olanların mezarları kampın bir köşesinde kaldı.

İngilizler'in 'Burma', Fransızlar'ın 'Birmanie' dedikleri, bizde o zamanlar 'Birmanya' diye bilinen memleket ise 1948'de bağımsız oldu ve adını 'Myanmar' yaptı. Başkent Rangun'un kuzeyindeki 'Thayetmyo' kasabasında İngilizler'den kalan ve halen kullanılan askeri üssün uzak bir köşesindeki çalılıkların dibinde bulunan kabirler, şimdi Türk topraklarına en uzak mesafedeki 'Türk Şehitliği'dir ve şehitliğin sakinleri oralarda 'vatanlarını savunma' uğrunda can vermişlerdir.


Her büyük devlet eski toprağına asker yollar


BİRİNCİ Körfez Savaşı'nı yani Kuveyt'in işgalini ve kurtarılmasını başından sonuna kadar takip eden tek Türk gazetecisi bendim.

1990 Ağustos'undan 1991 Mart'ına kadar Suudi Arabistan'da, koalisyon kuvvetlerinin üssü olan Dahran şehrinde kalmış, harekátın hemen her aşamasını takip etmiş ve 1991 Şubat'ının son haftasında müttefik birliklerle beraber Kuveyt'in başkenti Kuveyt Şehri'ne giren sekiz kişilik ilk gazeteci grubundaki tek Türk ben olmuştum.

Irak'a karşı açılan cephede Amerikalısından Senegallisine, İngilizinden Pakistanlısına kadar rengárenk üniformalar içerisinde çeşitli milletlere mensup askerleri ve karargáhlarının üzerinde dalgalanan bayraklarını her görüşümde 'Biz burada niçin yokuz?' diye içim burkulur, Dahran-Nuvaysib-Kuveyt hattında savaş bitmeden bizim bayrağımızın da dalgalanmasını hayal ederdim ama olmadı.

Aslında, Irak'ta şimdi değil, daha o zamanlarda olmamız gerekirdi; zira Irak bizim eski toprağımızdı, eski toprağına göz-kulak olmak ve gerektiğinde asker yollamak her büyük devletin hem ádeti, hem de hakkıydı.

PARAŞÜTÇÜ İNDİRDİLER

İşte, eski imparatorlukların son çözülme sürecine girdikleri 1960'lardan, hem de Afrika'dan birkaç örnek:

Belçika Kongosu bağımsız olup Zaire adını almıştı. Katanga bölgesi Zaire'den ayrılmak isteyince Belçika devreye Birleşmiş Milletler'i soktu ve çarpışmalar Birleşmiş Milletler ile Belçika askerleri tarafından bastırıldı. Ama 'Mulele' denilen fedailer beyazları öldürmeye başlayınca, Belçika New York'tan gelecek kararı beklemedi, yanına Fransa'yı da alıp bir gece Kongo'ya paraşütçülerini indiriverdi. Daha sonra Kasay taraflarında çıkan karışıklıkların büyümesine de Belçika birlikleri engel oldular.

Eskiden Fransız toprağı olan Çad, 1970'lerin sonundan itibaren, Uzu şeridi anlaşmazlığı yüzünden Libya'nın saldırılarına uğramaya başladı. Libya, Çad'ı işgale kalkıp Afrika'nın göbeğinde kendine bağlı bir yönetim kurmaya kalkınca Fransa 1980'lerin başında başkent N'jamena'ya asker sevketti. Libya yayılmacılığını, ülkenin eski patronu Fransa'nın gönderdiği lejyon birlikleri durdurdular.

ASİL EFENDİLİK

Petrol zengini Nijerya, İngiltere'den bağımsızlığını elde etmesinden sonra petrol geliri yüzünden İbo ve Yoruba kabileleri arasında çatışmalara sahne olmuş, ülke bölünmenin eşiğine gelmişti. İngilizler Nijerya'nın parçalanmasına karşı çıkıyor ama Fransa, İbolar'a Gabon ve Fildişi sahili üzerinden gizli gizli siláh ve cephane gönderiyordu. İngiltere, Nijerya'ya resmen müdahale etmek yerine paralı asker yollamayı tercih etti, İbolar yenildiler ve Nijerya'nın bütünlüğü, Majesteleri'nin Hükümeti'nin bastırması sayesinde sağlanabildi.

Sadece Afrika'dan değil, dünyanın dört bir tarafından böyle daha çoook örnek verebilirim.

Şimdilerde gittikçe moda olan 'Biz Araplarla asırlar boyu beraber ve kardeşçe yaşadık' ifadesi sizi bilmem ama beni artık çok fazla rahatsız etmeye başladı.

Biz Araplar'la asırlar boyu hep beraber yaşadık, doğru, ama bu beraberlik 'kardeşçe' değil, 'yöneten-yönetilen' ilişkisi çerçevesinde kaldı!

Türkiye 'büyük' ve 'güçlü' devlet olduğuna hakikaten inanıyorsa, öteki 'büyük' devletlerin yaptığını yapmak ve eski toprağı Irak'ta artık fiilen bulunmak zorundadır. Bu iş, entellektüel gözükmeyi geçmişten arınmak zanneden bazı kişilerin iddia ettiği gibi 'sefil hizmetkárlık' değil, 'asil efendilik'tir.
Yazının Devamını Oku

Cemil’in sadece Bekir’i ama Fazıl’ın dört delikanlısı vardı

10 Ağustos 2003
Cemil İpekçi'nin, Ayşe Arman'a apaçık konuşup arkadaşı Bekir ile ilişkisini gayet cesur bir şekilde anlatması, bana bundan iki asır önce yaşamış bir şairi hatırlattı: Enderunlu Fazıl Bey'i... Fazıl Bey bir değil, tam dört delikanlıya gönül vermiş; sonra maceralarını, hislerini ve delikanlılarla yaşadıklarını ‘‘Aşk Defteri’’ isimli kitabında hiçbirşeyi gizlemeden, apaçık yazmıştı. BERABER olduğu arkadaşı Bekir ile Hollanda'da evlendiği iddia edilen Cemil İpekçi içini Ayşe Arman'a döktü, evlilik haberlerini yalanlarken apaçık konuştu. Ayşe Arman, bugün de devam eden mülákatının dün yayınlanan ilk kısmının başında 'Bunca yıldır röportaj yapıyorum, bu denli açık, içinden geldiği gibi konuşan, cesur ve dürüst insana az rastladım' diyordu.

Ben, bu konularda Cemil İpekçi kadar açık konuşan sadece tek bir kişiye rastladım: Şair Enderunlu Fazıl Bey'e... Ama Fazıl Bey'in söylediklerini bizzat kendisinden dinleme imkánım olmadı, sadece yazdıklarını okuyabildim, zira 1759 ile 1810 seneleri arasında, yani bundan iki asır önce yaşamıştı

ABDULLAH VE SÜLEYMAN

Fazıl'
ın hayatı, o zamanın saray okulu olan 'Enderun'da geçti ve bu yüzden 'Enderunlu Fazıl' diye tanındı. Döneminin gayet meşhur bir şairiydi, kendi cinsinden olanlara áşık düşmesiyle her vesileyle övünüyor, maceralarını hiçbirşeyin ardına gizlenmeden anlatıyordu. Türk şiirinde birçok ilke imza atmış, meselá bir erkeğin baldırları hakkındaki tek gazeli o kaleme almış, Türk Edebiyatı'nın en meşhur beyitlerinden birini, 'Şairiz, şeyn verir şánımıza / Giremez fáhişe divánımıza'yı yani 'Fahişeler bizim gibi şairlerin kitaplarında yeralamaz, böyle bir iş bize utanç verir' sözlerini o söylemişti.

Bu açık sözlü şair, beş kitap yazdı: 'Defter-i Aşk'ta sevgililerini, 'Hubannáme'de çeşitli memleketlerin erkeklerini, 'Zenannáme'de o memleketlerin kadınlarını, 'Çengináme'de zamanının erkek dansçılarını anlatıyor, bütün öteki şiirlerini de 'Diván'ına topluyordu. Kitapları ilk zamanlarda yazma olarak elden ele dolaştı, sonra bazıları basıldı ama 'ahláka mugayir' bulunup toplatıldıkları da oldu.

İşte, şairin 'Defter-i Aşk'a, yani 'Aşk Defteri'ne kaydettiği dört ayrı sevgilisiyle ilgili bazı mısralarının düzyazı olarak günümüz Türkçesine aktarılmış şekilleri:

Fazıl, ilk sevgilisinin adını her nedense vermiyor, bu delikanlının günün birinde ölüverdiğini söylüyordu:

'Gönül seçkin, ateşle oynayan bir sevgiliye düştü. Tavrı nazikti, sanki Allah onu benim huyuma göre yaratmıştı. O rahmetliyi şimdi hayırla yádedelim. Arzularına bir türlü kavuşamamış olan gönlümü şád, lütuflu bakışıyla da yádederdi. Gönlümde sevgi ateşi tutuşur ama arzumu kimselere açamazdım. O temiz soylu sevgili bana bazen rıza ama bazen de gazap gösterirken, birdenbire ortadan kayboldu. Ayrılığı beni öyle bir hále getirdi ki, gönül uzun zaman deli gibi gezdi. Şerefli adını gizli tutalım ve o, gamların defterinde resmedilmiş bir halde kalsın'.

İkinci sevgili, Süleyman Bey'di ama Fazıl'a hiç yüz vermemiş, tek bir harf bile söylememişti. Fazıl'ın áhını aldığından mı nedendir bilinmez, bu delikanlı da durup dururken ölüvermişti:

'Yine bir aşkla dehşete düştüm, kaçtığım tuzağa tekrar tutuldum. Hoş edálı, taze vücutlu, nazlı bir gence bende oldum. Adı Süleyman Bey idi, yüreği áşıklara taştan da sertti. Zamanın rüzgárı beni Süleyman'a attı ve feryatlar içindeki Fazıl'ı, Süleyman'ın hüdhüd kuşu haline getirdi. Göğsümün ülkesinde hákan, gönlümün tahtında Süleyman oldu ama bana tek bir harf bile olsun söylemedi, lütuflar verici bakışıyla sevindirmedi. Yazık ki o isteklerin gül bahçesinin goncası da ecelin elinde yağmaya uğrayıp öldü. Gönül gamlara düşecek ve türbesinde Hacı Yasin olacaktı. Süleyman meleği, 1778 yılında uçtu, gitti'.

Fazıl'
ın hayatındaki en büyük dert, tasa ve sıkıntılar, üçüncü defa áşık olmasıyla başladı. Yeni sevgili, adı alaturka musiki kaynaklarında da geçen Hanende Şehlevendim Abdullah Ağa isimli bestekárdı. Abdullah genç yaşında saraya alınmış ve 'Şehlevendim' diye tanınmıştı. Fazıl, çok yaşlı bir musiki hocasının Abdullah'a musallat olduğunu ve bu hoca ile mücadele edecek gücü kendisinde bulamadığı için saraydan ayrılmak zorunda kaldığını yazıyordu:

'Yine belá ararken, başıma bir kaza geldi. Hem de öyle bir kaza ki... Gülümsemesi kavuşma görüntüsü veriyor ama gamzesi alay ediyordu. O kibir sahibinin, halk içinde 'Şehlevendim' diye şöhret bulmuştu. Güzel ve alımlı değildi ama ben sesine áşık olup názından dehşete düşmüştüm. O peri, yüzüne bir zilli def tutsa, áşıkları da def gibi döğünmeye başlarlardı. Gönül böyle teláşlı bir vaziyette rakipleriyle mücadele içerisindeyken, ortaya neredeyse yüz yaşında, akbaba suratlı, kanbur bir adam çıkıverdi. Çocuğun hocası oldu, o elması parmağına taktı ve gönül verdiği o ay yüzlüyü gönül yaralarına sardı. Hasta kalbim bir bahane ile kaçıp gittiğinde, yıllardan 1784'tü'.

BU, BİZİM TARİHİMİZ

Defter-i Aşk'ta kayıtlı olan son sevgili, İsmail adında bir gençti. Saraydan ayrılmasından sonra İstanbul sokaklarında bir müddet işsiz-güçsüz dolaştığını anlatan şair günün birinde Galata'ya gittiğini, İsmail'e oradaki bir meyhanede rastladığını ve yedi ay beraber yaşadıklarını söylüyordu:

'Yolum Galata semtine düştü, sitemler eden bir güzel gördüm. Adı İsmail'di ve bu sakat vücudum onun kurbanı oldu. Meğer o cihanın şuhu, çengiler arasında güzelliğiyle şöhret bulmuş, ayıbı sadece o milletten olmasıymış. Gerçi o fidan boylu onlardan idi ama aşk onu gönül padişahı yaptı. Gayretli aşkın kaidesi, böyledir ve gönülde Timur haline getirir. O áfet, meyhane köşelerini sevgililere kavuşma yeri yaptı. Raksa başlar, bir yandan da içki sunardı. Parlayan yeni bir ay gibi olan o sevgili, gönlümün hálesinde tam yedi ay kaldı'.

Bazı kişilerin Fazıl'ın yahut Deli Birader'in yandaki kutuda yeralan hikáyesini okuduktan sonra 'Bu adam geçmişimize yine hakaret ediyor' dediklerini duyar gibiyim... Ama yazdıklarımın hepsi gerçektir, belgelidir ve çok daha önemlisi 'bizim' hikáyemizdir, yani günahıyla da sevabıyla da bize aittir.


Bekir, Abdullah ve Süleyman şarkılara kadar girmişti


KENDİ cinsinden olanlara gönül vermenin örneklerine sadece eski edebiyatımızda değil, klasik müziğimizde de çok sık rastlanır. Birçok eserin konusu böyle aşklardır ama güfteler, yani bestelerin sözleri ağdalı bir dille yazılmış oldukları için bestekárın ne dediğini pek anlamayız. İşte, Klasik Türk Müziği'nin bazı çok önemli eserlerinden birkaç örnek:

'Ay yüzlü sevgilimizin sakalları çıkmaya başlayınca, halimizi anlatan kitaba sevda bahsi yazıldı' (Küçük Mehmed Ağa'nın Evcárá makamındaki bestesi: 'Gelince hatt-ı mu-anber o meh-cemálimize').

'O güzel Hristiyan genci, beline takması gereken 'zünnar' denilen kemerini gerdanına takıp bir yortu günü geldi, gönlümün kilisesini yıktı' (Tanburi Ali Efendi'nin Hüzzam şarkısı: 'Tersá güzeli gerdana zünnárını taktı').

'Sevgilinin saçlarından yanağına ter damlaması, gülümseyen bir gül yaprağına şebnemin düşüşü gibidir. Saçının altındaki sakallarını görenler, bahar bulutunun gül bahçesi üzerine saldığı gölge zannediyorlar' (Cerrahpaşa Müezzini Halil Efendi'nin Hicaz makamındaki bestesi: 'Düşse zülfünden arak ruhsár-ı cánán üstüne').


Türkçe’nin en serbest cinsellik kitabını bir din bilgini yazdı


TÜRK Edebiyatı'nda cinselliği ve eşcinsel ilişkiyi en serbest ama en komik şekilde anlatan ilk eser, bundan beş asır önce yazıldı: 'Dáfiu'l-Gumum ve Ráfiu'l-Humum', yani 'Gamları Defeden ve Kaygıları Kaldıran Kitap'. Eser, 'Gazáli' yahut 'Deli Birader' diye bilinen Durmuş oğlu Mehmed'e aitti.

Bursa'da 1466'da doğan Gazáli medresede okudu, zamanının büyük din bilginlerinden dersler aldı ve Bursa'daki Bayezidpaşa Medresesi'nde hocalık yaptı. Sonra sıkıldı, Sultan Bayezid'in oğlu Korkud'un maiyetine girdi.

Yavuz Sultan Selim'in tahta geçip kardeşi Korkud'u idam ettirmesinden sonra Bursa yakınlarındaki Geyiklibaba Türbesi'nde şeyhlik etmeye başladı. Ama yine sıkıldı, Sivrihisar'a oradan da Akşehir'e ve Amasya'ya geçip yeniden medrese hocası oldu. Sivrihisar'dan niçin ayrıldığını soranlara 'Yer sivri olduğu için bir türlü huzur bulamadım' diyordu.

Derken İstanbul'a gelip Beşiktaş'ta bir hamam açtı ama hamamda delikanlılarla yaptığı álemler İstanbul'un diline düştü. Dedikodular zamanla öylesine arttı ki halk gidip hamamı Gazáli'nin başına yıktı.

İstanbul'da barınamayacağını anlayan şair, bu defa çok daha uzak bir yere, Mekke'ye yerleşti. Bir gün bir sohbet sırasında dostlarına 'Ben artık bu dünyadan gidiyorum' dedi ve birkaç dakika sonra ölüverdi. Yıl, 1535 idi. Çıkardığı bütün rezaletlere rağmen aslında bir din bilgini olduğu için cenaze namazı Kábe'de kılındı ve Kábe'nin yakınındaki bir mezarlığa defnedildi.

Gazáli'nin, Şehzade Korkud'a ithaf ettiği 'Gamları Defeden ve Kaygıları Kaldıran Kitap' yedi fasıldı ve nikáhlı kadınların faziletinden cinsel ilişkinin faydalarına, kadın ve erkek düşkünlerinin mukayesesinden servi boylu delikanlıların hoşluğuna, gümüş tenli genç kızlardan alınan zevklere, ruyada yaşanan bazı hallere ve hatta sabuna kadar, cinsellik konusunda aklına ne geldiyse yazmıştı.

Deli Birader'in buraya tek bir satırını bile nakletmeme bugünün anlayışından tutun, kanunlara kadar birçok engel var. Başka bir ifade ile söyleyeyim: Tam beş asır önce kaleme alınıp serbestçe okunmuş olan bir kitabı bugün yayınlayamıyoruz!

'Gamları Defeden ve Kaygıları Kaldıran Kitap'ın içindekileri merak ediyorsanız ve Osmanlıcanız iyi ise, İstanbul Üniversitesi'nin Bayezid'deki Kütüphanesi'ne kadar uzanın, Türkçe Yazmalar kısmındaki 9659 numaralı eseri isteyin; Deli Biraderelinizdedir.

Ama önünüzde küçük bir engel var: İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Kemal Alemdaroğlu ile kütüphaneden sorumlu olan hanım profesör üniversitenin elyazmalarını senelerden beri sandıklarda tuttukları için sadece Deli Birader'in eserini değil, hiçbir elyazmasını okumanız mümkün değil... Hatta, en önemli nüshası maalesef yine bu kitaplıkta, TY.5502 numarada bulunan Enderunlu Fazıl'ı bile...

İnanmıyorsanız kütüphane işte orada, gidin ve şansınızı deneyin...
Yazının Devamını Oku

Tayyip Bey at evliyasının duasını almamış olan ata bindiği için düştü

3 Ağustos 2003
Günlerce, başbakanın Cihan isimli atın sırtından düşmesini tartıştık. Herkes ya atı, ya seyisi, ya korumaları, yahut da doğrudan doğruya başbakanı suçladı ama kabahat bence Cihan'ın sahiplerindeydi. Zira eski bir Türk geleneğine göre devlet büyükleri ‘‘at evliyası’’nın duasını almamış olan ata kesinlikle bindirilmezdi. Cihan evliya ziyaretine götürülmediği için Tayyip Erdoğan'a láyık değildi ve dua almamış bir ata bindirilen başbakanın o atın sırtından düşmesi de normaldi! İşte, bir zamanların Üsküdar'ının en meşhur ziyaret mekánlarından olan ‘‘at evliyası’’nın öyküsü...

GÜNLERDİR, Cihan isimli atın Tayyip Bey'i sırtından atmasını tartışıyoruz. Şimdi ya at, ya seyis, ya başbakanın korumaları, yahut da doğrudan doğruya Tayyip Bey suçlanıyor ve 'Ya çok daha fena birşey olsaydı?' deniyor.

Ama çok önemli bir hususu unutuyoruz: Eski bir geleneğimize riayet edilmemesini ve başbakanın 'at evliyası'nın duasını almamış bir ata bindirilmiş olmasını... Dolayısıyla kabahat bence başbakanı sırtından atan Cihan'da değil, Cihan'ın sahiplerindedir. Asırlar öncesinden kalma bir geleneğe göre devlet büyükleri 'at evliyası'nın duasını almamış olan atlara kesinlikle bindirilmezlerdi. Cihan isimli at evliya ziyaretine götürülmediği için Tayyip Erdoğan'a láyık değildi ve dua almamış bir ata bindirilen başbakanın o atın sırtından düşmesi de normaldi!

İşte, İstanbul'da asırlar boyu varolan bu 'at evliyası' bahsinin ayrıntıları:

At, tarihimizin ayrılmaz parçalarından biriydi. Hayatları at üzerinde geçen Türkler ata kutsallık verecek derecede saygı göstermişlerdi ve at, günlük hayatın olduğu kadar protokolün de önemli bir unsuruydu. Devlet adamı yaşı ne olursa olsun ata binmek zorundaydı, zira atsız bir iktidar düşünülemezdi. Meselá, 70 küsur yaşındayken Zigetvar Kalesi'ni kuşatmaya giden Kanuni Sultan Süleyman ayakta duramayacak vaziyette hasta olduğu halde ata binmek için gayret sarfetmiş, askerine at sırtında görünmüştü. Zigetvar kuşatması gerçi hükümdarın son seferi olmuş ve Kanuni hayata savaş meydanında veda etmişti ama sultanı at üzerinde gören asker şevke gelip 'alınmaz' denilen kaleyi fethetmişti.

ATI TAVAF ETTİLER

Hükümdarların çok sevdikleri atları için mezar inşa ettirmeleri de eski Türk ádetlerindendi. Bu mezarlardan biri Fatih Sultan Mehmed'in atına aitti, hükümdarın atı Eyüp tepelerine, Piyer Loti Kahvesi'nin bulunduğu yere defnedilmişti ama en meşhur, hatta kutsal kabul edilen at mezarı, Sislikır'ın kabriydi.

'Sislikır', tarihlere 'Genç Osman' diye geçen Sultan İkinci Osman'ın en sevdiği atıydı. 1619 senesinde dünyasını değiştirip padişahı derin bir hüzne garkedince, Genç Osman, can yoldaşı gibi gördüğü atının ismini sonsuza kadar yaşatmak istedi. Sislikır'ın Üsküdar'daki Kavak Sarayı'nın avlusuna defnedilmesini buyurdu ve başına bir de kitabe diktirdi. 96 santim uzunluğunda ve 62 santim genişliğinde olan kitabede 'Zıll-i Hak (Allah'ın gölgesi) Hazret-i Osman Han'ın / Sislikır nám (isimli) atı öğülmüştür / Emr-i Yezdán ile mevt irişecek (Allah'ın emriyle ölüm gelince) / Bu makam içre (buraya) o gömülmüştür' yazılıydı.

Aradan kısa bir müddet geçti, Sislikır'ın ismi zamanla efsaneleşti ve hükümdarın atı birdenbire 'at evliyası'na dönüverdi. Sancı çeken, başka hastalığa yakalanan yahut uysal olması istenen atlar Üsküdar'a getiriliyor, Sislikır'ın mezarı üç defa tavaf ettirilip şifa bulmaları veya sakinleşmeleri bekleniyordu.

Sislikır'ı başka at kabirleri takip etti ve Karacaahmed Mezarlığı'nda atlara mahsus bir bölüm açıldı. At kabristanının, düzgün bir altıgen oluşturacak şekilde dikilmiş altı adet mermer sütunun üzerinde yükselen bir de kubbesi vardı. Devlet büyüklerinin atlarının defnedildiği mekán, zamanla her biri evliya kabul edilen dört ayaklı sakinlerinin duasını almaya gelenlerle dolup taşmaya başladı.

Aradan asırlar geçti, Üsküdar'daki Kavak Sarayı yıkılıp gitti, Sislikır'ın mezar kitabesi sokaklara düştü ama at ziyaretlerinin ardı arkası kesilmedi. Hasta yahut huysuz atlar hemen her gün taşı tavaf etmedeydi.

Ama taş kaybolup gideceği endişesiyle 20. asrın ilk senelerinde bulunduğu yerden kaldırıldı ve Gülhane'deki Çinili Köşk'e nakledilip depoya kondu. Karacaahmed'deki at mezarlığı da zamanla yokoldu, İstanbul'da tek bir 'at evliyası' kalmadı ve kalmayınca da atlar başbakanları bile sırtlarından atar hále geldiler.

Tayyip Bey işte bu yüzden, yani at evliyasının mezarını tavaf etmemiş ve dua almamış bir ata bindirildiği için düştü. Düşmesi ile ilgili başka sebep hiç aramayalım!

Başbakana 900 yıl öncesinden at öğütleri

İRAN taraflarında 'Ziyaroğulları Devleti' diye bilinen ufak bir memleketin hükümdarı olan Keykávus, tam adıyla ve unvanıyla 'Emir Unsurü'l-Maáli Keykávus bin İskender bin Kabus bin Veşmgir', bundan dokuz asır önce yaşadı.

Ziyaroğulları'ndan bugünlere hemen hemen hiçbir şey kalmadı ama Keykávus hiç unutulmadı. Zamanının büyük álimlerindendi, bir hayli kitap yazmıştı ve 'Kábusname' bunların en önemlisiydi. Nasihatlerle dolu olan Kábusname'de iyi bir devlet adamının özelliklerini anlatıyor, memleket idaresinden satranca, yemek yeme usullerinden hamamda yıkanmaya, yıldızlardan geleceği okumaya, kılıç kullanmaya, tıbba ve hatta iyi bir atın nasıl olması gerektiğine kadar akla gelen hemen her konuda dersler veriyordu.

Farsça olan Kábusname, Türkçe'ye defalarca tercüme edildi. Bu tercümelerden biri 1400'lü senelerin başında Mercimek Ahmed tarafından yapılmış, Türk Edebiyatı'nın son álimlerinden olan Orhan Şaik Gökyay da 500 yıl öncesinin bu metnini 1940'larda elden geçirip yeniden yayınlamıştı.

44 bölümden meydana gelen Mercimek Ahmed tercümesinin 25. bölümü 'Bu fasıl, at alırken nasıl at almalı ki o at iyi ola ve alan aldanmaya; bunu beyán eder' başlığını taşıyordu. İşte, Keykávus'un atın iyisini ve kötüsünü anlama hususunda yazdıklarının bir bölümü:

'...Ey oğul! Alacağın atın evvelá çehresine bak, böylece atın huyunu anlamadığın durumlarda hiç olmazsa güzelliği ve çirkinliği hususunda yanılma. Zira, çirkin atın hüneri de olmaz ve çirkin at yaramazdır.

İyi atın dişleri ince ola, düz ola ve aşağı dudağı yukarı dudağından uzun ola, yani aşağı dudağı sarkık ola. Burnu yüce ve çekilmiş ola. Alı yassı, kulağı uzun ola. Boynunun boğaz tarafı ince, göğüs tarafı kalın ola. Kolan yeri ince, inciği kalın ve bileğinden de kısa ola. Yelesi kısa ve ince ola ama kaba olmaya. Arkası ince, böğrü küçük, eliyle ayağının arası geniş ve açık ola. Kuyruğu ince, hayası ve derisi kara ola. Gözü ve kirpiği dahi kara ola. Yürürken yavaş ola ve ürkek olmaya. Sağrısı yassı ve geniş ola. Budunun iç tarafı bol etli ola.

Atların iyi taraflarını böylece öğrendikten sonra, şimdi de ayıplarını bilmen gerek!

Ey oğul, şöyle bilmiş ol ki, atın kısrak gördüğünde bir tarafını hareket ettirip kişnemesi ayıptır ve böyle at işe yaramaz. Gece gözü görmeyen at da bir işe yaramaz. Bir at, diğer atların geceleri ürktüğü şeylerden ürkmez ise, gece körü olmuş demektir. Solak at da hiç iyi değildir. Atı bir kapıdan içeri sokasın, evvelá sol ayağı ile girdi ise solaktır ve işe yaramaz demektir, o atı zinhár kullanmayasın.

...Böyle fena atlardan biri de ‘tevsen’ yani huysuz attır ve adamı üzerine bindirmez. Bu atın özellikleri birdenbire korkup sıçraması, kaçması, kişnemesi, dişlemesi, tepmesi, terslemesi ve ısırmasıdır. Böyle atlardan uzak durmak gerekir...''


Yunan Kralı Aleksandr’ı kendi maymunu öldürmüştü

BİR maymun, 20. yüzyılda genç bir Avrupalı kralın canını aldı: Yunan Kralı Aleksandr'ın...

1893'te doğan Aleksandr, Birinci Konstantin'in oğluydu. Kral Konstantin ülkesini Birinci Dünya Savaşı'na sokmadığı için müttefikleri ve başbakanı Eleutherios Venizelos'u karşısına almış ve 1917'nin 12 Haziran'ında tahttan feragat etmek zorunda kalmıştı.

Konstantin'in yerine 24 yaşında olan küçük oğlu Aleksandr geçti. Atina'da ipler Başbakan Venizelos'un elindeydi. Genç kral arabalarının motorlarını söküp takmaktan ve kedi, köpek, kuş yahut maymun gibisinden hayvanlarıyla vakit geçirmekten başka bir iş yapamaz olmuştu.

Kral, 1920'nin 27 Eylül günü köpeği Fritz'i yanına alıp yine garajına gitti ve her zamanki gibi motor tamirine başladı. Biraz sonra, evcilleştirdiği maymunlarından ikisi garaja gelip Kral'ın ayaklarının dibinde oturan Fritz'i, yani köpeği mıncıklamaya başladılar. Fritz maymunlara saldırınca ortalık karıştı, genç kral kavgayı ayırmaya çalıştı ama maymunlardan biri dişlerini kralın bacağına geçiriverdi.

Önce önemsenmeyen yara ertesi gün mikrop kaptı, krala dört haftada tam yedi ameliyat yapıldı ama Aleksandr 25 Ekim 1920 günü hayvanlarını öksüz bıraktı.

Yunanistan'da yeni kralı seçmek için 5 Aralık 1920'de referandum yapılacak, halk tahtın eski sahibi Konstantin'i isteyecek, sürgüne bu defa Başbakan Venizelos gidecekti.
Yazının Devamını Oku

Amerika bir zamanlar vergi ve ‘haraç’ mükellefimizdi

20 Temmuz 2003
Size belki masal yahut hayal mahsulü gibi gelebilir ama askerlerimizi gözaltına almaya kalkan Amerika Birleşik Devletleri, bir zamanlar bize vergi öderdi! Amerika, Üçüncü Selim'in tahtta bulunduğu 1790'lı yıllarda ticari gemilerinin Akdeniz'de dolaşabilmesi için o devirlerde birer Türk eyaleti olan Cezayir, Trablusgarb ve Tunus'un idarecileriyle ayrı ayrı anlaşmalar imzalamış ve yıllık verginin yanısıra bu eyaletlerde esir bulunan denizcilerini kurtarabilmek için, sadece Cezayir'e 642 bin 500 dolar ‘‘haraç’’ vermişti.

SÜLEYMANİYE'de gözaltına almaya kalkıştığı askerlerimize turuncu tulumlar giydirip ellerini bağladıktan sonra başlarına torbalar geçirip götüren Amerika, bir zamanlar vergi mükellefimizdi. Üstelik bize sadece vergi vermekle de kalmaz, resmen 'haraç' bile öderdi.

İşte, şimdi sizlere masal yahut hayal gibi gelebilecek olan bu hadisenin ayrıntıları:

18. yüzyılın sonlarına kadar, bağımsız bir sultanlık olan Fas dışında Kuzey Afrika'nın tamamı, Türk hakimiyeti altındaydı. Mısır, imparatorluğun tabii bir parçasıydı ve o zamanlarda 'Garp Ocakları' denilen Kuzey Afrika'daki topraklarımızda Tunus, Cezayir ve Trablusgarb eyaletleri teşkil edilmişti. İstanbul gerçi Fas'ı da kendi toprağı olarak görüyor ve káğıt üzerinde de kalsa bir eyalet kabul ediyordu ama bu hakimiyet konusu tartışmalıydı. Fas'ın başında bir 'Sultan' vardı ve o devirde 'Magrib' denilen Fas, bağımsız gibiydi.

Osmanlı, 'Garp Ocakları'ndaki iktidarını bu topraklara Anadolu'dan, özellikle de Ege tarafından sevkettiği askerler ve levendler sayesinde devam ettirirdi. İdari güç, bölgenin en sözü geçen kişisi olan ve 'Dayı' unvanını taşıyan yöneticilerin elindeydi.

Garp Ocakları'nın içişlerinde teferruata girmek istemeyen İstanbul, buralarda 'divan'lar kurmuştu. Divana memleketin ileri gelenleri katılır, aralarından birini reis seçerler, 'Dayı' unvanını alan bu reis kendi adamlarını tayin eder, bir çeşit hükümet kurar ve eyaletin hákimi kabul edilirdi. Her eyalette gerçi İstanbul'dan gönderilmiş birer 'vali' de vardı ama valiler işlere pek karışmazlar, padişahı temsil etmekle yetinir, konaklarında oturur ve 'Dayı'nın kararlarını tasdik ederlerdi.

KORSANLIKLA GEÇİNDİLER

Yerli halk kendi halinde yaşar ama siláhlı güçler ve özellikle de denizciler, geçimlerini Akdeniz'de korsanlıkla sağlarlardı. Korsanların İstanbul ile ticaret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmış olan memleketlerin bayrağını taşıyan gemilere saldırması yasak, ama diğer gemileri yağmalaması serbestti.

İşte, Amerika'nın bir zamanlar bize vergi ve haraç vermesini bu korsanlarla 'Dayı'lardan biri, Cezayir Dayısı olan Hasan Paşa sağlamıştı.

1776'ya kadar İngiliz sömürgesi olan Amerika bağımsızlık savaşını kazanmış ve mücadelenin lideri George Washington, yeni devletin ilk başkanı seçilmişti.

Amerika artık diğer kıt'alara açılmak, ticaret ve deniz yollarında faaliyet göstermek zorundaydı. Kongre'nin bu maksatla görevlendirdiği kişiler, Akdeniz'deki ilk anlaşmayı 1786 Temmuz'unda Fas ile imzaladılar. Fas Sultanı, Amerika ile dost olduğunu duyuruyor ve Amerikan gemilerinin Fas limanlarını kullanmalarına izin veriyordu.

Osmanlı Devleti ile henüz benzer bir anlaşma yapılmamış olmasına rağmen, Amerikan ticaret gemileri Akdeniz'de seyretmeye başlamışlardı. Cezayirli korsanlar, 1785'ten itibaren rastladıkları Amerikan gemilerine el koydular, mallarını yağmaladılar ve denizcileri de esir olarak Cezayir'e götürdüler.

Başkan George Washington, Kuzey Afrika'da yaşanan bu hadiselerden Kongre'yi haberdar etti ve 1795'te Joseph Donaldson başkanlığındaki bir Amerikan heyeti görüşmeler yapıp anlaşmaya varmak üzere Cezayir'e gitti.

Joseph Donaldson ile Cezayir Dayısı Hasan Paşa, 5 Eylül 1795 günü Cezayir'de bir 'Dostluk ve Barış Anlaşması' imzaladılar. Metin Türkçe olarak kaleme alınmıştı ve daha önce Fas ile imzalanan ve Arapça olarak kaleme alınan 1786'daki anlaşmadan sonra, Amerikan tarihinin İngilizce olmayan ikinci metniydi.

642 BİN 500 DOLAR HARAÇ

Cezayir Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için Dayı'ya 642 bin 500 dolar 'haraç' ödeyecek ve her sene 12 bin Cezayir altını eden 21 bin 600 dolar vergi verecekti. Amerikan Kongresi, anlaşmayı 1796'nın 7 Mart'ında onaylayınca, metin yürürlüğe girdi. Kongre, böylelikle Osmanlı Devleti'ne resmen vergi mükellefi oluyordu.

Amerika, 1796'nın 4 Kasım'ında Trablusgarb'ın, 1797'nin 28 Ağustos'unda da Tunus'un Dayıları ve Beyleri ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca Amerikan tarafı Trablusgarb Bey'i Yusuf Paşa ile 'divan'ına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri karşılığında 40 bin İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb'ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüd ediyordu.

Yine Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri, besmeleyle başlayan metnin hemen girişinde 'Bu belge dünyanın hákimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han'ın oğlu Sultan Selim Han'ın dikkatli nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O'nun hükmünü daimi kılsın' şeklindeki ifadelerin yeralmasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekteydi.

Amerika, 'Garp Ocakları'na vergisini 19. asrın ilk çeyreğine kadar ödemeye devam etti ama bu mükellefiyetten daha sonra güç kullanarak kurtuldu. Trablusgarb Paşası'nın 1801'de kendi başına Amerika'ya savaş ilán etmesi üzerine bir Amerikan donanması limanları bombaladı, sahile asker çıkardı. Aynı gelişmeler daha sonra Cezayir'de ve Tunus'ta da yaşandı. 1824'e gelindiğinde, Amerika, eyaletlerinmize vergi ödeme yükümlülüğünden artık tamamen kurtulmuştu!

Amerika ile Osmanlı eyaletleri arasında imzalanan bu metinler, Amerikan diplomasi tarihinde 'Barbary Treaties' yani 'Barbary anlaşmaları' olarak geçer. 'Barbary' kelimesi, aslı 'Barbarosa' olan ve 'kırmızı sakal' anlamına gelen 'Barbaros'un kısaltılmışıdır, yani gerisinde Barbaros Hayreddin Paşa'nın hatırası vardır ama bir görüşe göre de Kuzey Afrika'nın yerli halkı olan 'Berberiler'den kaynaklanır.

Bu anlaşmaların metinleri, Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin başlattığı 'Avalon Projesi' çerçevesinde yayınlandı ve bir kısmı da Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi doçentlerinden Hasan Tahsin Fendoğlu'nun 'Modernleşme Bağlamında Osmanlı-Amerika İlişkileri' isimli kitabında yeraldı.

Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkiler, Amerika'nın bir zamanlar sadece vergi değil, üstelik 'haraç' mükellefimiz olmasıyla, işte böyle başlamıştı.


Şair levendin savaş şiirleri


GARP Ocakları'nın, yani Kuzey Afrika'daki Osmanlı eyaletlerinin şairlerinin, Türk Edebiyatı'nda ayrı bir yerleri vardır.

Aşağıda, 18. asırda Cezayir'de yaşayan ve şiirlerinde 'Seferlioğlu' adını kullanan bir levend-şairin savaşlardan bahsettiği bir şiiri yeralıyor. Bu şiirin bulunduğu eser şimdi Cezayir Milli Kütüphanesi'nin 'elyazmaları' bölümünde muhafaza ediliyor. Cezayir'de 1991'deki darbeyi izlediğim sırada mikrofilmini aldığım bu çok önemli yazmanın fotoğrafını yayınlamak, bugüne kısmetmiş.

Seferlioğlu, şiirinde katıldığı bir savaşı bakın nasıl anlatıyor:

'Cezayir Dayısı ol (o) Gazi Mehmed Paşa / Dünyalar durdukça sen binler yaşa / Döktürdüğün toplar hiç gitmez boşa / Söylensin námın dillerde bir zaman.

Küffar göbekli burca hamleder (saldırır) heman / Yaptırdığın burçlar hiç vermez aman / Topçular top taşın vurduğu zaman/Dağlar taşlar sadá verir bir zaman.

Burc pulattan (çelikten) atar bombacıbaşı / Bombacılar saçar küffára (káfirlere) zehri áteşi / Lanconlar önünde eder cenk savaşı / Söylensin námın dillerde bir zaman.

Senin reislerin ederler cengi / Kurarlar küffára ol türlü fendi / Cuma günleri kurdular bir áli cenki / Söylensin námın dillerde bir zaman.

SEFERLİOĞLU cihána gelmiştir hemán / Magrib illerini medheylesin bir zaman / Burmalı toplar atıldığı zaman / Donanma halkı firar eyledi bir zaman' (28.a).
Yazının Devamını Oku

Amerika'ya nota vereceksek işte bu notaları verelim

13 Temmuz 2003
Amerikalılar'ın Süleymaniye'deki Türk özel tim mensuplarını derdest edip götürmelerinden sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ‘‘Nota vermek müzik notası vermeye benzemez’’ demesi, bana Amerikalılar'a verebileceğimiz bazı notaları hatırlattı ve arşivimden bu işte kullanıla-bilecek birkaç örnek seçtim. İşte, Bağdat taraflarından yahut askerle-rimizin derdest edilmesi hadiselerinden bahseden ve asırlar öncesinden kalma bazı notalarla öyküleri...

AMERİKAN askerlerinin Süleymaniye'deki Türk özel tim mensuplarının ellerini arkadan bağlayıp başlarına çuval geçirerek derdest etme rezaleti sırasında, gündeme bir 'nota' meselesi geldi. Gazeteciler, Başbakan Tayyip Erdoğan'a 'Amerika'ya nota verilecek mi?' diye sordular ve Başbakan'dan 'Nota vermek müzik notası vermeye benzemez' cevabını aldılar.

Başbakan'ın bu cevabını işitince, 'Amerika'ya nasıl bir nota vermemiz gerekir?' diye düşündüm. Sonra, arşivimde bu işe yarayabilecek bazı notalar yani müzik notaları aradım, eskiden kalma bir hayli örnek buldum ve belki bir işe yararlar diye birkaçını yayınlayayım dedim.

Bunlardan biri, 17. asırda yaşamış 'Kara Haydar' adındaki eşkiyanın oğlu olan ve 'Haydaroğlu' diye bilinen bir ásinin nasıl tepeleneceğini askerin ağzından anlatan eserin notasıydı.

İşte, bu eserin ve notasının öyküsü:

Dördüncü Murad ve Sultan İbrahim zamanında yaşamış olan Kara Haydar, Anadolu'da seneler boyu yol kesip haraç almış, üzerine gönderilen askerleri her defasında bozguna uğratmış, şehirleri ve kasabaları basıp önüne geleni dağa kaldırmış ve hem saraya, hem de halka illállah dedirtmişti.

Nihayet günün birinde yakalanıp idam edildi ama bu defa oğlu Mehmed dağa çıktı. Babasının kanını dava ediyor, onu ortadan kaldıranlardan intikam alacağını söylüyordu.

HAYDAR’IN OĞLU HAYDAROĞLU

Mehmed, 'Haydaroğlu'
diye biliniyordu ve yaptıkları babasına rahmet okutacak gibiydi. Zamanla işi daha da ileri götürdü, İstanbul Sarayı'na haber yollayıp 'Beni Anadolu'da sancakbeyi ilán etmezseniz Topkapı'ya kadar gelirim haaa!' demeye başladı.

Haydaroğlu, yakalanması için gönderilen bütün birlikleri dağıttı ve talan sahasını daha da genişletti. Üzerine bir ara o zamanın önce gelen devlet adamlarından olan İbşir Paşa yollandı, Paşa ásileri dağıttı, Haydaroğlu dağlara kaçtı ama askerin 'Bu işi halledildi, eşkiyanın kafası ezildi. Bir daha ortaya çıkamazlar' deyip geri dönmesi üzerine dağdan indi. Eskisinden daha da büyük bir çete kurdu ve işini büyüttü. Artık yol kesip kasabalardan haraç istemiyor, gidip büyük şehirlere saldırıyordu.

Günün birinde kalkıp Afyon'u kuşattı, şehrin girişindeki kışlayı güpegündüz bastı, içerideki askerleri derdest edip götürdü ve götürdüğü askerlerden bir daha haber alınamadı.

Haydaroğlu'nun kışla baskını, İstanbul'u karıştırdı. Saray ve devletin tepesindekiler 'Eşkiya artık masum askeri de dağa kaldırmaya başladı' diye konuşurlarken, ásinin cür'eti ordudaki saz şairlerine de konu oldu ve günün birinde nasıl tepeleneceğini anlatan besteler yapıldı.

Bu bestelerden biri, aslında asker olan 'Kátip Ali' adındaki bir saz şairine aitti. 'Haydaroğlu aklın yok mu başında / Niçin Ál-i Osman'a (yani, Osmanlı'ya) ási olursun?' diye başlıyor ve devlete daha önceleri başkaldırmış olan diğer eşkiyanın başına neler geldiğini hatırlatıyordu. Meselá 'Mehdi'nin derisi yüzülmüş, 'Mánoğlu' tepelenmiş, 'Kayalıoğlu' asılmış ve daha birçok ási, o zamanın meşhur celládı Kara Ali'nin elinde işkencelerle can vermişti.

PARMAKKAPI’DA ASTILAR

Haydaroğlu'
nun ákıbetini merak edenler için anlatayım: Afyon'u kuşatıp kışladaki askerleri götürmesinden sonra Isparta'ya yürüdü ve bu defa orayı kuşattı. Halk, şehre girmemesi karşılığında ne isterse alabileceğini söyleyince Isparta'nın eteklerinde kamp kurdu ve içkinin su gibi aktığı eğlencelere daldı. Şehirdeki kuvvetler gecelerin birinde kampı bastılar, Haydaroğlu sarhoş vaziyette yakalandı, adamlarının çok az bir kısmı kaçıp kurtulabildi, kaçamayanlar öldürüldü, Haydaroğlu hemen İstanbul'a yollandı ve 1649 ilkbaharında Parmakkapı'da ipe çekildi.

Amerika'ya, Kátib Ali'nin bu bestesinden başka verebileceğimiz aslında daha çok notalarımız var... Meselá, 'Alioğlu' adındaki bir başka saz şairinin, 1626 Mart'ında zaafımızdan istifade ederek Bağdat'a giren İranlılar'a hitaben yazdığı bir destan da bu iş için gayet uygun görünüyor. Alioğlu İran Şahı'na hitab ederek 'Hangi kuvvetine güvenip de Bağdat'a geldin? Osmanlı şahindir, gelir üstüne konar, şahinin pençesine giren de yolunur! Askerimiz yola çıktı, geliyor! Bağdat'ı alıp senin ciğerini sökecek ve İmam Azam'ın türbesinde namaz kılacaklar. Kimin güçlü, kimin zayıf olduğunu çok yakında öğreneceksin' diyor.

Bu notaları 17. asırda kaleme alınan ve şimdi İngiltere'de, British Museum'da saklanan elyazması bir nota mecmuasının bendeki mikrofilminden naklettim. Başbakan Tayyip Erdoğan, Washington'a sözünü ettiği şekilde bir nota vermek istediği takdirde, arşivim emirlerine ámádedir...


Asker kaldıran ásiye ‘Aklını başına al’ notası


'Haydaroğlu aklın yok mu başında / Niçin Ál-i Osman'a (Osmanlı'ya) ási olursun / Her ne zulüm işledinse dünyada / Ettiklerin cümle bir bir bulursun.

Saydederler (avlarlar) seni türlü fen ile / Kurtulmazsın nice yüz bin and ile / İlyas Paşa gibi kayd ü bend ile (ellerin kolların bağlı şekilde) / Yarın Hünkár divanına (padişahın huzuruna) gelirsin.

Çok ásiyi çengellere dizdiler / Mánoğlu'nun askerini bozdular / Hem Mehdi'nin derisini yüzdüler / Kayalıoğlu berdár oldu (asıldı) bilirsin.

Niçin oturmazsın kendi hálinde / Şimdi sensin cümle halkın dilinde / Bilmiş ol ki Kara Ali'nin (17. asır İstanbul Sarayı'nın meşhur celládı) elinde / Türlü türlü azáb ile ölürsün.

Kátip Ali eydür (söyler) var git işine / Dar ederler gen (geniş) dünyayı başına / Karga kuzgun konar bir gün leşine / Sanma böyle yaptığınla kalırsın' (British Museum, Sloane 3114, varak: 32.a).


Dostluk şarkısı káğıt plağa kaydedilmişti


'AMERİKA, Amerika! Türkler dünya durdukça, beraberdir seninle hürriyet savaşında' sözleriyle başlayan parçayı bilmem hatırlar mısınız?

Şarkı 1950'lerde, Kore Savaşı'ndan sonra bestelenmiş, tangocu Celál İnce tarafından Amerika'da okunmuş, Amerika'nın Sesi Radyosu marş havasındaki bu eseri üzeri plastikle kaplı tek taraflı káğıt plaklara basmış ve onbinlerce plak dostluk nişanesi olarak Türkiye'nin hemen her yerinde bedava dağıtılmıştı.

Plağın üzerinde İstanbul ile New York'un fotoğraflarıyla beraber 'Hürriyet hakkında meşhur sözler' başlığıyla Atatürk'ün, George Washington'un, Thomas Jefferson'un ve Ziya Gökalp'in sözleri yazılıydı. Celál İnce 'Amerikaaaa!' diye haykırdıktan sonra 'Bir dostluk şarkısıdır, kardeşlik şarkısıdır / Azmimizdir hür yaşamak, dünyada sulhu sağlamak / Ankara ile Washington, İzmir ile San Francisco / Benzerler birbirlerine... / O muhteşem beldeleri, pınarları, nehirleri...' diye devam ediyordu.

Gördüğünüz bu resim, üzeri plastik kaplı káğıt plaklarda kalan 'Dostluk Şarkısı'nın unutulmuş fotoğrafıdır.
Yazının Devamını Oku