Sınırlar açılmaya başlayınca turist kabul eden ama aynı zamanda ruhumuza da iyi gelecek, hayalimi gerçekleştirebileceğimi düşündüğüm Hollanda’ya karar verdik.
Aslında bu ülkeye ilk gidişim değildi. 2012’de Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer’le İstanbul’da açılacak Hollanda Sanatının Altın Çağı sergisi öncesi Amsterdam’a gitmiş, Avrupa’nın en büyük müzelerinden Rijksmuseum, Museum Het Rembrandhuis’u, Van Gogh Müzesi’ni onun rehberliğinde ziyaret etmiştik.
Daha sonra kızımızı Amsterdam’a götürmüş, kısa bir müze ve kent turunun ardından da araba kiralayarak kuzeyde kanal boyunca dolaşmış, küçük bir köydeki çiftlik evinde birkaç gün konaklamıştık.
Her iki seyahatimiz de unutulmazlarım arasındaydı. Fakat bu kez önceliğimiz derin bir nefes alma ve huzur odaklı bir seyahatti. Bu yüzden de Lahey’de karar kıldık.
Ama merakla beklediğim kitap iki gün içinde elime geçti ve hemen okudum, inceledim. “Asırlık Tariflerle Türk Mutfağı”nın kapağı öncelikle yalın tasarımıyla dikkat çekiyor. Bu yalınlık aynı zamanda tüm zenginliğine ve çeşitliliğine karşın Türk mutfağının sadeliğine de işaret ediyor.
Emine Erdoğan, yurtdışı ziyaretlerinde Türk mutfağının yeteri kadar ve hak ettiği ölçüde tanınmadığını görünce felsefesinden tekniğine, malzemelerinden yapılış yöntemine mutfağın inceliklerini anlatan bir kitap projesinin hayata geçmesinin gerekliliğine inanmış.
Gastronomi konusunda çalışan akademisyenler, araştırmacılar ve şeflerden destek alınmış.
Ben, kitabın Türk mutfağının bilinirliğinin artması, özellikle de geleneksel yemeklerimizin tüm dünyada ön plana çıkan sağlıklı ve sürdürülebilir beslenme anlayışına uygunluğunun anlaşılmasına katkısının büyük olacağını düşünüyorum.
Coğrafi işaretli, menşei ve kimliği tanımlanmış ürünler gelecek kuşaklara bırakacağımız en değerli miras. Ancak bu mirası sadece üretmek yetmiyor. Sürdürülebilir olması için satılması da şart.
Farkındalığı yaratmak, bilinirliği artırmak gerekiyor. Nihai tüketiciye ulaşması için şeflere, restoranlara da büyük iş düşüyor.
Ki bugün genç kuşak şeflerin birçoğu bu sorumluluğu yerine getiriyor. Menü kartlarında ürünün adına, bölgesine yer veriyor. Ürünün tarladan sofraya sürdürülebilirliği ve izlenebilirliği, coğrafi işaretli ve yerel ürünlere sahip çıkma bilincinin artması gıdaya saygıyı da beraberinde getiriyor.
Bu konulara hassasiyet gösteren, coğrafi işaretli ürünlere destek veren, kooperatiflerle işbirliği yapan markaların, tedarik zincirindeki grupların sayısı her geçen gün artıyor. Bu konuda öncülerden biri de Metro.
Kendine has bir estetikle minimalizm ve fonksiyonelliği harmanlayan işlerle hafızalara kazındı. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti programı kapsamında İstanbul Modern’de açılan Hüseyin Çağlayan: 1994-2010 Retrospektif’i hem ülkemizde hem de yurtdışında büyük bir ilgi ve hayranlıkla izlenmişti.
Sergide yer alan moda koleksiyonları, enstalasyonları ve filmleri mimariden tarihe, antropolojiden teknolojiye, göçmenlikten kültürel kimliğe onun dünyaya bakışını yansıtıyordu.
Çağlayan şimdi de tasarım serüveninde bir ilke daha imza attı.
Bu kez özünde yaratmak olan üç alanı sanatı, tasarımı ve yemeği tabakta buluşturdu. Her zamanki özgün duruşuyla öncü bir yemek takımı tasarladı.
İkna etmek kolay olmasa da proje dört yıl önce Karaca markasının teklifiyle başlamış. Hem Karaca Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Fatih Karaca hem Çağlayan, “Koşullar nedeniyle belki proje uzadı ama bu süre zarfında biz bir aile olduk, çok uyumlu çalıştık” diyorlar. Ve sonuçta ortaya avangart tasarımlarla moda dünyasına adım attığı günlerde olduğu gibi yine farklı bir çalışma çıkıyor.
İç içe geçen piramit biçimindeki altı parçalı Digital Pearl serisi tek kişilik tasarlanmış. Gerçek incilerin kullanıldığı serideki Poly Pearl kahvaltı seti de bir lego gibi birbirini tamamlıyor.
Sosyalleşmenin minimumda olduğu günlerin ardından artık daha çok dışarıda olmak, arkadaşlarımızla, dostlarımızla buluşmak, özlediğimiz şeyleri yapmak istiyoruz.
Yediğimiz iyi bir yemek iyi geliyor. Bazen eğlence arıyoruz, bazen keşif, bazen de yemekle birlikte güzel bir manzara.
Neyse ki İstanbul’da hepsini bulmak mümkün. Son bir yılda kapanan yerlerin sayısı az değil ama yenileri de açılmaya devam ediyor. Sektör hayatın akışına uyum sağlıyor.
Bugün dört farklı konseptte, dört farklı yerden söz edeceğim...
GİNZA İSTANBUL
İstanbul yeme-içme sahnesinin en yenisi geçen hafta sonu Gümüşsuyu’nda kapılarını açan Ginza. Ginza, canlı müzikle yemeğin bir araya geldiği modern gazino konseptli yerlere talebin azalması ve maliyetlerin yüksekliği nedeniyle 3 yıl önce kapanan People’ın yerine açıldı.
Kimi zaman içinde bulunduğunuz ortamın, kimi zaman da yanınızdakilerin etkisiyle o yemeğin kokusu, tadı hep damağınızda kalır.
Deniz kıyısında büyüdüm. Çocukluğum sardalye, palamut, lüfer gibi balıkları yiyerek geçti. Ama taze balık ya da lüfer dendiğinde 15 yıl önce Assos’ta denizin yanı başındaki salaş bir balıkçıda yediğim ızgara lüferin tadı gelir aklıma.
Oslo’da, limanda, tekneden külah içinde alıp ayıkladığım okyanus karideslerinin lezzetini de hâlâ unutamam.
İki yıl kadar önce Alaçatı’da Isolee Plajı içinde Balıkçı Niyazi’nin oğlu Ali Yuvanç’ın yerine gittiğimde yediğim haşlama Özbek karidesinde Norveç karideslerinin özlediğim tadını, kokusunu bulmuştum.
Dalgaların sesi, muhteşem bir gün batımı manzarası, tüm deniz ürünlerinin tazeliği, o sadelik, bir balık restoranından beklediğim her şey vardı.
Kimi ülkeler değişimi ciddiye alarak strateji belirledi, önlemler almaya başladı. Sera gazı salınımını, karbon ayak izini azaltmak için çalıştı.
Uluslararası sözleşmeleri imzaladı. Kimileri de sorunun gelişmiş ülkeler tarafından yaratıldığını söyleyerek fedakarlığı onlardan bekledi. Yapılması gerekenleri öteledi. Bizler de kuraklık, sıcaklık artışı, yağışların dengesizliği, sel baskını, fırtına gibi küresel iklim değişikliklerinin etkilerini giderek daha ağır bir şekilde hissettik.
Son birkaç yıldır Portekiz’de, Amerika’da, Brezilya’da, Yeni Zelanda’da, Avustralya’da ve komşumuz Yunanistan’da görülmemiş yaygınlık ve şiddette yangınlar oldu. Bazıları yangınlar için de tedbir aldı. Ama bize hep uzak bir ihtimal gibi geldi.
Ancak Akdeniz ve Ege’yi kasıp kavuran orman yangınları büyük bir felakete dönüşünce gerçekle yüzleştik.
Şimdi hepimiz hiç kuşkum yok, çok üzgünüz, umutsuzuz, kendimizi çaresiz hissediyoruz. Ormanların yanmasıyla o habitat içinde yaşayan tüm canlıların yok olduğu gerçeğiyle yaşamak kolay değil. Mal ve can kaybının da boyutları büyük.
Fakat her felaket gibi bundan da çıkarmamız gerekli dersler var.
Hiç unutmam kızımı Hisar Vakfı Okulu’na kayda getirdiğimizde sadece bir benzin istasyonunun içinde yer alan Aslı Börek vardı Göktürk’te. O da iki, bilemediniz üç masalı. Sonra yavaş yavaş kebapçılar, balıkçılar, kafeler açılmaya başladı. Ancak çoğu birkaç yıl içinde kapılarını kapatmak zorunda kaldı.
Sanıyorum köyde yaşamayı seçenlerin eski alışkanlarıyla dışarıda yemek yiyeceklerse şehre inmeleri bu kapanmaların nedenlerden biriydi. Ama işin ilginç yanı çok iş yapanlar, müdavimlerini oluşturanlar da kapanıyordu. Bunun nedeni ise mal sahiplerinin fahiş kiralar istemesiydi.
En son olarak köyün hatta İstanbul’un en iyi balık lokantalarından biri olan Quyyu da bu yüzden kapılarını kapattı.
Neyse ki sorumlulukla restoranları destekleyen, kiracısını düşünenler de var ki pandemi koşullarına rağmen kapılarını kapatmayanların yanı sıra yeni açılan yerler de oldu.
Bunların içinde ve beni en çok sevindirenlerin başında Şef Muhsin Ertürk’ün açtığı Lokanta geliyor. 2010 yılında BTA bünyesinde göreve başladığı günlerden bu yana tanıdığım Ertürk, Tadında Anadolu konseptinin 10 yıl boyunca genel şefliğini üstlendi.