17 Ocak 2009
“And the Oscar goes to Three Monkeys” (Üç Maymun) anonsunun yapıldığı gece Tuncel Kurtiz başta olmak üzere son Antalya Altın Portakal Festivali’ndeki tüm jüri üyelerinin yüzlerindeki ifadeyi görmek isterim... Kendi kendilerine “Ne yaptık biz. Adamla dalga geçer gibi özel efekt dışında ödül vermedik” diyeceklerinden eminim. Zaten şimdiden günah çıkarmaya başladılar.
Altın Portakal’ın ve TÜRSAK’ın başkanı Engin Yiğitgil, Üç Maymun, Oscar’da ilk dokuza kaldıktan sonra “Jürimiz Üç Maymun’u es geçmedi ama belki anlayamadı, bilmiyorum. Tabii jürilerle ilgili böyle konuşulmaz, o jüri benim jürim, neticeye sonsuz saygı duyuyorum. Bence bir fırsat kaçtı. Üç Maymun’u değerlendirmek lazımdı” diye açıklama yaptı.
“Her jürinin kararı farklı olur” derler ya külliyen yalan! İyi film, her yerde, her jüriden ödülünü alır. Ki, Üç Maymun, Altın Portakal hariç her festivalden ödülle döndü.
Oscar’ı kazanmasa da olur, ilk dokuza kalmak bile büyük başarı. Demek ki, bizim jürimizde bir arıza vardı!
Hadi gelin itiraf edin. Yumarta, Altın Portakal’ı aldıktan sonra sinema cahili yazarların yazılarının gazına gelip geçtiğimiz sene öyle bir jüri oluşturdunuz ki, light yazarlarımızın “Entel dantel, kimsenin anlamadığı film bunlar” diyerek karaladıkları sanatsal film (bu tanımdan da nefret ediyorum aslında) kategorisine giren yapımlardan rövanş aldınız.
Bu işin baş sorumluları o jüriyi oluşturan Engin Yiğitgil ve jüri başkanı Tuncel Kurtiz’dir.
Atalarımız, “Meyve veren ağaç taşlanır” demişler. Aynen öyle! Nuri Bilge Ceylan’ı Cannes’da ödül aldığı için taşladılar.
Tuncel Abi, Oscar törenini senin evde izlemek istiyorum. Ne olur jürideki diğer arkadaşları da çağır, gör bak acayip eğleneceğiz.
Çok çirkin hareketler bunlar
Haberi aynen aktarıyorum:
“Önceki gece Nişantaşı’nda gezintiye çıkan Doğa Rutkay, AROG’u Ankara’da 20 kişinin olduğu bir salonda izledim. Filmin 20. dakikasında önümüzdeki aile salondan çıktı. Biz de ara verilince çıktık ve bir daha dönmedik... AROG çok kötü bir film olmuş... Bütün komedi filmlerini izledim ama Recep (İvedik) gibisi yok, çünkü full kahkaha...” dedi.
Filmi beğenmeyebilirsin ama “20 kişi izledi”, “Salonu terk ettik” gibi sinemaseverlerin bilinçaltına seslenen karalayıcı vurgulara ne gerek var? Bir de sözlerini, ortada hiç mevzusu yokken “Recep İvedik gibisi yok” diyerek sevgilisine bağlıyor.
Vallahi bu nasıl ucuz bir zihniyettir, nasıl bir kıskançlıktır anlamış değilim.
Üstelik Doğa, AROG’la ilgili buna benzer açıklamaları bir değil, iki değil, tam üç kez yaptı. Herhalde bir dahaki sefere de AROG’un afişini yakar.
Karizmatik misiniz? Hayır emekliyim
? Fenerbahçe’ye oynattığı berbat futbola rağmen Aragones’i, hayatımıza kattığı renk ve heyecandan dolayı çok seviyorum... 90 dakika boyunca kulübeden sadece kaplumbağa gibi başını dışarı çıkarması yok mu, bitiyorum. Noel günü kendisinden bahseden İspanya Kralı Juan Carlos için “Kendisini prensliğinden bu yana tanıyorum” dediğini öğrendiğimde Aragones’e olan sevgim daha da arttı. İnsan kendi yaşıyla ancak böyle dalga geçer.
Hatırlarsınız, La Gazzetta dello Sport’un okurları Aragones’in ‘Günaydından daha çok s....git diyorum’ sözünü 20 bin oyla ‘2008’in en iyi sözü’ seçmişti. Keşke Aziz Başkan röportaj yapmamıza izin verse de Aragones’i daha yakından tanısak.
? Rol gereği bugüne kadar hiç öpüşmediğini söyleyen Aydan Şener, “Öpüşmek için uygun bir senaryo bekliyorum” dedi...
Bebeydik Çalıkuşu’nu izlerdik, büyüdük Aydan Şener hâlâ ekranlarda ve hiç öpüşmediğini söylüyor. Bir de öpüşmek için uygun bir senaryo bekliyormuş! Nasıl bir sanat camiamız var anlamış değilim. İlk gay politikacı Harvey Milk’in hayatını anlatan Milk filmi, yakında bizde de vizyona girecek. Bu her hafta bir yerlerde “Sanat için soyunmam, öpüşmem” “Gay rol oynamam” diyen arkadaşlar var ya onları Milk’teki Sean Penn resitalini izlemeye, gerçek oyunculuğun ne anlama geldiğini görmeye davet ediyorum. Filmdeki sevişme sahnelerini izleseler herhalde çığlık çığlığa salondan kaçarlar.
? Artık komedi filmi izlemiyorum direk Esra Erol’la İzdivaç programına takılıyorum... Geçenlerde 70 küsur yaşındaki bir dedeye talip olan kadın “Karizmatik misiniz?” diye sordu, dede de “Hayır emekliyim” dedi.
? Gazze’deki sivil ölümlerinin tartışıldığı şu günlerde ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, “Gazze’de nüfus çok yoğun, İsrail’in sivilleri vurmaması imkansız” dedi. Acaba İsrail, Çin’e saldırsa nasıl bir tablo çıkardı ortaya. Boşuna dünya niye sessiz kalıyor diye kendinizi parçalamayın. Batı’nın zihniyeti budur arkadaşlar. “Bir rüyam var... Değiştireceğim her şeyi” sözlerini yutup Obama’yı göklere çıkaran arkadaşlara da buradan selam olsun.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2009
Süper Lig’de devre arası tatilinin bitmesi için kar yağmasını bekliyoruz!
Fikstürle ilgili tartışmaya hiç girmeyeceğim, onun yerine futbolsuz günlerde oyalanmanız için nefis bir kitap önereceğim: “Futbolun Ölümü”. Agorakitaplığı’ndan çıkan Thomas Brussig imzalı kitabın kahramanı; eşi ölüm döşeğindeyken deplasmanda maç yönetmeye gidecek kadar meslek manyağı Fertig adında bir Alman hakem. Brussig’in anlattıkları ise futbola ve hakemlere dair birçok doğrunuzu çöpe atacak derecede sarsıcı.
Hemen başlığa çıkardığım çarpıcı tespit için yazarımıza kulak verelim:
“Hakem hataları ciddi olarak ayıklanmak istenseydi, hatalı kararların yüzde 80’i gerçekleşmezdi. Teknoloji mevcut. Ancak yanılgı, tereddüt, insan faktörü olsun isteniyor. Hatalı karar isteniyor. Zira hatalar gerginliği yaratıyor. Futbol sinirlenmek için seyredilir ve hatalı kararlar onlarca yıl sonra da sizi sinirlendirebilir. Bundan dolayı bir hakem en çok hatalı kararlarıyla futbola hizmet eder. Hatalı kararlar bir hakemin futbola katabileceği en kıymetli şeydir. Evet, futbolda her zaman daha iyi olan kazanacak olsaydı, hakem kararları futbolu tahrip ederdi, mahvederdi.”
Doğru, futbolu adil bir oyun olmadığı için sevmiyor muyuz?
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2009
Çiğdem Anad, Fatih Ürek’e “Kadınlara mı yoksa erkeklere mi âşık oluyorsun?” diye sordu. Ürek de “Ben hiç aşık olmadım ki” diyerek bu soruyu geçiştirdi. Doğrudur, Ürek bu soruyu yanıtlamama hakkına sahiptir. Kimse kimseye cinsel tercihini açıklamak zorunda da değildir.
Peki, bir gazetecinin bir sanatçıya cinsel tercihini sorma hakkı var mıdır? Bence asıl tartışmamız gereken soru bu.
Eğer Ürek, Anad’ın sorusuna “Evet, eşcinselim” yanıtını verseydi şu anda Anad’ı faşist olmakla mı suçlayacaktık yoksa Ürek’in cesur açıklamasını mı tartışıyor olacaktık?
Anad, Elton John ile cinsel tercihler meselesini konuşsaydı acaba nasıl bir söyleşi çıkardı ortaya, hiç düşündünüz mü?
Elton John büyük ihtimalle, eşcinsellere yapılan haksızlıklardan bahseder, İran’da eşcinsel olmanın cezasının idam olduğunu hatırlatır ve sona doğru da yeni Papa 16. Benediktus’un “İnsanlığı homoseksüel davranışlardan kurtarmak yağmur ormanlarını kurtarmak kadar önemli” açıklamasıyla dalgasını geçerdi.
Ben Anad’ın Ürek’ten samimi, sıra dışı bir yanıt bekleyerek o soruyu yönelttiğine inanıyorum. Belki de o sorunun üzerine Türkiye’de eşcinsel olmayı masaya yatıracaktı. Kim bilebilir ki? Sonuçta “Haydi Gel Bizimle Ol”, “Çarkıfelek” değil, sıra dışı konuların tartışıldığı bir program.
Ne yazık ki, Türkiye’de eşcinsellerin haklarını savunan gay rol modeli çok az. “Muhafazakâr eşcinselim” diyen Cemil İpekçi bile eşcinsellerin haklarını savunma konusunda tek bir laf etmiyor. Bülent Ersoy’un yaşadıkları başlı başına bir film konusu ama o da bu konuda ağzını açmıyor.
Evet, eşcinsellik sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde aşılması gereken büyük bir tabu ama birileri de bu tabuyu yıkmak için öne çıkmak zorunda!
Türkler eşcinselliği de kendince yorumlamış bir millet. Ulusça televizyon karşısında ya da eğlence mekanlarında gay şarkıcılarla eğlenirken, doğuda bir yerde bir insan sadece eşcinsel olduğu için cinayete kurban gidebiliyor. Zeki Müren’i efsaneleştirirken, sokakta yürüyen bir gay’in arkasından “Top lan bu” deyip “eki, eki” nidalarıyla gülenlerin ülkesi burası...
Dediğim gibi birileri öne çıkmalı. Aşağıdaki fotoğrafa iyi bakın. Bir cinayete kurban giden Şaban Çelen, nam-ı diğer “Kız Şaban”, boynundaki beşi bir yerdesi ve eteğiyle Diyarbakır’ın Hançepek, Kore Mahallesi gibi en kriminal bölgelerinde yaşadı. Kendisine baskı kuranlara inat cinsel kimliğini cesurca deşifre etti. Bugün Türk medyasında zeki, kalemi sağlam birçok gay yazar var ama konu eşcinsellerin haklarına gelince susuyorlar. Hatta içlerinde “Şu oyuncu, bu futbolcu gay” tadında yazılar kaleme alıp, gay avına çıkanlar bile var. Keşke Kız Şaban’ın onda biri kadar cesur olsalar...
Hadise, dansçılarını kov
Hadise’nin Eurovision şarkısı “Crazy For You (Düm Tek Tek)”, Sibel Tüzün’ün “Süperstar”ından da, Gülseren’in “Rimi Rimi Ley”inden de, Mor ve Ötesi’nin “Deli”sinden de güzel şarkı... Eurovison’un şarkı formatına da çok uygun...
Eğer koreografiler üzerinde daha çok çalışılırsa, son rötuşları iyi atılırsa, dansçılar kovulursa (dans etmeyi bilmeyen tek siyah arkadaşlar onlar olsa gerek) ve Hadise kot pantolon yerine mini eteği tercih ederse “Düm Tek Tek”in yarışmadaki şansı daha da artar.
Aslında bu Eurovision mevzusunu fazla da büyütmeye gerek yok. Eurovision, kendisiyle dalga geçen ‘canavar kardeşler’ Lordi’nin birinci olması ve politik oyların BBC’nin efsane yorumcusu Sir Terry Wogan’ı çıldırtıp istifaya sürüklemesiyle miadını doldurmuş bir yarışma.
İtalya, Avusturya gibi birçok ülke politik oyları protesto ettiği için Eurovision’a katılmıyor.
Bu yarışmayı hâlâ ciddiye alanlar varsa bu arkadaşlar sıfır puan çekip ülkece depresyona girdiğimiz 80’li yıllara takılıp kalmış demektir.
Eurovision’un artık çerezlik bir eğlence olduğunu idrak edelim ve Hadise’yi gereksiz polemiklerle yormayalım derim.
Kim ne dedi
? “İnsan değiliz, Feriköylüyüz.”
(Feriköylü taraftarlar internet sitelerinde kendilerini tanımlarken)
? “Abdullah Gül, Atatürk’ten sonra bilim ve teknolojiye en çok önem veren cumhurbaşkanımızdır.”
(Prof. Dr. Nüket Yetiş, kendisini TÜBİTAK Başkanı olarak atayan Gül’ü överken...)
? Burcu Esmersoy: “Dedem orman mühendisiydi. Ben de orman mühendisi olmak istiyordum, ama o bölümü kazanamadım. ‘Üniversiteye kapağı atayım, sonra orman bakanı olurum’ diye düşünürken, güzellik kraliçesi oldum.”
? “Bazı Müslümanlar aslında bizim dinimizle, örf adetimizle, uzaktan yakından alakası olmayan yılbaşı rezaletleri ve karnavalına katılmak için bütçe hesabı yapmaktadır.”
(Bu yorum Balıkesir Müftülüğü’nün resmi internet sitesinde yer aldı.)
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2008
“Yaprak Dökümü”, geçtiğimiz hafta jeneriğinde diziye verdiği emekleri için teşekkür ederek Caner Kurtaran’la yollarını ayırdı.
Konuyla ilgili her iki taraftan da herhangi bir açıklama gelmedi ama herkes bu ayrılışta Caner’in uyuşturucu bağımlılığının başrolü oynadığını düşünüyor.
Bir ara narkotik tarafından gözaltına da alınan Caner medya için güzel bir malzeme ama onun konuşmaya hiç niyeti yok.
Bence Caner konuşmalı ve bir bağımlılık sorunu yaşadığını anlatmalı. Tıpkı Amy Winehouse, Kate Moss, Britney Spears, Lindsay Lohan gibi... Onlar da uyuşturucu ya da alkol bağımlısı ama ayda bir rehabilitasyon merkezine yatıp konserlerine çıkıyorlar, çekimlere katılıyorlar, talk show’larda boy gösteriyorlar. Kısacası normal hayatlarına ve star’lıklarına devam ediyorlar.
Biliyorum burası Türkiye, adama belgeselde Atatürk’ü sigara içerken gösterdi diye bile dava açıyorlar ama medyanın da bu konuda kendi klişelerinden kurtulma zamanının geldiği düşünüyorum. Sanatçıların alkol ve uyuşturucuyla olan sorunlarını ‘skandal’ mantığıyla haber yapma refleksinden kurtulmamız gerekiyor. Caner’e akıl verenler çok bildik bir taktikle sahaya çıkıyorlar. Nedir bu taktik?
Caner bir yıl belki daha da fazla bir süre sessizliğini koru-yacak ve hiçbir şey olmamış gibi bir diziyle ekranlara dönecek. Biz de “Aaa Yaprak Dökümü’nün Şevket’i geri döndü” nidalarıyla onu karşılayacağız. Garanti bir taktik ama ‘unutulma’ gibi bir geri tepme olasılığı da var.
Bence bu noktada Caner’in kamuoyundan kaçmak yerine daha samimi hareket etmesi gerekiyor.
40 yaşında Ermeni olduğunuzu öğrenirseniz
Uzunca bir süredir gündemimizde “Özür Diliyoruz” kampanyası var. Mevzu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermeni olup olmadığı tartışmasına kadar dayandı. Gül, “Ailem, Müslüman ve Türk’tür” dedi ama CHP milletvekili Canan Arıtman, ırkçılığın doruklarına çıkarak Gül’ü DNA testi yapmaya davet etti. Biliyorum bunlar bizim ek için ağır mevzular ama olayın sanatçı cephesi var, tabii bir de insani boyutu...
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2008
Trabzonsporlu taraftarlar, Bursaspor maçında hakemin yönetimini beğenmeyip Türkiye Futbol Federasyonu ve Merkez Hakem Kurulu’nu protesto etti. Hem de ne protesto! "Ermeni Oğuz’a (Sarvan) Trabzon’da soykırım" sloganı attılar yetmedi, "Yasin’lerle çıktık yola, Ogün’ler çok yakında" pankartı açtılar. Sonra ne oldu? Hiçbir şey!
Ne Trabzonspor yönetiminden bu ırkçı, faşist slogan ve pankartlara dair bir kınama geldi ne de futbol yazarlarından eleştiri... Şimdi yine birileri çıkıp "Bu olayları tüm Trabzonspor taraftarlarına mál etmeyin. Bunlar münferit olaylardır" diyecek ve her şey unutulacak.
Beşiktaş maçında "Ermeni Çarşı’ya İstanbul’da soykırım" sloganını da unutmuştuk değil mi? Bakalım bu münferit olayların sonu nereye varacak...
Hakem hatası yüzünden maç, hatta şampiyonluk kaybedebilirsiniz... Başarılar, başarısızlıklar hepsi unutulup gider ama kulüp olarak duruşunuz, ilkeleriniz ve taraftar kimliğiniz hiçbir zaman unutulmaz.
Berrak ve gözlüklü bey
Berrak Tüzünataç ve Vedat Özdemiroğlu’nun çorbacıda görüntülenmeleri, onları sevgili yapar mı bilmiyorum, ama bu olay magazin basınına yeni ufuklar açabilir... Hatırlarsınız Tuna Kiremitçi’nin İclal Aydın’la olan aşkı, magazin medyasına edebi, gamzeli açılımlar kazandırmıştı.
Şimdi aynı durum Vedat Özdemiroğlu’nda da yaşanabilir.
Özdemiroğlu mizah dünyamızın sağlam kalemlerinden biri. Yaşamını da Uykusuz dergisinde okurlarıyla sansürsüz paylaşıyor. Nitekim Özdemiroğlu, bu haftaki yazısında kendisini tanımayan paparazzilerle yaşadığı ilk temasını "Benim için ’gözlüklü bey’ dendi, bu da oldu!" esprisiyle özetledi.
Özdemiroğlu’nun köşesinde klişelere savaş açtığı "Bitsin" bölümünde ise bu hafta Berrak T. rumuzlu bir okur "Şarkı adıyla şov-mov programı yapmak bitsin" yazmış. Klişe bir tespit olmuş. Belli ki Özdemiroğlu yeni arkadaşını kıramamış.
Yazı Da Vinci Şifresi gibi olacak ama Özdemiroğlu bir de "Scrabble dünyasında cüce, uzuna basar!" demiş. Gayet güzel tespit!
Eğer bu çorbacı vakasından bir aşk doğarsa, magazincilere Özdemiroğlu’nun yazılarını takip etmelerini öneririm.
Güldürmeyen mizah dergisi
Artık İslamcı kesimin de bir mizah dergisi var. Adı: Caf Caf. ’İslamcı’ etiketini ben yapıştırmadım, kendileri söylüyor.
Derginin editörü Yusuf Kot, "Ardımızdan yıllar sonra şöyle söylenmesini sağlamak istiyoruz: ’Evet, bu dinciler bir mizah dergisi çıkardılar. Ve gerçekten orijinal işler ortaya koydular. Türk mizahında görülmedik derecede bir entelektüel zenginliği yansıttılar.’ Böyle densin istiyoruz" diyor.
Bu güzel temennilere derginin giriş yazısında ’genciz’, ’farklıyız’, ’bize önyargıyla yaklaşmayın’ diyerek devam etmişler.
Şimdi bana da ’önyargılı’ diyecekler ama ister inanın ister inanmayın, dergiyi baştan sona okudum, bir-iki tebessümün dışında gülecek bir tane bile espri bulamadım. Ayrıca bariz bir şekilde kendileri önyargılılar.
Dergideki en ağır eleştiriler, tahmin edeceğiniz gibi Deniz Baykal’a, Danıştay’a ve askere yönelik. Aslında burada da farklılık yarattıklarını düşünmüyorum. Çünkü kendilerinin solcu olarak değerlendirdikleri mizah dergileri bu konuda Caf Caf’tan daha acımasızlar.
Benim asıl itirazım çifte standarda. Caf Caf’ta mizahın olmazsa olmazı ’muhalif ruh’tan da eser yok. Hükümete dair bir-iki eleştiri var ama onlar da Susam Sokağı tadında.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2008
İstanbul Paleontoloji Derneği, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde "Yaşayan Fosiller" adlı bir sergi açıp, konferans düzenlemiş.
Derneğinin 2. Başkanı Onur Yıldız, Darwin’in Evrim Teorisi’nin saçmalık olduğunu güzel güzel anlatırken Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Özkoç araya girmiş ve "Anlattıklarınız doğruyu yansıtmıyor... Sergiyi önceden gezdim. Örneğin, bir leoparın 80 milyon yıllık olduğu belirtilmiş. Literatüre baktım, ancak bulamadım ve bu tip memelilerin ortaya çıkış tarihi 3 milyon yılı geçmiyor. Nasıl 80 milyon yıl olmuş, ben bunu anlamış değilim" demiş.
Ah profesörüm, belki siz bilmiyorsunuzdur... İstanbul Paleontoloji Derneği’nin arkasında Adnan Oktar nam-ı diğer Adnan Hoca var ve bu onun ilk marifeti değil.
Adnan Hoca, Atlas of Creation kitabında kıçında kanca bulunan balık yemini, caddisfly adlı böceğin fosil diye yutturmaya çalışmıştı. Yemi yutmayan ve kendisini ti’ye alan Prof. Richard Dawkins’in de dünyaca ünlü internet sitesini kapattırmıştı.
Gelelim "Yaşayan Fosiller" sergisine... Öyle acayip bir sergi ki bu, Beyoğlu’nda sokak ortasında, İstanbul’un metro duraklarında da sergilendi. Fosillerin yanlarında kimler tarafından, nerede bulunduğu gibi dipnotları yazmıyor. Üstelik Darwin’in sözleri bilinçli bir şekilde çarpıtılıyor.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
"A.R.O.G"un ilk üç günde 1 milyon 350 bin kişi tarafından izleneceğine dair hayli riskli bir iddiada bulunmuştum. Sevdim bu işi. Şimdi yeni iddiamı açıklıyorum: "Üç Maymun", bu yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar kazanacak.
Ey okur, sakın bu kuluna ’totocu yazar’ yaftası yapıştırma. İşte "A.R.O.G"da olduğu gibi "Üç Maymun" için de sağlam gerekçelerimi sıralıyorum.
Oscar ödülleri, bizdeki Altın Portakal gibi jürinin keyfine göre dağıtılmıyor. Kazananlar 5 bini aşkın Akademi üyesinin oylarıyla belirleniyor ve genelde de açıklanan ödüllere kimsenin itirazı olmuyor. Çünkü hak eden kazanıyor, çünkü Oscar’a gelene kadar filmler iki-üç festivalden geçiyor, gişe başarıları ortaya çıkıyor ve filme dair kamuoyunda ortak bir görüş oluşuyor.
Bu ortak görüş meselesi çok önemli.
Akademi üyeleri, halkın ve medyanın nabzını tutmaya çok önem veriyor. Yani filminiz ne kadar iyi olursa olsun, bir şekilde isminizi ABD kamuoyunda ve medyasında duyurmanız lazım.
İşte tam da bu noktada lobi ve PR çalışmaları devreye giriyor.
"Üç Maymun"un ödül almadığı festival kalmadı. Avrupalı eleştirmenler "Üç Maymun"u yere göğe sığdıramıyor. Nuri Bilge Ceylan da Cannes’daki zaferiyle bir dünya markası olduğunu kanıtladı.
Şimdi yapılması gereken "Üç Maymun"un adının ABD medyasında, kamuoyunda ve sinema çevrelerinde etkili bir şekilde duyurulması.
Tamam, Ceylan’ın "İklimler" filmi, ABD’de gösterime girdi ama yeterli değil.
Filmin yapımcısı Zeynep Özbatur, şimdilerde zor olanı başarmak için kolları sıvadı. Özbatur, çok farklı bir taktikle sahaya çıkıyor. Öyle ABD’de şatafatlı tanıtım partileri düzenlemeyecek. Özbatur, Akademi üyelerinin çok değer verdiği blog yazarları ve sinema eleştirmenlerine filmini tanıtmak için uğraşıyor. Ve en önemlisi PR işlerini Block-Korenbrot şirketiyle yönetiyor.
Bu şirketin başında bulunan Melody Korenbrot’un Akademi üyelerinin üzerinde büyük bir etkisi var. Sıkı durun en önemli ayrıntıyı açıklıyorum: Son iki yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar kazanan "The Lives of Others" ve "Die Falscher" filmlerinin PR’ını da Korenbrot yaptı. Korenbrot, inanmadığı bir iş için hayatta devreye girmez. Çünkü Korenbrot bu işi para için değil, prestij için yapıyor ve "Üç Maymun"la üst üste üçüncü kez Oscar kazanmayı çok istiyor.
"Üç Maymun" büyük bir başyapıt. Ben Zeynep Özbatur’un zeki PR çalışmalarıyla "Üç Maymun"un Oscar’ı kazanacağına inanıyorum.
Satanist evlat Arif’in dramı
Samanyolu TV’de gerçek hayatta yaşanan aile içi sorunları amatör oyuncularla dramatize edip, izleyicilere öğütlerde bulunulan "Hayat Dersi" adlı bir program var.
Muhafazakár kişisel gelişimci Muhammed Bozdağ’ın sunduğu programda geçtiğimiz haftalarda gözü yaşlı anne Fatma ile yoldan çıkmış satanist evladı Arif karşı karşıya getirildi.
Bu üçlünün arasında geçen diyaloglar birçok sitcom’dan daha komikti.
"Sen satanist misin?" sorusuna Arif’ten "Hayır" yanıtını alan Bozdağ, "Her satanist gibi satanist olduğunu inkar ediyorsun, çok üzüldüm..." filan diyordu. Arka fonda acıklı bir müzik çalıyordu, Fatma anne gözyaşlarına boğuluyordu ve metal müzik dinleyen, siyah giyinen, tütsü yakan her genç satanist ilan ediliyordu.
Arif’i canlandıran arkadaşın parmağında Polat Alemdar yüzüğü vardı. Belli ki, Samanyolu TV’de çalışan bir elemandı.
Program sona doğru daha da absürd bir hál aldı. Bozdağ, Arif’e bir kitap uzatıp "Oku" diyordu. Arif de aşka gelip kitabı okudu. Sonra bir de baktık ki, kitap, Bozdağ’ın "Sonsuzluk Yolculuğu" kitabı çıktı. Ne yani şimdi tüm bu şeyler kitabın PR’ı için mi yapılmıştı. Bitmedi, sıra en önemli yere, Arif’e doğru yolu göstermek için yayınlanan gizli kamera görüntülerine geldi.
Görüntülerde iki genç kafalarına maske geçirip, bir kediyi kesiyorlardı. Acaba bu iki genç niye maske takmıştı? Yoksa gizli kamerayla görüntülenecekleri mi içlerine doğmuştu! Odanın duvarındaki "Slayer", "Demon" yazıları da fazla sırıtıyordu.
Samanyolu TV’yi aradım. Görüntülerin gerçek olduğunu, 10 yıl önce çekildiğini söylediler ama bana yine de inandırıcı gelmedi. Çünkü gizli kamera çekimin yapıldığı mekanda yerde Samanyolu TV logolu çanta gibi bir şey vardı.
Muhammed Bozdağ, Arif’e "Kendine gel. İleride o kestiğin kedi senden davacı olacak" diyordu.
Ben de aynı şeyi söylüyorum.
Eğer gizli kamera görüntüleri sahteyse, ileride o kedi sizden davacı olacak.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2008
Genelde "Bilmem kaç milyon dolara çektik filmi" denir, ama sinema endüstrisinin içinde olanlar bu rakamların PR amaçlı abartıldığını iyi bilir. A.R.O.G’ta durum farklı. Filmin setini görenlerdenim ve teknik anlamda neler yapıldığını yakından biliyorum. Bu film için PR’ıydı, kopya masrafıydı vs... kuruşu kuruşuna 9 milyon dolar harcandığına da inanıyorum.
Cem Yılmaz, her ne kadar yaptığı işten emin olsa da, filmin PR’ı için var gücüyle yükleniyor. Yılmaz’ın katıldığı her programda yaptığı esprilerin A.R.O.G’un gişe hanesine artı olarak yansıyacağı kesin.
Peki, Cem Yılmaz’ın parasını çıkarması için A.R.O.G’u kaç kişinin izlemesi gerekiyor?
A.R.O.G, Recep İvedik gibi 300-400 bin dolara tek mekánda çekilen bir film değil. 9 milyon dolar gerçekten büyük bir rakam. Cem Yılmaz’ın yatırdığı parayı geri alması için, filmin 3.5 milyon kişi tarafından izlenmesi gerekiyor.
İzlenir mi?
İzlenir mi ne kelime! A.R.O.G gişe rekorlarını altüst edecek.
Film sadece Türkiye’de 403, Avrupa’da ise 155 kopyayla vizyona giriyor. Haftaya "Muro" da vizyona girecek ama FİDA, A.R.O.G için bütün büyük salonları kapattı ve cuma günkü biletler şimdiden tükendi.
Filmlerin gişe hasılatları için önceden konuşmak çok riskli, ama ben yine de yıllarca sinema yazarlığı yapmış biri olarak A.R.O.G’un, Kurtlar Vadisi Irak filminin ilk üç gün rekoru olan 1 milyon 99 bin 219 izleyici sayısını geçeceğini söylüyorum.
Bir kenara not edin: A.R.O.G’u ilk üç günde 1 milyon 350 bin kişi izleyecek.
A.R.O.G, Recep İvedik’in toplamda 4 milyon 301 bin 641 olan izleyici rekorunu da 4.5 milyon izleyici sayısıyla tarihe gömecek. Bu rakam 5 milyona da ulaşabilir.
A.R.O.G’un, bu gişe başarısıyla diğer filmlerin de hasılatını yükselteceğini not düşeyim. Yakında filmi vizyona girecek olan yapımcılar, sinema salonu sahipleri ve film dağıtımcıları çok mutlu. Çünkü filmlerini A.R.O.G’dan önce dönecek olan fragmanlarla milyonlarca izleyiciye tanıtacaklar.
Sona doğru toparlarsak, Cem Yılmaz büyük oynadı, büyük kazanacak.
Cem Yılmaz’ın görünmez kahramanı, abisi
Madem ülkece gündemimiz Cem Yılmaz, ondan devam edelim... Cem Yılmaz’ı TV’den izlemek kadar röportajlarda okumak da keyifli.
Ünlü komedyen RollingStone dergisine verdiği röportajda görünmez kahramanını açıkladı. Yılmaz, "Küçükken mesafeli bir ilişkimiz vardı" dediği abisi Can Yılmaz’ın şimdilerde kurtarıcısı olduğunu açıkladı: "Tek başıma senaryo yazma hikáyesinde ondan çok yardım aldım. G.O.R.A’da, Hokkabaz’da, A.R.O.G’da... Ben onun gibi disiplinli değilim. Anlatırken çok tez canlıyımdır, bir an evvel gerçekleşsin isterim. O yüzden abim dengeleyici oluyor. Biz üç filmi de oturup beraber yazdık. Tek başıma olsam çok zorlanırdım..."
Yılmaz, bu samimi itirafına rağmen abisinin adını filmlerinin künyesine neden koymuyor acaba?
Tamam, Cem Yılmaz filmlerinde ’Coen kardeşler’ durumu söz konusu değil. Yönetmenliği, senaryo yazarlığını, oyunculuğu, her şeyi Cem Yılmaz yapıyor ama senaryo yazarlığı da zor iştir.
Madem abisi senaryolarda bu kadar anahtar rol oynuyor, kendisini tanımak isteriz.
Ama kimbilir, belki de bunu kendisi istemiyordur...
Yazının Devamını Oku