Üstelik bu ödenek daha da artacak ama ortada ne bitmiş bir proje var ne de bu projelere onay verecek bir yönetim kurulu.
2010 ajansı yönetim kurulu istifa etti, her şey belirsiz.
Belirli olan tek bir şey var o da afiş tasarımcısı Emrah Yücel’in “İstanbul on My Mind” filmi... Bu film de onay bekliyor.
Son dönemde her yerde Yücel’in haberleri çıkıyor, Stevie Wonder’ın radyo şovunda birlikte çekilmiş fotoğraflar falan... Bu haberlerin tek bir ortak mesajı var: “Bakın Hollywood’da tanımadığım adam yok. Fazla nazlanmayın, verin şu 9 milyon doları da çekeyim filmi. Acayip reklamımız olacak...”
Verelim vermesine de, projesi fazlasıyla kafa karıştırıcı.
Yücel blog’unda ve çıkan açıklamalarında devletten alacağı 9 milyon doların üstüne bir de yurtdışında 9 milyon dolar finansman desteği sağlayacağını söylüyor ama ortada senaryo yok.
Bir de filmi çekecek yönetmenler listesi sunmuş. Heyecanlandırıcı ama inandırıcı değil. Hani transfer döneminde “Eto, Fenerbahçe’ye geliyor” haberleri çıkar ya o hesap. Listede kimler yok ki? Lars von Trier, David Lynch, Spike Lee, Pedro Almadovar, Alejandro Gonzales Inarritu...
Başrolünü oynadığı “Utanç / Disgrace” filmi, Altın Lale için yarışacak olan ünlü aktörün festival yönetiminden tek bir özel isteği olmuş; o da sağlık sorunuyla alakalıymış zaten.
Efendim, Malkovich’in toza alerjisi varmış ve bu sorunu ciddi boyutlardaymış. Bu yüzden 56 yaşındaki sanatçı, bulunacağı mekânların özel olarak tozdan arındırılmasını istemiş.
Festivalin konaklama sponsoru The Marmara Oteli de bu soruna karşı özel önlem almış ve Malkovich’in otelde kalacağı özel süit baştan aşağı dezenfekte edilmiş. Duvarlar yeniden boyanmış, halılar, mobilyalar tek tek özel bir işlemle temizlenmiş.
Bu ayrıntı bilgiden sonra gelelim Malkovich’in İstanbul programına... “Malkovich onur ödülünü alır, Ayasofya’yı gezer ve ülkesine döner” diyorsanız yanılıyorsunuz.
Çoğunuzun ‘hayır’ dediğine eminim. Hele ünlüyseniz o adamı yok etmek için elinizdeki bütün gücü kullanırsınız. ışte Türkiye ile ABD arasında gazetecilere gösterilen hoşgörü farkı bu kadar büyük.
Fotoğraflarda dalga geçilenler; Paris Hilton, Heidi Montag ve Kim Kardashian başta olmak üzere Christina Aguilera, Amanda Bynes, Spencer Pratt, Doug Reinhardt, Tara Reid ve daha birçok Hollywood yıldızı kendilerini en ağır şekilde ti’ye alan bu adamın doğum günü partisine gidip çılgınlar gibi eğlendi.
Peki, kim bu adam?
Bu fotoshop numaralarını yapan, kaleminden ironi fışkıran kişi Perez Hilton. Dünyanın en çok okunan ve en etkili magazin yazarı. Ünlüler hakkında en ağır eleştirileri yapan, en çok dalga geçen de o. Hatta Britney Spears’ın kariyerindeki düşüşte en büyük suçlu gösteriliyor. Ama çok güçlü. Blog’u günde 4 milyon kez tıklanıyor ve blog’undaki reklamlar için binlerce dolar alıyor.
Türkiye’deki yıldızlar her dakika magazin basınını eleştiriyorlar ama dünyadaki magazin anlayışından haberleri yok. Üstelik fena halde sıkıcılar, mizah anlayışları sıfır, yıllarca aynı beyanatı verip duruyorlar. Haklarında çıkan en küçük eleştiride bile dava açıyorlar, hızını alamayıp topuktan vurduranlar bile var.
NOT: Dünkü ‘geciktirici yastık’ yazısı için bayağı mail geldi. Ayrıntılı bilgi için bu ayki FHM dergisine bakın.
ışte hoşgörü budur
Kim Ne Dedi
Ali Sami Yen’in yanından geçerken tezahüratı duymak için arabayı yavaşlattık, radyoyu kapadık, camları açtık. Çıt yoktu. Arkadaşıma döndüm “Maç Ali Sami Yen’de oynanmıyor mu” dedim.
Tribünlerdeki davetiyeli izleyicilerden midir nedir bilmiyorum ama artık ınönü hariç hiçbir statta rakip takımları titreten o meşhur “Welcom to Hell” atmosferini hissetmek mümkün değil.
İspanya’yla deplasmanda oynadığımız ilk maça dönüyorum.
Sergen Yalçın, “Bernabeu Stadı, Türk Milli Takımı’nın performansını etkiler mi?” sorusuna; “Boşken bile bizi etkiledi” yanıtını vermişti. Rıdvan Dilmen, daha da etkilenmiş olsa gerek “Bundan böyle Ali Sami Yen, ınönü, Saraçoğlu cehennemi gibi şeyler söylemeyeceğim, gerçek cehennem burası” diyerek Bernabeu’ya övgüler düzmüştü.
Ben ilk başta o arkadaşın engelli olmadığını düşünmüştüm, çünkü Usain Bolt hızında hareket ediyordu. Meğer yanılmışım.
Mehmet Tez’in nefis blog’unda okudum. O koltuk değnekli arkadaş, Bill Shannon adında bir dans sanatçısı ve koreografmış. Hikayenin bundan sonraki kısmı çok ilginç.
Bill Shannon doğumundan itibaren osteonecrosis hastasıymış (bir çeşit kemik hastalığı). Shannon, hayatının ayrılmaz bir parçası olacağını öğrendiği koltuk değnekleriyle özel bir dans tekniği geliştirmiş. ışte reklamda izlediğiniz o muhteşem koreografilerin mucidi de Shannon’mış. Azim ve başarı öyküsü bu olsa gerek.
Mahalle baskısı mı Sivasspor’u şampiyon yapıyor
Sivasspor, kısıtlı bütçesine rağmen tarih yazıyor, beşinci şampiyon olma yolunda hızla ilerliyor ama yeterince sevilmiyor. Hani “Taraflı tarafsız herkesin gönlünde taht kurdular” diye bir söylem var ya, işte onu bir türlü yakalayamıyor.
Çünkü teknik direktörleri Bülent Uygun’un bitmek tükenmek bilmeyen muhafazakâr ve aşırı milliyetçi söylemleri sporseverlerde bıkkınlık yarattı. Hatta bazıları nefret bile etmeye başladı.
Eurovision önemli olsa, İngilizler George Michael’ı (Adam müziği bıraktı bu arada) gönderirdi. Sanat müziği halkın müziği değil, rap ise müzik değildir. Nobel önemsiz, Eurovision gereksiz, Grammy’den haberim yok, kim veriyor?”
13 soruluk bir röportaj çerçevesinde daldan dala atlayıp bu kadar absürd açıklamayı kim yapabilir bu ülkede?
Yok, Nihat Doğan değil... Evet, ikinci tahmininiz doğru. Polemik canavarı Kıraç, yeni çıkardığı türkü albümü şerefine fikir patlamalarını dile getirmiş.
Edebiyatta ‘stream of consciousness’ (bilinç akışı) diye bir anlatım tekniği vardır. Yazar kahramanının kafasından geçenleri düzensiz bir şekilde, çağrışımlarla anlatır. Geçmişle şimdiki zaman, hayal ile gerçek birbirine girer. Çok zor bir stildir, Virginia Woolf, James Joyce gibi dehaların işidir bu tür metinler kaleme almak. İlginçtir, Kıraç’ın röportajlarında da ‘bilinç akışı’ tekniği seziyorum.
Zap yaparken ilgimi çekti, izlemeye başladım. Meğer Çanakkale Savaşı ile ilgili okullarda bize öğretilenlerin çoğu yalanmış, şehir efsaneleri doğruymuş, biz bu savaşı ak sakallı dedelerin yardımıyla kazanmışız!
En iyisi derdimi örneklerle anlatayım. Filmde düşman gemilerini batıran Nusret mayın gemisinin kullanılma nedeni şöyle anlatılıyor: Cevat Paşa rüyasında denize yayılmış Arapça harfler görüyor ve bu harflerin ne anlama geldiğini düşünürken, elinde asası, ak sakallı bir dede bu harflerin 26 olduğunu ve 26 mayının çift sıra halinde denize döşenmesi gerektiğini söylüyor. Cevat Paşa da mayınları döşüyor.
Bir de Seyid Onbaşı’nın öyküsü var. Seyid Onbaşı’nın arkadaşlarının hepsi ölüyor. Tek başına kalan Seyid Onbaşı, “Ey Allahım. Yardımını benden esirgeme. Zafer sendendir ya Rabbi” diye dua ediyor ve 245 kiloluk mermileri tek başına, kol gücüyle kaldırıp, “Allahım mermilerime yolu göster” diyerek topu ateşliyor. Bu mucizeyi gören komutanlar da başlıyorlar “Yüce Allahım, sen büyüksün ya Rabbim” diye dua etmeye.
75 dakikalık filmde bunun gibi daha birçok olay anlatılıyor, düşman askerleri sadece içki içerken gösteriliyor ve Atatürk’e de çok az yer veriliyor.
Sistem tuvalete girmeden önce kapıya kartınızı okutma üzerine kurulu. Parmak iziyle çalışanlar bile var.
Şirketin internet sitesindeki tanıtım yazısı aynen şöyle: “Personelin binaya giriş ve çıkışları bir şekilde kayıt altına alınabilir. Peki, tuvalette kaybettiği vakit? Hayır! Gülmeyin, ‘Biz üçün beşin hesabını yapmıyoruz’ da demeyin. Biz yapıyoruz. İsterseniz gelin beraber yapalım hesabımızı.”
Evet, üşenmemişler hesaplamışlar, bir de tablo çıkarmışlar tuvaletle fazla kalanlardan ne kadar para kesintisi yapılabileceğine dair. Beş dakikayı geçtiniz mi yandınız. Hele hele kronik kabızsanız vay halinize.
Bunlar bu kafayla dışkıdan katı yakıt da üretirler, koltukların yerine klozet de koyarlar.