Bir sonraki plan nedir? Hilal taktiği mi? Malazgirt Savaşı’nda mıyız? Parkını korumak isteyen vatandaş düşman mıdır?
Yeşilini, parkını korumak isteyen vatandaşa toplum için yüksek tehlike oluşturan, tam pimi çekecekken yakalanmış bombacı muamelesi yapmak nedendir?
Haşere ilacı sıkar gibi biber gazı sıkmak...
Biber gazı sıkmak, polisin günlük sıkıntı ve stresini atma yöntemine dönüştü, “Orantısız güç” tanımı sokaklarda kendine yeni bir uygulama alanı buldu. Uygulaması kolay, üstelik, maruz bıraktığı kitleyi kısa sürede etkisiz hale getiriyor. “Ağacımızı söktürmeyiz” diyene dünya tarihinin gördüğü en tehlikeli terörist muamelesi yapmanın, ağzını açana biber gazını dayamanın, çocuk, bebek, hayvan demeden ortalığı gaza bulamanın, yeşilini korumak isteyen topluluğu “güçten düşürüp” tekme tokat saldırmanın başka bir açıklaması yok.
Bir üniversitemizde çorap reklamının üzerine beyaz kağıt kaplamak suretiyle sansürlenmesi...Bu sansürü uygun gören her kimse, diyecek bir-iki sözüm var. Öncelikle, memleketteki her erkek “aç” değil.
Bacak gördüğünde kendini kaybedip sınavını unutacak, şıkların üzerinde çıplak kadın hayali görecek kadar kendini kaybetmiş de değil. Hayatı iki cins üzerinden okumayan, medeni, görgülü, insani özelliklerini kaybetmemiş adamlar da yaşıyor bu ülkede. Ahlak kriterlerini siz mi belirliyorsunuz?
Siz sansürcülere bir önerim olacak. Bakın, biz kadınlar küçükken kağıt bebeklerle oynardık, üstlerine kağıttan elbiseler giydirirdik.
Pis denize, beton yola, üst üste alt alta apartmanlara bakıyorum...
Aynı Kuşdili çayırı gibi, güzelim Mühürdar sahilini de işgal etmiş İspark.
Oto mezarlığı görünümlü dev otoparkı seyrediyorum...
İstanbul’un en güzel sahilinin tadını otomobiller çıkarırken, “para getirme” özelliklerinden dolayı bu araziler nasıl da yeşil park olmazdı zaten, düşünüp, üzülüyorum.
İçim cız ederken soruyorum: Başka bir İstanbul mümkün müydü?
Hani fethettiğimiz için gurur duyduğumuz o güzel şehir var ya... Cennetten bir parça olabilecekken neden bu durumda?
“Allah vergisi” Boğaz da olmasa...
O gelecekten, yeni pazarlama kanunlarından, jenerasyon farklarından, renklerden bahseder, “2013’te endüstriyel tasarımın ana konusu mutluluk” derken, biz kendi “yassah kardeşim” gündemimizden “modern dünya endişeleri”ne adapte olmaya çalışıyorduk.
Düşünsenize, karşınızda onlarca markanın geleceğini “okumuş”, insanların davranışlarından neyi satın alacaklarını, neye eğilim göstereceklerini çıkarmış ve başarıya ulaşmış bir uzman, modern dünyanın yeni kanunlarından bahsediyor.
Bir başka deyişle, modern dünyanın en parlak ucundayız. Bir de diğer uca, yani içinde bulunduğumuz koşullara bakalım:
Akılla değil, “biz öyle olmasını istiyoruz”cuların kararlarıyla yaşamak zorunda bırakıldığımız bir dünya.
İki üst sokakta alt alta, üst üste binalarla oluşturulmuş çirkinlik abidesi mahalleler... Dışarıdan bakılınca “çok kozmopolit ve büyüleyici” görünen ama içinde yaşayan için giderek küçülen çirkin bir hapishaneye dönüşen bir şehir...
Birazdan göz ucuyla telefonumuza, Twitter’a bakacak, akla ziyan bir haber okuyacağız ve diğer uca savrulacağız.
Turner’ın anlattığı modern dünya ile kendi “3. dünyamız” arasında gidip geleceğiz ve yine aptala döneceğiz.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıkladığı “Türkiye’nin tecavüz, çocuk istismarı ve taciz suçları” haritasındaki verilere göre Türkiye’nin en kalabalık ili İstanbul’da 2011 yılında bin 486 tecavüz, 2 bin 488 çocuk istismarı, 2 bin 223 taciz davası açıldı. Rakamlar kalbinize bıçak gibi saplandı değil mi?
Yalnız kadına, hayvana “hallenme” anlayışı da çocuğa olan yaklaşımdan farklı değil: “Nasılsa sesini çıkaramaz, korkar, rezil olmaktan utanır veya çekinir.”
“Nasıl, niçin?” diye sormadan önce, şunu en başta söylemek lazım: Bağnazlıkta vicdan olmaz.
Cehaletin olduğu yerde akıldan bahsetmek hele, hiç olmaz.
Uçlarda hayatların yaşandığı bir 3. Dünya ülkesi olmak en zoru.
Memleketin bir yerinde en medeni ülkeleri kıskandıracak düzeyde hayatlar yaşanırken, bir kilometre ötede çocuklar taciz ediliyor.İnsan yazmaya, konuşmaya utanıyor.
Cevapta akıl mantık aranmayacak, o kesin, ancak yine de “Nasıl?” sorusunu sormaya çekiniyor, cevabını duymaktan korkuyor.
İcraat yapılacak konular listesinde ilk iki sırayı “belirli bir inanca-düşünceye ters” ve “gündem değiştirme” meseleleri paylaşıyor.
İnsan merak ediyor: Alkol acaba toplumda nasıl bir karmaşa yarattı da mecliste acilen “çözüme ulaştırılması gereken bir konu” olarak algılandı ve derhal düzenleme yapıldı?
Sebeplerini biliyoruz ya, yine de soralım:
Alkolizm “Türkiye’nin en önemli 3 sorunu”ndan biri mi? Bu toplum içkiyi sorumlu tüketecek akli melekelere sahip değil mi?
İsveç’lere İsviçre’lere parmak ısırtan bir medeniyet beşiği bir ülke miyiz ki “ilk halledilmesi gereken konu” alkol oldu?Bünyeye giren GDO “daha az acil” bir konu muydu mesela?
Dünyanın en verimli topraklarına sahip bir ülke iken, vatandaşın plastik süs meyvesi tadında “besin”leri yemek zorunda bırakılması, hemen gündeme getirilmesi gereken temel bir sağlık sorunu değil miydi?
Nüfusun en büyük dilimine ulaşan “ortalama kalite” sebze ve meyve, hormondan feleğini şaşırmışken, alkol müydü tüm bunları yapan?
Başka bir şey yemişsinizdir” cümlesini duyar, popomuzun üzerine oturduğumuzla kalırdık. Telefon kapanınca konu kapanırdı, adam kabahatini reddettikten sonra onun bir adım daha ötesi yoktu. Yerinden oynamış sinirlerle hastanelere taşınır, serumu yer, hayatımıza devam ederdik.
Ha, ancak eşe dosta söylerdik ki bir daha o restorandan alışveriş etmesinler...
Tabii mekanın yüzlerce, binlerce müşterisini düşünecek olursak, farenin dağa küsmesiyle ve restoranın hiçbir şey olmamışçasına hayatını sürdürmesiyle sonuçlanırdı konu.
“Telefonla” veya bireysel şikayet sularında durum hâlâ aynı. Mesela sizi rahatsız eden bir hijyen sorunundan ötürü bir restorana telefon ettiniz diyelim.
Yetkili “Bu tip durumlar normal yaneee, bir tuhaflık yok” deyip, üstüne bir de sizi fırçalayıp kabahatini kabul etmeyerek telefonu kapatabilir.
İşte o noktadan sonra artık popomuzun üzerine oturup kalmakla yetinmek durumunda değiliz. “Sorun çözmek” konusunda en hızlı yöntem: Twitter’a yazmak...
Söz konusu restoranla ilgili Twitter’a bir cümle yazdığınızda derhal etekler tutuşur, hele ki muhatap büyük bir markaysa konu “derhal halledilir”, özürler iletilir, jestler yapılır...
Eğer “İleride bu heykelin başına hiçbir şey gelmez” diyebilecek durumda olsaydık, “iade edilmesin” diyecektim.
Hatta bir Kadıköylü olarak diyordum da...
Fakat tarihi kıymeti olan bu önemli heykelin Beylerbeyi Sarayı’nda durması heykelin “sağlığı” açısından daha hayırlı olacak gibi görünüyor. Ne yazık ki Boğa heykeli, sadece “yanında masumca fotoğraf çektirilen” bir simge değil. Her an vandalizme kurban edilmek üzere onu “sevecek” futbol holiganlarını bekler vaziyette. Üstelik bu oldu da...
Hatırlayın, Lazio ile Fenerbahçe arasında oynanacak UEFA Avrupa Ligi çeyrek final maçı öncesinde kimliği belirsiz kişiler tarafından mavi-beyaza boyanarak üzerine Lazio yazıldı...
Bir sene öncesinde de yine benzer bir saldırıyla karşılaşmıştı heykel...
Memleket sınırları içinde spor “vahşet” sularında gezerken kimsenin heykelin tarihi değerini düşüneceği yok. “Fenerbahçe’nin mekanı Kadıköy içinde, üstelik bir simge” diye pek yakında holiganlar beton kırıcıyla gelip heykeli tahrip etmeye bile kalkabilirler...
İnsanların futbol yüzünden birbirlerini öldürdüğü bir şehirde, söz konusu tarihi bir değer olduğunda “En iyi önlemi nasıl alabiliriz?” sorusunu sorarak düşünmeye başlamak gerek.
Ülke liderleri görüşürken, “baskın olma çabası” bahsedilen konular ve cümleler içinde kendini belli etmese bile, üstünlük yarışını vücut dilleri aracılığıyla gözlemlemek işin izleyici olarak en eğlenceli tarafı.
Obama-Erdoğan görüşmesinde de yine bazı klasik “vücut dili” hikayeleri dinledik.
Erdoğan, Türkiye sınırları içinde vücut dilinin hitabetteki önemini ve insanlar üzerindeki etkilerini en erken kavramış siyasetçilerden...
Obama gibi her elini kaldırışı, her jest ve mimiği hesaplı değil. Sık sık “duygularına yenildiği” anlar oluyor, fakat karşısında Obama gibi vücut dili kullanımı konusunda bir “üstat” olmadıkça, Türkiye ve Ortadoğu’daki tüm görüşmelerinde her zaman “üstün olan benim” mesajı veriyor.
Türkiye’deki siyasetçilerin çoğu nasıl sosyal medyanın gücüne ve gelişen teknolojiye direniyorsa, vücut dilini kullanmanın önemine de direniyorlar.
Vaziyet böyleyken, Türkiye’de vücut dilini en doğru kullanan siyasetçi payesi, uzun zamandır Erdoğan’da.
Tabii Obama işin kurdu. İster Beyaz Saray’da misafir ağırlasın, ister bir başka ülkede misafir olarak ağırlansın, kullandığı şablon hep aynı. El sıkışırken eli her zaman üstte.