Melike Karakartal

İstanbul üzerinden caz tarihi

4 Mayıs 2013
Türkiye’nin Amerikan caz tarihinin gelişiminde önemli bir yeri olduğunu biliyor musunuz?

30 Nisan Dünya Caz Günü’nün İstanbul’da kutlanması tesadüf değil.
İlk büyükelçimiz Mehmet Münir Ertegün sayesinde Türkiye’nin, Amerikan Caz tarihinin tam ortasında durduğunu söylemek yanlış olmaz...
30’lu yıllarda büyükelçi Mehmet Münir Ertegün, dönemin en yetenekli müzisyenlerini büyük-elçiliğe davet ederek jamsession geceleri düzenliyor.
Bu gecelerde yer alan sanatçılar Teddy Wilson, Lester Young veya Benny Carter gibi adamlar; fotoğraf karesini bir düşünün...
150 kişilik bir odada, sadece birkaç yıl sonra “efsane” olarak tanımlanacak müzisyenleri dinleme ayrıcalığına sahipsiniz.
Üstelik insanların derisinin rengine göre ayrımcılığa uğradığı, bir Afrikalı-Amerikalı ile bir beyazın yan yana oturamadığı günlerden bahsediyoruz.
İleri tarihlerde Ertegün’ün oğullarının kuracağı Atlantic Records, onlar ve birçok caz müzisyeni içi dönemi için yegane “yuva” oluyor.

Yazının Devamını Oku

Şov (zaten) devam ediyor...

3 Mayıs 2013
Herkesin acıyla baş etme yöntemi farklı.

Kimisi kendi etrafına bir koza örer, onun içine girer ve acı halinde hissettiği o “iç organlarının bile erimesi” hissini dibine kadar yaşar.
Eriyene, onu tüketene kadar bekler...
Konu ölüm olduğunda acı tükenmez şüphesiz.
Biçim değiştirir, ilk anda hissedilen o yokluk hissi, yerini insanın kalbinin köşesine yerleşmiş betondan bir bloğa bırakır...
O ağırlık orada sonsuza kadar kalacaktır.
Acısını içinde tüketerek yaşamak isteyenler, her nasıl mutluluğu kollarını açarak karşılıyorsa, acıyı da son damlasına kadar yaşaması gerektiğini düşünürler.

* * *

Kimisi kendini uyuşturmak ister, acıyı kaldıramaz.

Yazının Devamını Oku

Milli gururumuz, milli sporumuz

1 Mayıs 2013
Milli içkinin çerçevesini çizdikten sonra aklıma düştü: Milletçe en çok hangi konuyu gurur meselesi yapıyoruz?

Allah aşkına bir düşünün. Neyi?
Elbette ki önce trafiği!
Peki sanıyor musunuz ki milli sporumuz güreş, okçuluk veya cirit atma...
Hayır! İddia ediyorum, eğer milli içkimiz ayransa, milli sporumuz da trafikte yol vermemektir.Evet, doğru duydunuz, milli sporumuz, ayakların son derece profesyonel bir ustalıkla gaz ile fren arasındaki milimetrik hareketlerinden, son derece stratejik bir takım akıl jimnastiği pratiğinden oluşan “trafikte yol vermeme” sporudur. Kadınlar, erkekler, amcalar, teyzeler, canını verir ama yolunu vermez.
“Teğet geçmek” tanımı İstanbul trafiğinden sonra sözlüklerde yeniden tanımlanmıştır.
Trafik ışıklarının olmadığı dörtyollarda, birbirlerine yol vermemek için kafa kafaya gelene kadar gaza basan sürücüler sayesinde “Köprüdeki iki inatçı keçi” masalı eskimiş, La Fontaine mezarında ters dönmüştür. Gaz-fren yapmak ve yol vermeden teğet geçmek çok ama çok zordur esasında, yurdum sürücüsü bunu öyle güzel becerir ki Curling sporcuları bile performanslarını kıskanır. Bu kadar mı yoğun, itinalı ve milimetrik çalışılır arkadaş.
Ortalama bir Türk sürücüsü, tüm hayat enerjisini, düşünme kapasitesini yan araca yol vermeyip teğet geçmekle harcar. Futbola bile, adeta bir şeref meselesi olan yol vermeme konusu kadar kafa yormaz.

Yazının Devamını Oku

Gözlerindeki perde buna izin vermez

30 Nisan 2013
Bu pazar günü, Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu nedeniyle Bağdat Caddesi, Cemil Topuzlu Caddesi (sahil yolu) ve ara sokaklar trafiğe kapalıydı.

Tek motor sesinin dahi duyulmadığı, sadece çocuk ve kuş cıvıltısının olduğu, insanların huzurla dolaştığı sokaklarda yürüdüm, koştum...
Sanki Adalar’daydım, başka bir dünyaya ışınlanmıştım, burası İstanbul muydu sahi?
Hep kötü yanlarından söz ederiz ya şehrin.
Alışkanlık işte. Güneş açmadan ve yollar araç trafiğine kapatılmadan bu kadar güzel bir şehirde yaşadığımı fark edemeyecekmişim meğer.
Şehir hayatının en büyük stres kaynağı araçlar... İnsan ancak yokluklarında durumu fark edebiliyor.
Öyle bir hâl ki bu, “Allah’ım” dedim, “Ben öldüm de cennete mi geldim, burası neresi, bu insanlar nereden çıktı, bu aydınlık insanlar nerede saklanıyordu? Ben neden şehrin, hayatın kötü yanlarını görüyorum?”

* * *

Mutsuzluk bir “kendini yazarak ifade etmeyi seven insan arızası” mıdır diye düşünmeye başladım...

Yazının Devamını Oku

İtiraf

27 Nisan 2013
Önemli bir maç olduğunda yenilelim istiyorum. Evet, bunu istiyorum.

Biliyorum çünkü, maç bittiğinde birileri mutlaka çıkacak, evindeki silahı kullanma fırsatını kaçırmayacak, havaya ateş açacak, sevincini kurşun sıkarak yaşayacak.
Havaya ateş açmak nasıl bir sevinç göstergesidir sevgili çekmecesindeki silahı çıkarıp kullanma heveslisi futbolsever dostum?
1800’lerde Teksas kasabalarında yaşayan kovboylar bile senin kadar silah heveslisi değildi. Enerjini atacak başka yol bilmiyor musun?
Git arkadaşına sarıl, evde koş, hatta çık sokağa koş, duvarları yumrukla, üç parende, beş takla at, enerjini boşalt ama silahına sarılıp balkona çıkma.
Biz her maç sonrası evlerimizde “kurşun sekecek” paranoyası mı yaşamak zorundayız?
Perdelerimizi çekip evin en kuytu köşesindeki dolapların içinde mi bekleyelim senin sevincin geçene kadar?
Savaşta mıyız? Bodrum katına inip “acil durum pozisyonu” mu alalım? Ne yapalım? Söyle futbolsever kardeşim, ne yapalım?

Yazının Devamını Oku

Cinsellik esareti

25 Nisan 2013
Doğal bir insan dürtüsünün “kültür” hatta “inanç” kılıfına sokulup insanın kendisinden uzaklaştırılmasının sadece bir etkisi olur: Bastırdığın dürtü seni esir alır.Ve sonuç: Koca bir toplum cinselliğin esiri.

Hayata geçirilemeyen dürtü bilhassa yetişkinliğe adım atan, hatta adımını çoktan atmış, kafasında üç tel kalmış erkeklerin dahi aklını sarmaşık gibi kaplamış durumda.
Tabii dünyanın her yerinde cinsellik kelimesi aynı.
Birinde elma, diğerinde armut değil. Sadece bastırılma yöntemlerine göre farklı biçimlerde etki altına alıyor toplumları, insanları...
Cinselliği bastıran tüm toplumlarda her gün bir tecavüz vakasına, çocuk gelinlere, taciz haberlerine uyanır ahali. Tanıdık geldi, değil mi?
İnce cilamızı tırnakla kazıyınca altından çürümüş ahşap, bin bir türlü kokuşmuşluk çıkıyor.
Her gün başka tuhaf bir tecavüz haberi okuyoruz.
Cinsellikle derdi “kültür” düzeyinde olmayan toplumlarda sapkınlıklar bireysel yaşam öykülerinden çıkıyor:

Yazının Devamını Oku

Beyinde “akıl alanı” yoksa...

24 Nisan 2013
Dünyayı insanlık penceresinden görmeyi bırakmış, dolayısıyla aynı toprakları paylaştığı tüm vatandaşların belirli bir topluluğun kültür ve inancına göre yaşamasını bekleyenler tarafından kuşatıldığımız bu zor günlerde, artık hiçbir “veciz” söz bizi şaşırtmıyor.

Fakat gün geliyor, adının önüne “sosyolog” sıfatı almış bir adam, öyle bir laf ediyor ki, “Yok” diyorsun.
“Yanlış anlamışızdır” diyorsun.
Bu, en fazla, ayarı kaçmış bir Zaytung haberidir diyorsun.
Sözleri tekrar okuma ihtiyacı hissediyor, “Bu sözler gerçek olamaz, başka bir şey demek istemiştir” diyorsun...
Ardından açıyorsun videoyu. Bakıyorsun bir adam konuşmakta... Mikrofon uzatılmış, otizmli çocuklarla ilgili görüşlerini ve neler yaptıklarını anlatıyor.
Otizmli çocuklar için çalışan, iyi niyetli, fakat konuya kesinlikle hakim olmayan bir adam portresi çiziyor birkaç dakika boyunca. “Kem” diyor, “Küm” diyor, otizm diyor, ailelere yardımcı olmaya çalışıyoruz diyor...
Sonra işin “bilimsel” kısmına geliyor... Çalışmalar var diyor, Almanlar araştırmış diyor, Amerikalılar araştırmış diyor.

Yazının Devamını Oku

Kilo aldıysanız ruhunuzu “eşeleyin”

23 Nisan 2013
Yıllarca obezite ile boğuşan bir kadın, bedenindeki arızayı bulmak üzere doktora gidiyor.

Testler yapılıyor, vücudu A’dan Z’ye inceleniyor ve herhangi bir sorun olmadığı tespit ediliyor.
Sıra psikologda. Kadın, neden kilo veremediğini, verdiği kiloları niçin aynı biçimde aldığını öğrenmek mecburiyetinde, artık vaziyet canına tak etmiş.
Niçin yiyor, niçin doyma duygusu hissetmiyor, niçin ayarını bilemiyor, niçin kilo vermek bu kadar zor?Birkaç seansın ardından doktorun ağzından şu cümleler dökülüyor: “Dünyada bir yer edinmeye çalışıyorsun.”Kadın, çevresinde çok sevilmediğini ve temel olarak hayatta bir işe yaramadığını düşünüyor ve aklı ile bedeni ortak çalışarak, dünya üzerindeki kapladığı alanı genişletiyor.
Bedeninin tepkisi  esasında psikolojik.
Bir başka hikaye: Yine bedensel fonksiyonlarında arıza olmayan bir kadın, yıllarca dönemsel olarak kilo alıyor. Her seferinde bahanesi farklı.
Genellikle buna “kış kilosu”, üzgün olduğu ya da kendini bıraktığı zamanlarda aldıklarına ise “depresyon kilosu” diyor... Aldığı ilaçların vücudunda su tuttuğu söylenmiş ona, zaten ruh halindeki en ufak dalgalanma bile aklına yemek getirmeye yetiyor...
Tüm faktörler bir araya geliyor ve her sene benzer bir döngü içine giriyor.

Yazının Devamını Oku