Melike Karakartal

Yasakların sonu: Paralel hayat

17 Mayıs 2013
Uzun bir uçak yolculuğunda bir İranlı kadın yazarla tanışmıştım.

60’larda doğmuş bu modern kadın, çok küçükken bir trafik kazası sonucu annesi ve babasını kaybetmiş.
Birkaç sene İran’da akrabalarının yanında kaldıktan sonra ailesi tarafından Amerika’ya gönderilmiş.
Şah devrildikten sonra olacakları gören birçok aile benzer kararlar vermiş ve çocuklarını “kurtarmak” için eğitim almak üzere Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’ya gönder-mişti. İranlı kadın da onlarla üç aşağı beş yukarı benzer bir kaderi paylaşmış. İranlı yazar, tam 20 yıl boyunca memleket hasretiyle yanmış. İran’ın geçirdiği değişimi, akrabalarıyla haberleşmek ve başka bir ülkeden izlemek suretiyle acı içinde yaşamış...
Bir gün büyük bir karar almış: 20 yıl sonra bir gün ilk kez ülkesine geri dönme kararı vermiş...
Dönmüş ve o andan sonra ikili bir hayata sahip olmuş... Amerika’daki evi ve İran’daki evi.
Her nasıl Marjane Satrapi Persepolis’te kendi çizgileriyle İran’da geçen çocukluk ve gençliğini anlatmışsa, o da aynısını kalemiyle yapmaya karar vermiş.
Pek yakında kitabı çıkacak, çok ses getireceği şüphe götürmüyor.

Yazının Devamını Oku

Ekmek kapısı olarak insan draması

16 Mayıs 2013
Bilimkurgu filmlerindeki gelecek tasvirleri hep “insanoğlunun geldiği vahim durum” senaryoları içerir, bilirsiniz...

Mesela Steven Spielberg’in “Yapay Zeka” filminde, yarı insan-yarı robot Mecha’lar yakalanıp arena benzeri bir alanda bağlanıyor ve izleyicilerin alkışları eşliğinde öldürülüyordu. 
Koca bir stadyum dolusu insan, tribündeki konforlu yerlerinde, bir insanın hayat mücadelesini, çaresizliğini izlemekten zevk alıyordu. Gelecekteki zavallı halimizi gösteren filmlerde hep “insan draması” çıkar karşımıza.
İki kez film versiyonuyla da karşımıza çıkan H.G Wells’in “Time Machine” romanında nasıl bir gelecek çizilmişti hatırlayın: İnsan türü ikiye ayrılarak evrilmiş, Eloi’ler ve Morlock’lar...Morlock’lar insani özelliklerini kaybetmiş, hayvanlaşmışlardır.
Yerin altında yaşar ve yer üstünde yaşayan insanlar, yani “Eloi”lerle beslenirler. Işıktan kaçarlar, sadece geceleri yeryüzünde dolaşabilirler...
Morlock’lar, Eloi’leri kaçırıp hapsederler, hapishaneleri “insan pazarı” durumundadır...
Eskiden para uğruna insan ticareti yapılırken bu defa insanlar, başka bir insan türü için “besin kaynağı” haline gelmiştir, durum daha çirkinleşmiş ve acımasızlaşmıştır sanki...
Gelin, bugünkü televizyona bakalım. “İnsanların mutluluğu için” tarifiyle kendilerini pazarlayan evlilik programlarını düşünelim önce. İzlerken ne hissediyorum, size tarif etmek isterim:

Yazının Devamını Oku

Kültürsüzlüğün kültürü

15 Mayıs 2013
Aziz Nesin ne demiş: “Bir bok bilmiyorsun. İşin kötüsü bir bok bilmediğini de bilmiyorsun.”

Herhalde o bile bu kadar anormalliğini normal zanneden, yontulmamış bir topluma dönüşeceğimizi tahmin edemezdi.Koca bir toplumun dürtüleriyle hareket eden canlılar topluluğu haline geleceğini, sahip olduğu değerleri ise “kültürsüzlüğün kültürü” olarak tarif edeceğimizi düşünemezdi...
Gelin son birkaç neler gördük, bir üzerinden geçelim.

- Reyhanlı’daki patlamalardan sonra mahkeme kararıyla “vurdumduymazlık” kararı alındı. Kuş, çiçek, böcek, “İstanbullular güzel havayı fırsat bildi, park ve bahçeler doldu taştı” haberleri, Survivor ve maç gündemi bize yetti. - Bizim adımıza memleket işlerini yürütmekle yükümlü olan adamların siyasi stratejilerine kurban giden vatandaşlar için “Bir fatura olacak tabii” diyen bile çıktı.
- Tuhaf, ikiyüzlü ahlak ve yas anlayışımızın bir yansıması olan “konserleri iptal edelim ama maç önemli. Maç olacak elbette. Hatta maç olsun, alabildiğine küfredelim, hayata karşı ne kadar nefretimiz, bastırdığımız ne kadar duygumuz varsa onu tüketene kadar en çirkin haliyle kusalım” anlayışı değişmedi. - Futbolcular birbirlerinin ense köklerini tırmaladı, gencecik bir çocuk bıçaklanıp öldü. “Olay olsa da dalsak” güruhu hem statta hem de sokakta beklemedeydi. Sahanın içine sokulan maytaplar 90 dakika boyunca patlatıldı. Maçta değil, poligondaydık sanki. Patlama sesleri eşlik etti.
- Tuhaflıkların tuhaflıktan sayılmadığı, “normal” eşiğinin yerlerde süründüğü ve milyonlarca insanın bunun adına “hayat” dediği güzel ülkemde siyah derili futbolculara “maymun” dendi.
- Malum, yetişkin bireylerin alkolle olan ilişkisi, söylemekten utanacağımız kadar uzun süredir, buna müdahale hakkı bulunmayan devlet tarafından tayin ediliyor. “İçki kültürü”, bu konuda bir fikri olmayan, olan fikri de “ayyaşlık” kelimesi etrafında döndürenler tarafından yok ediliyor. Karısını döven adamların, çocuk gelinlerin ülkesinde tüm kötülüklerin anası olarak belirlenen içkiyle savaş konusunda yeni adımlar atıldı.
- Biber gazı kullanımı normalleşti, sıradanlaştı ve pek sıklaştı. Bu defa biber gazı şenliği Beşiktaş’taydı. Yaşlılar, hastalar, çocuklar hatta sokak hayvanları bile bu leziz gazdan nasibini aldı.- Son olarak, “kültür sanat” sularında vaziyet: Bir gazetede koskoca Alicia Keys’le “Sizi tanıyalım” ekolü bir röportaj yapıldı sorular: “Oralardan buralara gelmeyi nasıl başardınız?”, “Güzellikle nereye kadar?”, “Güzelliğinizi melezliğe mi borçlusunuz” gibi... Kaçırılmış fırsatlar insanı üzer ya, bu, vaziyeti kelimelerle tarif etmenin zor olduğu, çaresiz, tatsız bir hal. İnsanın dinlemediği-bilmediği biriyle röportaj yapması zordur ama bu kadarı sadece müzik yazarlarını değil, röportajı okuyan herkesi isyan ettirdi.


Yazının Devamını Oku

Baharın geldiği nereden anlaşılır?

11 Mayıs 2013
Baharın, yazın geldiğini nasıl anlayacaksınız? Elbette, biraz gözlem yapacaksınız. Kadınları inceleyeceksiniz.

Biliyorum, havalar biraz limoni, ekimde miyiz yoksa mayısta mı belli değil, ancak moralinizi bozmayınız.
Çevrenize iyi bakınız, bir sürü “bahar-yaz belirtisi” göreceksiniz.
Peki... Madem havalar buna müsaade etmiyor, baharın, yazın geldiğini nasıl anlayacaksınız?
Elbette, biraz gözlem yapacaksınız. Kadınları inceleyeceksiniz.
Aşağıda etraflıca tarifini bulacağınız kızlarımızı gördüğünüzde “Yaşasın, bahar geldi, yaz geldi” diye sevinebilirsiniz:
“Gömülü” kız: Baharın ve yazın ilk günlerinde Bağdat Caddesi’nde, Bebek’te, Etiler’de veya boğaz kenarında, genç ve yakışıklı oğlanların tek başlarına otomobil sürdüklerini düşünebilirsiniz.
O araçlara daha iyi bakınız. Kimsenin oturmadığını zannettiğiniz yan koltukta “acımız büyük” güneş gözlüklü, çok uzun saçlı fakat koltuğa alabildiğine gömülmüş “tripli” bir kız göreceksiniz.

Yazının Devamını Oku

Yırtma kültürü

10 Mayıs 2013
Milletimizin vekillerinden biri, ehliyet ruhsat sorulduğunda rencide olmuş, “Polis bize daha kibar davranabilirdi” diyor. Polisi görevini yaptığı için eleştiriyor, “normal” vatandaş gibi radara yakalanmak, yakalandığında da durdurulmak istemiyor.

Bu cümleleri bu kadar rahat kurmasının sebebi nedir biliyor musunuz?
“Yırtma kültürü”...
Hayatta ibreyi düzgün tutturmanın çalışmaktan, üretmekten değil “bir şekilde yırtmaktan” geçtiğini düşünen bir toplumda, milletvekili bile “yırtmışlıktan” ötürü kendine göre hayati imtiyazlara sahip olma arzusu içindeyse, bu kültürün epey derinlere yerleştiğini söyleyebiliriz.
Burada konu iktidar değil tabii. Bu kültür daha biz doğmadan çok önce ekildi. 60’larda köklerini toprağa doğru verdi, 70’lerde çimlendi, 80’lerde çiçeklerini açtı, 90’larda ilk meyvelerini verdi, şimdi artık seri üretime geçti.
Milletimin vekili diyor ki, “Milletvekili kendini güçlü hissetmelidir”.
Vatandaşının yaşam koşullarını düzeltmekle yükümlü olan milletvekili kendini sahip olduğu imtiyazlardan dolayı güçlü hissetmek istiyor...
Milletvekili, “güç” kavramını “vatandaşının dünyasını değiştirebilecek adam” olmakla değil, imtiyazlı olmakla bağdaştırıyor. “Yırtmış” o bir kere, “yırtmamış”larla aynı kefeye koyulmak istemiyor.

Yazının Devamını Oku

5 lira olmuş patlıcan moru...

9 Mayıs 2013
Kenardan köşeden çalıp çırpan, müşteri seçen, üçkağıtla insan bezdirenler yüzünden yoldan taksi çevirmek “şehirli insanın gireceği en büyük risklerden biri” sayılır artık...

“Taksi” deyip geçiyoruz fakat esasında vaziyetimiz şu: Bir arabanın içinde tanımadığın bir adamla baş başasın. Adam otomobilini hizmet sunduğu bir araç olarak değil, “kalesi” olarak görüyor. Dilediğini yapmak ve söylemekte özgür ama sen değilsin.
Müşteri bile değilsin, onun aracına binen bir işgalcisin çoğu zaman.
Seni istediği yere istediği biçimde götürür, canı istemedi mi götürmez, sana hesap sorma hakkını her zaman kendinde görebilir...
Peki ne yapıyoruz? Can güvenliğini sağlamak, akıl sağlığımızı korumak, az sinirlenmek ve her an soyulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamak için -ne yapacan, taksiye binecen-mecbur” anlarında en yakın durağa koşuyoruz.
Tabii en “yoldan çevirmeyeceğim, duraktan bineceğim”ci müşteri bile eninde sonunda, yoldan rastgele çevirdiği bir taksiye binmek zorunda kalıyor.
İlla bir münasebetsizlikle, ayarsızlıkla, illa bir “söğüş anı” ile karşılaşıyor...
50 liralarla sık sık karıştırılan 5 liraların hakim rengi mor olarak değiştirildi biliyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

Canın mı sıkıldı? Ver biber gazını...

8 Mayıs 2013
Maçta çocuk yaşındaki futbolcuya gaz... “Emek yıkılmasın” diyene gaz... Taksim’de 1 Mayıs’a gaz... Pek yakında Taksim’e çıkıp bağırarak adımızı soyadımızı söyleyecek olsak biber gazını yiyeceğiz, vaziyet onu gösteriyor.

Turistler ayılıp bayılıyor, futbolcu çocuklar acil serviste feryat figan... Son bir ay içinde “Biber gazı kullanımının tadını çıkaran millet” olarak tarihe geçtik.
Google bile kime ne pazarlayacağını biliyor, “biber gazı” yazdığınızda çıkan ilk sonuç “6.90 TL’ye biber gazı satın alabileceğinizi” söyleyen bir reklam...
Pek yakında bu reklamlar “Cildi gençleştirir, tansiyona, kolesterole birebir” gibi cümlelerle süslenirse şaşırır mısınız? Elbette şaşırmazsınız...
Hazır biber gazı “milli gazımız” olarak kabul edilmiş ve gül kokulu oda parfümü sıklığında her fırsatta kullanılırken bu faydalı yeni kullanım alanları açmanın vakti geldi.
* Mesela iş arkadaşınız size mobbing mi yaptı? Yüzünüze gülüp çaktırmadan arkanızdan iş mi çevirdi? Derhal çantanızdan çıkaracağınız biber gazını yüz bölgesine sıkınız. Bakınız bakalım bir daha mobbing’in m’sini yapıyor mu...* Kalbiniz mi kırıldı? Palavraya mı maruz kaldınız? Biliyorsunuz “drama queen” dediğimiz tür artık kadınlardan değil, bizzat erkeklerden çıkıyor. Laf salatası ile dünyasını döndüren erkeklerin yok olması ancak dinozorların tükenmesi gibi dünyaya bir göktaşı çarpması sonucu gerçekleşecek olsa da kısa dönemde şansınızı biber gazıyla da deneyebilirsiniz.
Sıkın gözüne, sıkın burnuna, bakın karizmasından eser kalıyor mu.
* Bundan böyle çocuklarınız yaramazlık yaptığında, ona “senin ağzına biber sürerim” türü yüz yıllık klişelerle gitmeyiniz, rica ediyorum. Evladınız hele ki akşam haberlerini şu sıralar düzenli olarak izlemişse, garibim anlamaz. Diyelim ki yemek yemiyor. “Senin burnuna, gözüne biber gazı sıkarım” deyin, tabakta kalanları dahi yalayacağını garantileyin. Veya... Diyelim ki sokakta her gördüğünü istiyor, istediği olmayınca avaz avaz bağırıyor, “Üvveaaaa” sesiyle yakın çevrenin kulaklarını kanatıyor.

Yazının Devamını Oku

"Önünden geçmeyin, içine girin!

7 Mayıs 2013
Bahar geldi, vakit kendini sokağa atmanın, her gün önünden geçtiğiniz tarihin derinlerine dalmanın vaktidir sevgili kendi şehrinde turist olmayı seven Habitus okuru.“Şehir hayatı” dediğiniz benzer semtlerde dolaşıp, durmadan kendi ayak izlerinizi takip etmeye döndüyse, işte size program: MasterCard’ın “Paha Biçilemez İstanbul”u.

Saffet Emre Tonguç rehberliğinde daha önce “önünden geçtiğiniz” İstanbul’u görmeye hazırlanın: Bu defa içine gireceksiniz...
Balat-Fener turu, bu sene düzenlenen turların Karaköy ve Cihangir’den sonra, üçüncüsü. Yüzyıl başından kalma cumbalı Osmanlı evlerinin arasında, her sokakta, her adımda yeni bir ayrıntı çıkıyor önünüze; girdiğiniz her kapıda ayrı bir öykü dinliyor ve daha önce “önünden geçmekle yetindiğiniz” için suçlu hissediyorsunuz kendinizi...
Tarih koklamayı sevenlerin en büyük merakı, orijinalliğini yitirmemiş mekanlar içinde gezmek, oranın ruhunu hissetmek, duvarlara dokunmak, yaşadığı zamanı unutmaktır ya hani...
Kariye Müzesi’yle başlıyorsunuz ama bunu anlatmayacağım. Esas büyü “kırmızı okul”da...
Ancak özel izinle girilebilen Özel Fener Rum Lisesi’nin içinde gezerken uzaktan izlediği bir tarihin içinde buluyor insan kendini. Dışarıdan kale gibi görünen bu dev kırmızı bina 1881 yılında Mimar Pericles Demades tarafından yapılmış.
Dışı gibi içi de ihtişamlı, sadece çok ama çok yorgun.
Bir zamanların tüm renklerini içinde barındıran bir şehrin hayaleti geziyor gibi hissediyorsunuz içinde dolaşırken...

Yazının Devamını Oku