Paylaş
O gelecekten, yeni pazarlama kanunlarından, jenerasyon farklarından, renklerden bahseder, “2013’te endüstriyel tasarımın ana konusu mutluluk” derken, biz kendi “yassah kardeşim” gündemimizden “modern dünya endişeleri”ne adapte olmaya çalışıyorduk.
Düşünsenize, karşınızda onlarca markanın geleceğini “okumuş”, insanların davranışlarından neyi satın alacaklarını, neye eğilim göstereceklerini çıkarmış ve başarıya ulaşmış bir uzman, modern dünyanın yeni kanunlarından bahsediyor.
Bir başka deyişle, modern dünyanın en parlak ucundayız.
Bir de diğer uca, yani içinde bulunduğumuz koşullara bakalım:
Akılla değil, “biz öyle olmasını istiyoruz”cuların kararlarıyla yaşamak zorunda bırakıldığımız bir dünya.
İki üst sokakta alt alta, üst üste binalarla oluşturulmuş çirkinlik abidesi mahalleler...
Dışarıdan bakılınca “çok kozmopolit ve büyüleyici” görünen ama içinde yaşayan için giderek küçülen çirkin bir hapishaneye dönüşen bir şehir...
Birazdan göz ucuyla telefonumuza, Twitter’a bakacak, akla ziyan bir haber okuyacağız ve diğer uca savrulacağız.
Turner’ın anlattığı modern dünya ile kendi “3. dünyamız” arasında gidip geleceğiz ve yine aptala döneceğiz.
Turner diyor ki;
“Markalara ve pazarlamaya karşı doygunluğun olduğu günümüzde, artık tüketiciye pazarlama yapmak yerine insan davranışının değişimini takip etmemiz ve buna göre ilerlememiz gerekiyor.”
Doğru, değil mi?
Yani, telefonla taciz ederek internet hizmeti satmanın veya ünlülere hayatlarında bir defa bile giymedikleri tekstil ürünlerini giydirerek malını pazarlamanın artık tüketiciyle bağ kurmak konusunda doğru bir yöntem olmadığını söylüyor.
Sonra aklıma günde 20 kere çalan telefonum geliyor.
Benden müsaade alınmadan dağıtılmış, bir pazarlama aracı olarak kullanılan telefonum.
Cinsel gücü artıran bilmem ne macunundan kredi kartı borçlarını taksitle ödeme imkanı sağlamaya kadar bana “pazarlananları” hatırlıyorum.
Her pazar telefonuma düşen Antalya otellerinde tatil fırsatları mesajlarından nasıl da bunaldığımı anımsıyorum.
Eskiyi “düzleme” dürtüsü nereden geliyor?
Turner’ın anlattığı yeni pazarlama kanunlarını kimi markaların anlamasına ne kadar var dersiniz? 30 yıl? 40 yıl? Belki de daha fazla...
Tekrar dikkatimi Turner’a veriyorum: “Bize geleceği hatırlatan konseptlerden hoşlanma eğilimimiz vardır” diyor.
Yine aklıma İstanbul geliyor.
Doğru ya, insanın doğasında hep ileriye bakmak varsa, nefretle hatırladığı, zulüm gördüğünü düşündüğü bir geçmişi yok ister öyle değil mi?
Dünyanın en köklü tarihe sahip şehirlerinden biri fena halde yağmalanıyor ya, birden bunun doğal bir sonuç olduğunu düşünüyorum.
İstanbul’da güzel ve eski olan ne varsa hunharca yok edilmesini...
Eskiyi “düzlemeyi”; düzlenmiş ve çöle dönmüş bir şehrin üzerine aynı petrol zengini Arap ülkesi havası getirme çabasını...
İnsanı ezen, çirkin, ruhsuz AVM’leri... Koca gökdelenleri, kel binaları, iki dal yeşilsiz beton ormanlarını... “İmzamızı atacağız, yeni Türkiye budur” ısrarını... Kendi özgürlüklerini elde ettikten sonra başkalarının özgürlüklerini kendilerininkileriyle sınırlamaya çalışanların çırpınışlarını...
Turner belki renkleri anlatacak ama ben onu başka şekilde duyuyorum...
“Beynin nasıl çalıştığını tam olarak anladığımızda geleceği de anlayacağız” diyor. “Ne yapıyorsanız yapın, tek başınıza yapmayın” diyor.
Doğru söylüyor. Düşünsenize, beynimizin nasıl çalıştığıyla en çok kim ilgilendi?
Beyni çözerlerse daha fazla para kazanacaklarını anlayan markalar ve toplum mühendisliğinde başarıya ulaşacaklarını fark eden siyasetçiler
değil mi?
Renkler kayboldu
Ve renkler... “Renkler kayboldu” diyoruz ya... Kaybolmadı esasında... Renkler hep bir “çatlak” bulup çıkıyor.
Mutlu ediyor, dünyamızı aydınlatıyor.
Ufak bir detay: Bu sene siyah ve beyaz hep bir arada. Bu da “temizlenme” demekmiş mesela.
Eğer siyah-beyaz sevdanız varsa “geçmişi bırakıyorum, yeniden başlıyorum” diyormuşsunuz.
Başka bir yönü de var: Siyah ve beyazda zıtlıklar bir arada, üstelik fark da kabak gibi ortada. Ama biliyor musunuz, maharet onları bir arada tutmakta...
Duvardaki boyada da, insanların
aklında da...
Paylaş