Melike Karakartal

Sevimli video faktörü

23 Ekim 2013
İş çıkış saatlerine denk gelen bir deniz otobüsü seferi...

Herkes yorgun, herkes tükenmiş, herkes bir an önce gideceği yere varmak istiyor.
Yüzler asık haliyle, kimsede yanındakine gülümseyecek mecal yok.
Gazete okumaya hatta telefon karıştırmaya bile eli gitmiyor insanların.
Ahali, camdan dışarı ufuk çizgisinde, veya pis camın üstünde bilinmeyen bir noktaya gözlerini kilitliyor. Öyle, sabit duruyor...
Vakit geliyor, deniz otobüsü hareket ediyor.
Bu esnada taşıtın araç içi yayın yapan kendi kanalında magazin haberleri, günlük burçlar gibi göz oyalayan birtakım görüntüler dönmekte.
Ardından sevimli hayvanların yer aldığı bir yayın başlıyor.

Yazının Devamını Oku

Harita hep aynı: Sev, tüket, öldür

22 Ekim 2013
Tatile gittiğinizde bir yeri ilk keşfeden olmak veya en güzel zamanlarını yaşamak istersiniz.

Sonradan çok popüler olacak bir şarkıyı ilk keşfedenlerden, güzel bir kitabı ilk okuyanlardan olmazsanız, popülerken sevmenin pek bir anlamı yoktur. “Bozulmuştur” sanki, saflığı, özelliği, güzelliği gitmiştir üzerinden. Herkesin ulaştığı, sevdiği bir oyuncağa dönmüştür.
İnsanın tüketim haritası konu “keyif” olduğunda da değişmiyor: Öyle bir harita ki bu, “Zevk aldığın her ne ise sana özel olmalı. Az kişi bilmeli, az kişi zevkini çıkarmalı. İnsan akınına uğrayacağı zamana kadar tadını almalı.” Sonra nasılsa uzaklaşacaksın ya...
Keyfin yaşam döngüsü sona erecek ve sen yeni bir keşif için yola çıkacaksın. Sosyal medya alışkanlıkları da okuduğumuz kitabın, dinlediğimiz müziğin, keşfettiğimiz tatil cennetinin “yaşam döngüsü” gibi çalışıyor.
Önce keşfediyorsun.
Hoşuna gidiyor, her fırsatta vaktini onunla geçiriyorsun. Bir nevi “yatırım” yapıyorsun, vaktini, aklını onun için harcıyorsun.
Hayatın Facebook’ta, Twitter’da ve Instagram’da geçiyor.
Bir gün “selfie” koyuyorsun, bir gün kafana takılan bir derdini paylaşıyorsun, bazen önemli bulduğun bir haberi...

Yazının Devamını Oku

Kimileri için son çare: Delilik

19 Ekim 2013
Hayat tam da istediğin gibi gidiyordur...

Kandırılma ihtimalini, yalan dolan üzerine kurulan kaleleri, aksak topal halleri görmezden gelirsin.
Yaşadığının mükemmel olduğuna kendini inandırır, hep böyle gideceğini düşünürsen kimse dokunmaz, yaraları kaşımaz, açıkları eşelemez dersin.
Bunu yaparsan belki hayat, dışarıdan bakınca müthiş görünen o mükemmel haliyle kalır belki ha?
Kalmaz. Çok istersin ama kalmaz. Bir bakarsın, o görmezden geldiklerin bir çığ olur, başının üstüne yıkılır.
Yük o kadar ağırdır ki kaldıramazsın.
Kendini inandırdığın o mükemmel hayat hiç olmamıştır ama görüntüsünü öyle iyi vermişsindir ki, kendin bile inanmışsındır güzelliğine.
Mükemmel olduğunu sandığın hayat, ellerinin arasından, gitmiştir esasında.

Yazının Devamını Oku

Dizi kardeşliği

18 Ekim 2013
Gençlik yıllarımızda, 23-24 yaşındayken The OC’yi pek bir iştahla izlerdik.

Ryan’dı, Marissa’ydı, Seth’ti, Summer’dı, hepsini bir bir kafamıza kazıdık.
Hatta ilerleyen yıllarda bu karakterleri canlandıran oyuncuların kariyer takibini yapacak kadar dizinin bağımlısı olduk.
(Burada “Kendinden 1. çoğul şahıs olarak bahseden yarı-ünlü” olarak konuşmuyorum, az çok benim yaşlarımda olan birçok okur bu hissiyatımı paylaşacaktır.)
Küçükken yolu aynı kitaplardan geçmiş insanların “kardeş”liğine benzer bir vaziyet bile söz konusu.
“Nee sen de mi OC’ciydin?” ile başlayan nice sohbetler gördü bu kahverengi gözler sevgili Ryan’cı Habitus okuru.
(Küçük br not: Medcezir, AŞIRI yavaş ilerlemesi dışında pek güzel oldu bu arada. N’apacaak, tek bölümü iki saate yayacaak, mecbuuur.)
Ortaokul zamanlarındaki Evimiz Hollywood’da bizim için neyse sonrasında The OC de öyle bir şeydi işte.

Yazının Devamını Oku

Kadının kabası

17 Ekim 2013
Toplu taşıma araçlarında veya vapurdu, efendime söyleyeyim, deniz otobüsüydü, bekleme salonlarıydı; tüm bu kalabalık yerlerde “Eşyanızı çekin de ben oturayım” demek yerine popoyu koltuğa atmak suretiyle “eşyanı çek” mesajı vermek niyedir, sorarım sana şehir insanı Habitus okuru.

Belki daldım oturuyorum arkadaşım, belki hastayım, belki yorgunum, müsaade istersin, çekerim çantamı torbamı, oturursun değil mi? Ama yok, illa eşyanız o popoyla ittirilecek, koltuğa beden sertçe savrulacak.
Kafelerdeki uzun banklarda da aynı hikaye. Çantan, torban biraz öteki masanın alanına kaymıştır mesela, motorcu montlu, Red Kit çizmeli havalı sosyetik dostumuz “TORBANI ÇEK” mesajı vermek için kendini masaya öyle bir savurur ki yav, arkadaş, belki torbanın içinde yumurta var? Ayrıca sen çok havalı ve tanınmış bir insan olduğun için sen yanımızdaki masaya gelince şöyle bir toparlanmam mı icap ediyor?
Anlıyorum, her yerde “Aaay... Aaaaay yakışıklı bekar sosyetik yan masamızda, AY RESMEN EVLİLİK ZİLLERİ ÇALIYOR” enerjisi dallllga dalga geliyor, çok alışmışsın ama her yerde de olmaz öyle be anacım. Oturmuş, koyu muhabbet ediyor yan masandakiler, senin farkında bile değiller, ALOW.
Cüssenle banka kendini savurmak yerine “Torbanızı çeker misiniz” desen incilerin dökülmez.
Ama yoook, ne yapacak, kendini banka lök diye atacak ki “EŞYANI ÇEK, BEN GELDİM. Görmediyseniz görün ha” mesajı versin. Kaba şey seni.
Erkeğin kabası çekilmiyor ama kadının kabası daha da çekilmiyor sevgili prenses Habitus okuru.
Şimdi tamam, her kadın prensestir ama kıyafetine göre daha prensesimsi olan kadınlar resmen daha az prenses olanlardan “muamele” bekliyor yahu.

Yazının Devamını Oku

Alt tarafı bir AVM yav!

16 Ekim 2013
Ne demiş şair, İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Gönül isterdi ki martı sesleri, çocuk cıvıltısı olsun ama tek duyabildiğim inşaat sesi sevgili hafriyatçı Habitus okuru.
Birkaç ay önce şehrin göbeğine AVM yapılmasın diye kendini yerden yere vuranların Zincirlikuyu’da yeni açılan ve ibadethane muamelesi yapılan yeni AVM’yi iştahla gezmesini izliyorum ve izninizle NEDEN diye soruyorum. Kopan gürültü vaktiyle Kanyon açılırken yapılan tantanaya benziyor.
Anladık güzel, anladık gösterişli, anladık yeme içmesi şahane ama...
Alt tarafı bir AVM yahu. Alışveriş merkezi. Yoksa ben mi yanlış anladım? O bir müze mi? Müthiş bir saray mı? Über bir kültür merkezi mi?
Bienal mi geziyoruz? Bir enstrüman ustasını dinleyip kendimizden mi geçiyoruz? Hayır, sadece bir alışveriş merkezi geziyoruz.
Hayranlık duyma hissimiz de ranta bağlanmış ve resmen bunun farkına varamamışız. Çok para harcanan, eskiden ancak yurtdışındaki belli şehirlerde bulunan çok özel markaların bulunduğu lüks mekanlar kabartıyor iştahımızı.
Başka ülkelerin şehirlerinde tarihi binalarını, geçmişi önünüze seren müzelerinden etkilenir gibi etkileniyoruz alışveriş merkezinden.

Yazının Devamını Oku

Bayram bayram...

15 Ekim 2013
9 günlük tatili fırsat bilerek İstanbul’un insan yükünü hafifletenlere teşekkür ederek başlamak isterim bu yazıya sevgili aile ziyaretine gitmeden önce gazetesini okuyan Habitus okuru. İyi bayramlar.

Şimdi efendim, bayram diye girdim ama müsaadenle artık pek bayram havası esemeyen memleket manzaralarıyla devam etmek istiyorum.
Aaay, dur, sayfayı çevirme, valla bak, o kadar da karamsar değil. Tespit yapacağım şurada ağzımın tadıyla, az sabret.
Şu RTÜK’ten ceza yeme korkusunu nasıl atlatacağız, onu söyle bana sen.
Mesela hafta sonu magazin programında Çağla Şıkel’in podyumda yürürken paldır küldür düşüşünü gösterecekler, iki yan buzlu. Neden?
Sebep, Şıkel’in iki yanında yürüyen modeller transparan giymiş.
İnsanlar defile izlemeye girecek, koridorda çekmişler, arka yine buzlu. Neden? Sebep, sponsor marka isimleri görünüyor.
“Gözüm bozuk herhalde” dedirtecek kadar flu bir ekrana baktıktan sonra biraz NET bir şeyler izlemek istiyoruz, zap yapıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Kasetten canlı

12 Ekim 2013
Hatırlayacaksınız, bir zamanlar gündemle ilgili kalem oynatan yazarların okura ulaşmasının tek yöntemiydi gazeteler. 10-20 yıl önce.

Hala sistemin böyle olduğunu varsayan kişiler, “ses kesme”nin hala geçer akçe olduğunu düşündükleri için bazı dostlarımızın ekmekleriyle oynadılar.
Fakat atladıkları bir konu vardı ki, ses bir yerden susturursun, artık 5 yerden çıkıyor. 5 yerden susturursun, 15 ayrı yerden çıkıyor.
Artık “ses kesme mekanizması” diye bir yöntem yok. Var da işte, çalışmıyor.
Buyrun kanıtı: Sevim Gözay, gazete yazılarını, güncel notlar ekleyerek bir kitap haline getirdi, adına da “Kasetten Canlı” dedi. (Geçen aylarda dağarcığımıza giren bir sözdü hatırlayacak olursanız Kasetten Canlı)
Kitap çok kısa bir süre önce Artemis Yayınları’ndan çıktı.
“Gezi kitabı” değil. Gözay, özellikle altını çiziyor bunun.
Bana kalırsa tarihe düşülen bir not. Önemli bir belge. Bir kanıt. Son yılların Türkiye’si.

Yazının Devamını Oku