Paylaş
Hayır, erkek Habitus okurlarını önceden uyarayım da, sonra, yok efendim saç baş muhabbeti yapıyorsun, yok efendim ülkede bu kadar sorunu varken bu mu derdin diye söylenmeyin.
Kadın dediğin savaş çıksa bile “MANİKÜRE GİTMEM LAZIM, KAŞ ALDIRMAM LAZIM, DİP BOYAM GELDİ” diye sızlanır, şimdi eğri oturalım doğru konuşalım.
Yemişim ülkenin sorunlarını. İster kabul edin, ister etmeyin, çoğu kadının kuaför saati geldiyse, ondan daha önemli bir sorun yoktur kardeşim.
O yüzden bugün izninizle bazı “kızsal” konuları tartışacağım.
Kendine bakan kadınlar, sorarım size: Kendiniz için ayırdığınız mesaiyi bir düşünsenize.
Acaba hayatınızın kaç yılı kuaför sandalyesinde oturarak geçiyordur?
Kendinizi değiştirmek için harcadığınız çabadan bahsediyorum. Bizim gibi adamlar varken kuaförlerin sırtı yere gelmez, bakın kesin konuşuyorum.
Eğer kendinle oyuncak bebek gibi uğraşanlardan değilsen, o zaman önünde saygıyla eğilirim sevgili kendiyle barışık Habitus okuru.
O zaman seninle yarın görüşelim, bugünü pas geç.
Öncelikle saçlardan başlayalım. Biliyorsunuz günümüzde saçını boyamayan bir kadın gördüğümüzde onu alıp doğal yaşam müzesine yerleştiriyoruz.
Özenle koruyor, ona soyu tükenmekte olan nadide bir canlı muamelesi yapıyoruz.
Saçı beyazlayınca artık biraz da mecburiyetten boya sürenlerden bahsetmiyorum.
İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre kadınların saç boyama hevesi bebekliklerinde 40’ları çıktıktan sonra başlıyormuş.
Değişiklik yapma arzusunun birçok sebebi var şüphesiz. Bazen farklılık arayışı, bazen “kendinde olmayana özenme”, bazen de dikkat çekme hevesi.
Dalgalanan hormon seviyeleri ve ruh halini de atlamak olmaz.
Regl öncesi dönemde saçını boyatıp kestiren ve iki güne kalmaz depresyona giren kadınlar psikolojik destek kulübü kursalar, kalabalıktan toplanacak yer bulamazlar yemin ediyorum.
Her kadının ömründen seneleri kuaföre vakfetmesinin sebebi farklı ama şurası kesin: harcanan vakit saatlerce trafikte köprü trafiğinde beklemeye benziyor.
Boşa harcanan saatler, saçılan paralar... Ne çektik be kardeşim.
Şu sahne ile elbette karşılaşmışsınızdır: Bir kadın, kuaför sandalyesinde, aynanın karşısında oturmakta...
Başında kuaför, saçıyla uğraşmakta... Kuzguni siyah saçı önce sarıya veya kızıla boyatıyor, ardından diplerinden tutam tutam saç taktırıyor.
Sarı/kızıl ve uzun saçlı olmak için toplam harcanan süre, neredeyse beş saati buluyor.
Bünyeye giren kimyasala daha gelmedim.
Bana gelince. Acaba neden bu kadar sene sarı saçta ısrar ettim?
Küçükken sörfçü kızların o güneşten açılmış tatlı sarı saçlarına özenirdim.
Saçıma oksijenli suyu döküp Habeş maymununa benzedikten sonra ağzımın payını almamış olacağım ki, 20 sene boyunca “mükemmel sarı”yı aradım.
Sarı saç bir noktadan sonra neredeyse bir parçam haline geldi, sanki annemin karnından öyle doğmuşum.
Lafı gelmişken, İngiliz bilim adamlarının yaptığı bir diğer araştırmaya göre Türkiye’deki kadın nüfusun yüzde 75’inin, hayatlarında en az bir kez “ben küçükken sarışınmışım” cümlesini kurdukları belirlenmiş.
Neden bu kadar zor acaba?
İnsanın kendini olduğu gibi kabul etmesi neden bu kadar zor?
Hepimiz hayatımızın bir yerlerinde birilerine özeniyoruz, aynada gördüğümüz adamla barışamıyoruz, komşunun tavuğuna kaz diyor, o kaza benzemek istiyoruz...
Kendini bulmak ne zor kardeşim.
Hoş, “buldum” deyince de bulmuş olmuyorsun ya...
Paylaş