Gündem, politika, yolsuzluk. “Eskiden ne dertlerimiz vardı ya?” diye düşünüyorum.
Hakikaten ne derdimiz vardı? Neleri tartışırdık? Hatırlıyor musunuz?
Ne yazardım ben?
Dünyam sanki biraz daha “renkli”ydi. Benim dünyam değil de esasında, içinde yaşadığımız koşullar daha renkliydi.
Sokağa çıkıp canımızı sıkanı unutabiliyor, dostlarla buluşup dünyayı bir kenara koyup kahkahalara boğulabiliyor, elimizdeki işle kesintisiz ilgilenebiliyorduk.
Kitap okuyabiliyordum mesela. Gerçekten, kendimi vererek, isteyerek ve “bu bir saati kimse bozamaz” deyip hakikaten kimseye bozdurmayarak.
Veya “şimdi bir film izleyeceğim ve bu iki saatte kimseyi düşünmeyeceğim” diyebiliyordum ve bunu uygulayabiliyordum.
Bu afişler, farklı semtlere yerleştirilmiş ve bazı “platform”lar tarafından asılmış gibi görünüyor.
Mesela okul karşısına asılmış bir afiş:
Oylarımız, çocuklarımıza sağlıklı, hijyenik ve ücretsiz öğlen yemeği verecek olan Hurşit Yıldırım’a. İmza: Kadıköy Okul Aile Birliği Platformu. Kim bu Kadıköy Okul Aile Birliği Platformu, merak ediyoruz. Google’da arama yapıyoruz.
O da ne? Bu aramaya dair bir sonuç yok.
Sonuç olmadığı için bir adres, telefon veya söz konusu platformun faaliyetlerine dair bir bilgi bulamıyoruz.
Bir diğer afiş: Oyumuz, Yeni İmar Planı ile bizi riskli binalardan kurtaracak Hurşit Yıldırım’a. İmza: Kadıköy Sosyal Sorumluluk Platformu.
Kadıköylü vatandaşlar olarak Kadıköy Sosyal sorumluluk Platformu ile tanışmak istiyoruz. Google’da arıyoruz.
Yok yere öldürülen bir çocuğun anasına, sırf gücünü kaybetmemek için “başın sağ olsun” diyemezsin. Sarılamazsın, acısına ortak olamazsın.
Daha büyük bir “dava” vardır çünkü. Güç koruma davası.
İnsaniyetten, duygulardan, gerçeklerden bile üstün gelir o.
Nedensiz yere giden canların vebali senin boynundadır. Değil diyemezsin. Geceleri rahat uyur musun bak o bilinmez. Uyur musun?
Kadınların, çocukların, gençlerin, delikanlıların ölümünden, organlarını kaybedenlerden sorumlusundur.
O an söyleyecek doğru söz o ise, sana oy getirecek, yeterince kutuplaşmaya sebebiyet verecekse, sorumluluğu üstlendiğini ifade edersin. Elbette edersin.
Davan vardır çünkü. Çok, çok acımasız olmalısındır.
TRT, yarış zamanı curling ve kızak dallarını daha önemli bulmuş olmalı ki, buz patenini “azıcık ucundan” verdi, böylelikle “vermediler” diyemedik.
Fakat şu “detay”ları atlamamak gerekir: Kadınların yarıştığı müsabakayı izleyemedik. Çiftlerin yarıştığı müsabakaları izleyemedik. Ha, bakın erkeklerin tek yarıştığı müsabakayı izleyebildik. Sporcularımız Alisa Agafonova ve Alper Uçar’ın yarıştığı çiftler kısa programı da yarım yamalak izleyebildik. “Ha kesildi ha kesilecek” endişesi ile elbette...
Zira Rusya’dan görüntü gelmemesi sebebiyle yayına yarım saat geç girildi ve yarış iki defa futbol özetleriyle kesildi.Buz pateni müsabakasının ortasında futbol özeti izlemezsek ölecektik çünkü. Alisa ve Alper yarışmıyor olsaydı, çiftler kısa program yarışını -yarım yamalak, kesile kesile de olsa- izleyebilir miydik, bakın orası muamma.
Neticede TRT söz verdiği gibi “buz pateni” verdi mi? Evet, verdi.
Web sitesinde “Sochi 2014” sekmesine girdiğinizde -bakın burası da çok enteresan- Futbol, Voleybol, Tenis, Motor Sporları, Engelli Sporları, Engelli Sporları ve Diğer sporlar sekmeleri var. Yani Sochi’deki branşlar değil, genel olarak yayınlanan spor branşları sıralanıyor.
Olimpiyat haberleri ise branş ayrımı yapılmaksızın karışık olarak veriliyor Sochi 2014 sekmesini tıkladığınızda. Çıfıt çarşısı modeli.
Bu çıfıt çarşısı içinde, Alisa ve Alper’in yarıştığı 16 Şubat’a kadar, buz patenine dair bir haber bile yoktu. Halbuki birçok yarış bitmiş, kazananlar ve ilk 3 sıralamaları olimpiyatın resmi sitesine girilmişti.
1- Konusu itibariyle sizi pek sarmış, hızla okuduğunuz bir kitabın yarısına geldiniz diyelim. “Okunmuş sayfaların sol tarafta yarattığı o kalınlığa bakıp bakıp bundan keyif almak” diye bir hadise var.
Kitap okumaktan zevk almanın büyük bir parçası.
E-kitap aparatı istediği kadar “kitap sayfası hissi” yaratsın, bir önemi yok. O soldaki okunmuş sayfalara bakarken aldığım hazzı verecek mi? Hayır.
2- Kitap okumak plak dinlemekse, e-kitap okumak mp3 dinlemeye benziyor. Şarkıyı dinliyorsun, plaktaki neyse dijital ortamdaki müzik de o ama ruhu yok. Bildiğin, ruhu yok.
Belki yanında 10 plak taşıyamaz, o plakları canının istediği yerde rahatça dinleyemezsin fakat bu önemli değil.
Neticede müzik dinlemek sadece “müzik dinlemek” değil birçoğumuz için. Merasimi hak eden ve baştan sona her saniyesinin değerli olduğu bir deneyim. Mesela, CD’den müzik dinlemekle, Türkiye’nin olmayan opera salonu Süreyya Operası’nın (Başbakan Türkiye’de opera salonu OLMADIĞINI söylemişti de, o açıdan “olmayan”) o müthiş tavanı, altında canlı canlı konser dinlemek bir midir?
Hayatta zaten üç beş (gerçek üç-beş, trilyon değil) küçük zevkimiz kaldı, onu da merasimle yapmadıktan sonra ne anladım ben o hayattan?
“Birbirini tanımamak” kimi insanlarda “Nasılsa bir daha hayatımda karşıma çıkmayacak, alabildiğine küfredeyim” dürtüsü yaratıyor olmalı.
Bu adamlar, günün stresini o anlarda atıyorlar.
Yoksa –mesela- trafikte kazaya teğet bir durumda haksız olsa “a...k..” küfrünü sallar mı karşılaştığınız iki ayaklı canlı?
Trafikte ne hissediyorum biliyor musunuz? O küfrü eden adamların ağızlarını okuduğumda el frenini çekesim, geçmesine müsaade etmeyerek yolun ortasına park edesim, aracımdan inip “İn aşağı” diyesim, sonra da “Hadi et bakalım küfrünü şimdi” diyesim geliyor. Tabii bizde “kadına nezaket” diye bir şey yok, sana oturduğu yerden çırpınarak küfreden adam kafana levye indirebilir, o yüzden böyle iddialı hareketler manasız.
Hoş, bazen de ters tepiyor.
Sürücü koltuğunda çırpınarak haykıran bir adama cam açıp “Pardon anlayamadım?” dediğinizde “Efenim, şöyle az çekilseniz de geçsek diyorum hani binaenaleyh” şeklinde karakter değiştirenleri de var.
Diyorum ya, adam günlük sinirini atıyor, başka bir şey değil.
Hatta “özel hayata müdahale” olarak tanımlanan tüm içeriği sonsuza kadar yok etmek, bir nevi “itibar temizliği” yapmak da mümkün.Bugün geçmişi hakkında güncel bilgiler dışında yazı ve fotoğraf bulamadığınız kişileri bir düşünün.
Ne yapıyorlar? Geçmişlerini nasıl temizliyorlar internet tarihinden?
Peki acaba bazı dizileri internetteki rastgele sitelerden neden izleyemiyorsunuz?
Bir başka konu...
Çok değil, kısa süre önce “ünlülerin ipliğini pazara çıkaran” isimlerin neden sivri laflar etmekten vazgeçtiğini bir düşünün.
İnternet, yani “sanal gerçeklik” olarak tarif ettiğimiz dünyanın hukuku, “gerçek” dediğimiz dünyadan pek farklı değil. Ha, tabii artık “üstünlerin hukuku” olarak tanımlanan Türkiye hukuk sisteminden bahsetmiyorum.
Konu internet olduğunda, iş Türkiye yasalarının kontrolünün dışında.Mesela, com uzantılı bir site hakkında işlem yaptırabilmek için Amerikan mahkemelerine bağlısınız.
Kısa vadede güç ve para elde etmek için oynanan küçük oyunlar, oynayana belki kısa vadede kazanç sağlıyor ancak uzun vadede milyonlarca insanın yaşadığı bir topluma en büyük zararı veriyor. O zararın adı: “Güven duyamama hastalığı...” Toplumun her yanına dalga dalga yayılan, insanı yaşadığı yerde huzursuz ve rahatsız hissettiren bir güvensizlik hissi.
Ne yediğimiz gıdaya güveniyoruz, ne olacak seçimlerin sonuçlarına güveniyoruz, ne periyodik olarak yapılan anketlere güveniyoruz, ne mahkemelere güveniyoruz, ne devletin verdiği herhangi bir hizmetin yeterliliğine ne de birbirimize güveniyoruz...
En temel vatandaşlık haklarının, hatta vatandaşlık hakkını bırakın, en temel insan haklarının bile söz konusu olmadığı zamanlarda yaşıyoruz.
Birileri ikinci kattan görünmeyen villa havuzu isterken, diğerinin çocuğu devlet yetişemediği için ölmekle kalmıyor, cansız bedeni sırtta taşınıyor.
Bazı doğruları henüz sansürlenmemiş internetteki yayınlardan izliyoruz.
“Güvenmiyoruz” diyoruz. Neden?
Basit: Hiçbir konuda standart yok. Olan standartlar ise belirli “birilerinin işine gelen” koşullarda geçersiz.