Melike Karakartal

Deprem sadece rantı yüksek semtlere mi uğrayacak?

11 Nisan 2014
Biliyorsunuz binaları 99’dan önce yapılan herkes şu sıralar diken üstünde. Bir müteahhit gelecek de, apartmandaki daireleri satın alacak da... Sonra üzerine “bu bina risklidir” raporu aldıracak da, 50 yıldır orada oturanlara “Binanızı ben yapacam, haydi yallah” diyecek...

Kentsel dönüşümün rantsal dönüşüm anlamı taşıdığı İstanbul’da birçok apartman sakininin başına gelen tam da bu... Bir müteahhit rantı yüksek bir binaya adeta “takıyor”, “Ben yapacağım da ben yapacağım” diyor, satın aldığı daireden numune aldırıp “riskli” belgesini daire sahiplerine göndertiyor, böylece onları 60 günde oradan çıkmaya mecbur bırakıyor. Söyler misiniz, bunun “deprem riski” ile ne ilgisi var?Bir müteahhit, apartmanda 50 senedir oturan insanlardan habersiz karot aldırıp teste nasıl gönderebilir? Oturanların sağlığını düşündüğünden olmasa gerek...
Müteahhitlerin apartman sakinlerine psikolojik baskı yapmaya, işgüzar manevralarla inşaat sürecini hızlandırmaya, insanların “yuvam” dediği yerlerdeki yaşamlarını zehir zıkkım etmeye ne hakkı var?
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı vatandaşı bu hırs küpü müteahhitlerden koruyacak bir hamle yapacak mı, merak içindeyiz.Vaziyet böyleyken, Emine Uşaklıgil’in Bir Şehri Yok Etmek isimli kitabını İstanbul’da yaşayan herkes okumalı.
Ne anlatıyor? İstanbul’un başına çöreklenen “Kentsel dönüşüm”ün gerçek yüzünü.
Müteahhitlerin iştahlarını kabartan ve ev sahiplerini seçeneksiz bırakan bu sistem nasıl da depremi bahane ederek birilerini zenginleştirmeye yarıyor, öğrenin...
Hatırlarsınız, eskiden tek katlı evler bir müteahhide verilir, yerine 4 katlı apartmanlar dikilir, müteahhit ve arsa sahibi zengin olurdu. Şimdi ise 4 katlı apartmanlar yıkılıp yerine 6 katlısı dikiliyor. “Kentsel dönüşüm” denen süslü tarif ve deprem riski, rantı yüksek binaları yıkıp yenilerini yapmak için güzel bir bahane yaratıyor esasında.
Acaba sağlamlaştırma imkanı olan ve yeniden yıkılıp yapılmasından daha az masraf yaratabilecek binalara devlet neden bu imkanı tanımıyor? Çünkü 99’dan önce yapılmış tüm binalara doğrudan “riskli” belgesi veriyor...

Bizde neden “retrofitting” yapılamıyor?

Yazının Devamını Oku

Milli müze: AVM

9 Nisan 2014
Eğlence deyince, “boş vakit geçirmece” deyince, “alışveriş” deyince, “kültür sanat aktivitesi” deyince artık aklına sadece AVM gelen bir nesil yetişiyor.

Hafta sonları AVM’ye gitmezlerse yaygarayı basıyor, asla ve asla sokakta durmak istemiyorlar.
Sadece çocuklar mı bu hastalıktan muzdarip?
Elbette değil.
Mahalle kültürü kaybolmuş şehirlerin sakinleri, koca koca gökdelen sitelerde oturanlar, gençler, yetişkinler, çalışanlar, işsizler; kısacası herkes için artık istikamet AVM’ler. Müze gezer gibi dükkanlar geziliyor, sinemaya orada gidiliyor, yemek AVM uğultusunu kulak zarınızda toplayan bir kubbenin altında yeniyor...
“Ortalama” alışveriş merkezi ile yetinmeyenler için “üst model” olanları da var. Açık alanlar, balkonlar, iki gram yeşillik ve sofistike yeme-içme seçenekleri sunuyor.
Fakat sonunda nereye geliyoruz: İstediğin kadar fark yarat, neticede bir AVM’nin içindesin. Hayatın buraya endeksli. Çocukların buraya endeksli. Sokakta oynamayı bilmiyor, ellerindeki tabletlerin sunduğu sanal dünya ve alışveriş merkezi eğlencesi seçenekleri içinde sıkışıp kalıyorlar.
Ne yapsınlar, devlet, dev parklar, ailelerin ücretsiz olarak faydalanabileceği ve dolu dolu vakit geçirebileceği imkanlar yaratmak yerine inşaat merkezli “gelişme” hedeflediği için ellerindeki en iyi seçenek bu.

* * *

Yazının Devamını Oku

6 müthiş kadının hikâyesi

5 Nisan 2014
Gençliğe özendirmek her zaman para getirir, bunun artık bir altın kural olduğunu biliyoruz.

Zayıflık ve gençliği “normal” alarak hayatı ona göre şekillendirmemizi isteyen “gençlik lobisi” başarıya ulaştı sayılır, öyle değil mi doğal yaşlanmanın güzelliğinin farkında olan muhterem Habitus okuru?
Ara sıra moda dergileri veya markalar sosyal sorumluluk projeleri yapıyor, “olduğunuz gibi güzelsiniz” diyor, fakat çok kısa bir süre içinde sıskalığın ve gençliğin alkışlandığı orijinal hallerine geri dönüveriyorlar.
Bir süre önce, İngiliz Channel 4’da “Fabulous Fashionistas” isimli bir belgesel yayınlandı.
Yönetmen Sue Bourne tarafından hazırlanmış, altı özel kadının hikâyesinin anlatıldığı bir belgesel bu.
Yaşlarına yenilmemiş, yaşlı muamelesi görmeyi reddetmiş, başkalarının düşüncelerine bağımlı olarak yaşamaktan vazgeçmiş, yaş ortalamaları 80 olan altı muhteşem kadın...
Birisi dansçı. Aralarında bana kalırsa en inanılmaz görüneni. Adı Gillian Lynne. Eski bir balerin ve koreograf. “Eski” dediğime bakmayın, hâlâ her sabah 40 dakika esneme egzersizleri yapıyor. Yaşı tastamam 87.
Kendisinden 27 yaş genç bir eşi var ve 34 yıldır evliler. İlk evlendiklerinde “Bu ahlaksızlık, bu sapkınlık, bu toplumumuza aykırı” diyerek tercihini küçümsemiş herkes. Aradan geçen 34 yıldan sonra “O zamanlar bizim için böyle söylüyorlardı, şimdi bunu umursamıyorum, çünkü hâlâ evliyiz ve zaten bunu söyleyenlerin çoğu öldü” diyor ve bir kahkaha patlatıyor...

Yazının Devamını Oku

Bunları biliyor musunuz?

4 Nisan 2014
Tüm dünyada nisan, otizm farkındalık ayı.

Bir takım adamlar yaşama hakkımızı gasp etmesin, hak ve özgürlüklerimizi kısıtlamasın diye harcadığımız enerjiyi, ilgimizi bekleyen gerçek konulara yöneltme imkanımız olsaydı, herhalde bambaşka bir ülkede yaşıyor olurduk.
Memleket gündeminden kafayı biraz kaldıracak olursak, alakamızı bekleyen pek çok mesele olduğunu göreceğiz ancak bir türlü sıra onlara gelemiyor.Hazır nisan ayına girmişken, o sıra gelmeyen konuları önlere çekmekte, onlardan ısrarla bahsetmekte fayda var.
Ne yazık ki nasıl çocuklarımızın geleceğini paralı eğitim kurumlarına bağladıysak, otizmli çocuklarımızı da aynı sisteme tabi tutmak zorunda bırakıldık.
Fakat sorulması gereken esas soru, “Devlet bu konuda ne yapıyor?”du.
“Parası kısıtlı olan otizmli çocuk aileleri ne yapacak” dediğimizde karşımıza bir tane vakıf çıkıyor: Türkiye Otizmlilere Destek ve Eğitim Vakfı.
* Yapılan araştırmalarda otizm, 80’li yılların başında on bin doğumda bir-iki kişi ile sınırlı olarak görülüyordu.
2010’lı yıllara geldiğimizde bu sayı Avrupa için 88 doğumda bir, Amerika için 66 doğumda bir olduğu yönünde.

Yazının Devamını Oku

Teşekkür ederiz

3 Nisan 2014
Hüznün ve üzüntünün üstesinden gelince gelişim kaydediyor insan...

Acıyı, hüznü, nefreti, öfkeyi tüketip iyi olmak lazım ki bir sonraki aşamaya geçelim.
İstanbul’u, yer yer fena halde çürümüş Türkiye’yi sevebilmek de aynen böyle işte...
Mahvettiğimiz doğanın, betonlaştırdığımız çirkin şehirlerin, çürüyen değerlerin acısını o kadar uzun süre yaşadık ve yaşıyoruz ki, tüm bu çirkinliği bir kenara bırakıp belimizi doğrultabilme gücünü buluyoruz kendimizde.
Hüznü tükettik, gelişebilmek ve haksızlığa baş kaldırmak için kendimizde güç buluyoruz.7 tepenin bir çukuruna yapılmış itiş kakış evlerin arasından geçerken “Bu rezilliğe, bu hilkat garibesi yerleşim biçimine kim, nasıl izin verir” diyerek üzülüyor, öte yandan Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken coşkuyla “Canım şehrim” diyebiliyoruz.
İnsanın yaşadığı yere dair saf sevgisinin bu sevgiyi para ve güce endekslemiş olanlar tarafından eleştirildiği bugün, insan belki de bir sabır imtihanı veriyor.Kimileri geldiğimiz vaziyete bakıyor, “Gitmek istiyorum buralardan, insan gibi yaşamak, insan muamelesi görmek, adaletli bir yaşam geçirmek istiyorum” diyor. Birçoğu buraya endekslediği hayatı durdurup sıfırdan başlama riskini alamıyor.
Kimi de imkan buluyor, alıyor başını gidiyor...
Bir diğer kesim ise daha adaletli koşullarda yaşamayı arzu ediyor. Seviyor çünkü, basitçe, safça. Bu toprakları seviyor, aidiyet hissediyor.

Yazının Devamını Oku

Suçluyu açıklıyorum: KEDİ

2 Nisan 2014
Enerji Bakanımızın seçim günü yaşanan elektrik kesintileriyle ilgili yaptığı “Trafoya kedi girmiş” açıklamasından sonra insan hakikaten hayret ediyor sevgili mum ışığında oy sayan Habitus okuru.

Ben de müsaadenizle demek isterim ki, “40 ilde elektrik trafolarına organize bir şekilde giren bu kedi lobisinee geçiiiit vermeyeceğiiiiz. Onların sepetlerine gireceğiz, se-pet-le-ri-ne.”
Hayır merak ediyorum, madem 2014 yılında trafoya kedi girince elektrik kesiliyor, bu mel’un kediler internet servis sağlayıcılarına ve dahi modemlerimize de girmiş olmalı ki, 21. yüzyıldaki internet sitesi erişim yasaklarını açıklayabilelim.
Bu tip bahaneler sayesinde artık sebebi açık olan, fakat muhakkak mantıklı bir kılıf bulunmaya çalışılan yasaklar konusunda da rahatlayabiliriz.
Mesela içki satışını saat 22’den sonra yasaklarken hiç öyle modern Avrupa ülkelerini araştırıp “Hangilerinde saat 22’den sonra içki satılmıyor” diye kasmaya gerek yok.
“İçki satışı yasak, çünkü alkol piyasasına kedi girdi” diyeceksiniz, olur, biter.
Bir tartışmada konu mu tıkandı, halka açık tartışılması gereken bir mesele örtbas mı edilmeye mi çalışılıyor?
“Bu özel bir konu, geneli ilgilendirmez” demeyeceksiniz. KEDİ GİRMİŞ diyeceksiniz, tamam.

Yazının Devamını Oku

Şükür ki demokrasi var

1 Nisan 2014

* İnternete Kanada üzerinden bağlanıyorum.
* Ülkenin yüzde 55’ine “BUNLAR” diye hitap eden bir liderim var.
* Muhalefet yapan “memleket düşmanı” ilan ediliyor. Ülkenin yüzde 45’i gibi düşünmüyorsan vatan haini sayılıyorsun. Hatta o kadarla kalmıyor hadise, milli irade tek kişinin üzerine zimmetlenmiş, “Milli irade böyle bir şey değil mirim” dediğinde bile “içerideki düşman” oluyorsun.
* Gelişmiş ülkelerde demokrasinin bir parçası olan barışçıl protesto hakkını Türkiye’de kullanırsan, polis senin tam gözünü hedef alarak biber gazı kapsülü sıkabiliyor. Bir gün huzurla dolaştığın, çocukların, yaşlıların gezdiği bir ilçede ölümle burun buruna gelebiliyorsun.
* Sokak aralarında öldüresiye dövülebiliyorsun. Bunun için “barışçıl protesto hakkını” kullanıyor olman bile gerekmez. Sokaktan geçen herhangi biri olman yeterli.* Cadde ortasında laf dalaşı yaptığın bir insanı pataklayabiliyor, boğazını sıkabiliyor, hatta ortamda bir kadın varsa onu yerlerde sürükleyebiliyorsun. İşini mahkemede halletmen hem zor hem de uzun sürer, hazır kavganın ateşi varken meseleyi orada yumrukla çözmek daha doyurucu. Zaten tepende bu şiddeti destekleyen bir dostumuz bulunuyor, “Senin gibi olmayana, senin gibi olmadığı için haddini bildirmelisin”... * Eğitimsizlik öyle yaygın ve kanıksanmış ki eğitimsiz, eğitimsiz olduğunun farkına varamıyor. Ülkenin gelişme yöntemi “bir biçimde zengin olmak” ya, ne şekilde olduğu önemli değil. Aldığın eğitimle, donanımınla nadiren iyi bir kariyer yapabiliyor ve iyi para kazanabiliyorsun. Halbuki okumamış şark kurnazı bir müteahhit olsan Türkiye’de el üstünde tutulabilirsin. Sonuç: Beyin göçü durdurulamıyor. * Bu zihniyeti giydiğin kıyafet rahatsız ediyor, kızlı erkekli banklarda oturmak rahatsız ediyor, stüdyo evler rahatsız ediyor, Beşiktaş-Kadıköy vapuru rahatsız ediyor, kısacası; kendi gibi olmayan kim varsa toptan rahatsız ediyor...
* Belediye seçimleri yapılıyor, muhalif partinin oyları eksi yazılıyor, geçen saatlerle birlikte sabit kalması veya artması gereken oy sayısı -enteresandır- azalıyor...
* Aynı gece tam 68 ilde “tesadüfen” elektrikler kesiliyor...

Yazının Devamını Oku

Tadında bırakamayanlar

28 Mart 2014
Önceki gün Mad Men’in yaratıcısı, yapımcısı ve yazarı Matthew Weiner ile bir tele-konferans görüşmesi yaptık.

Pek yakında “Don Draper” Jon Hamm ve ardından Matthew Weiner ile gerçekleştirdiğimiz röportajı Kelebek sayfalarında okuyacaksınız. Weiner, son sezona dair herhangi bir ipucu vermiyor. Bu “önlem”, çağın fısıltı gazetesi sosyal medya varlığında gayet anlaşılabilir. Zira haberlerin yayılma hızı malum. Daha ajanslar geçmeden olan biteni duyuyoruz. Dizinin son sezonu olmasıyla ilgili ne hissettiği soruldu Weiner’a. Cevabından bizim televizyoncular “kıssadan hisse” çıkarabilir: “Bir işi bitirmek istemezsiniz” diyor Weiner. “Bir işe biteceğini düşünerek başlamazsınız, dolayısıyla bu dizinin nasıl biteceğine dair bir fikrim hiçbir zaman yoktu” diyerek sözlerini sürdürüyor. Televizyon tarihine geçmiş bu müthiş dizinin yaratıcısının bu sözleri esasında basit ama son derece çıplak bir
gerçekliğe işaret ediyor:“Televizyondaki krallığınız sonsuza kadar sürmez.” Doğru bir söz. Mad Men’i ağzında buruk bir tatla hatırlamayacak kimse... Zira Weiner, efsane olarak kalmanın altın kuralını yerine getiriyor: “Tadında bırak.”İnsan ister istemez bizim televizyon dünyasını düşünmeden edemiyor. Tadında bırakılmayıp sakız gibi uzatılan dizileri... Televizyona, iktidara yapışan politikacı gibi yapışmış, dönüşmesi gerektiğini fark edememiş, gerçeklikten koptuğu için hâlâ “Ben ne yapsam izlenir, zaten sürekli farklılık yaratıyorum” diyen fakat yaratamayan ve artık kimsenin izlemediği şovmenleri... Dönüşen ve değişen medyanın hâlâ 90’lardaki beklentiler içinde olduğunu sanan televizyona çıkma heveslilerini...
Bizim için işin en içler acısı tarafı ise şu: Televizyon programlarının bu kadar yerlerde sürünmelerinin sebebi tek, şark kurnazlığı. Tek motivasyon para kazanmak olduğu için uzun vadede düşünmek, nitelikli program yapmak gibi dertler söz konusu değil. İki saat televizyon izlediğinizde (herhangi bir program olabilir bu, ister evlilik programı, ister dizi, ister tartışma programı, fark etmez) beyninizin lapalaştığını işte tam olarak bu yüzden hissediyorsunuz. Televizyon programlarındaki niteliksizlik, yavaşlık ve vizyonsuzluk insan beynine hakaret gibi. Beyin de ne yapsın garibim, “Ben bu kadar yavaş çalışmaya alışık değilim, rica ediyorum kapat şu televizyonu ya da bana nitelikli bir şeyler göster” diyor. Siz izlemeye devam ettikçe lapalaşarak tepkisini ortaya koyuyor.

Kanserli bir sistem
Tek dert niteliksizlik değil tabii. Ses ve yetenek yarışmaları gibi üstün yetenekleri ortaya çıkarma ve yükseklere taşıma potansiyeli olan yarışmalar da günlük reyting ve (elbette) para kazanma üzerine yoğunlaştığı için, bir sezon zirvede olan şarkıcıyı yarışmadan sonra asla hatırlamıyorsunuz.Sistem Amerika’dakinin aksine çalışıyor ve yetenek çöpe atılıyor. (Yetenek üzerinden reyting yapıldı, para kazanıldı, gerisini boşver.) Bundan sonra albümdü, kariyer yatırımıydı, kimse bu riske girmek istemiyor. Her nasıl kimi yapımlar ve kişiler işi tadında bırakamıyorsa, bir de “tadına bakarak çöpe atma” var ve ne yazık ki televizyonlarımızdaki sistem bu iki uç arasında gidip gelmek suretiyle yürüyor.Belki Amerika’da, Avustralya’da veya “Avrupa’da sağlam bir televizyon programı yapmak, bir yetenek yarışmasına katılmak nefis bir kariyer imkanı yaratabilir ancak Türkiye’de her alandaki “Suyunu çıkaralım, olmadı tadına bakarak atalım, şark kurnazlığına oynayalım ama yeter ki para kazanalım, başka derdimiz olmasın” sistemi bir türlü değişmiyor.
Bu berbat matematiğin dönüşmesinin artık vakti çoktan geldi, hatta geçiyor.Tabii bu kemikleşmiş ve belli çarpıklıkların varlığında para döndürebilen çarklının dişlileri arasına çomak sokacak bir cengaver lazım. Bakalım o kahraman kim olacak...

Yazının Devamını Oku