Paylaş
Acıyı, hüznü, nefreti, öfkeyi tüketip iyi olmak lazım ki bir sonraki aşamaya geçelim.
İstanbul’u, yer yer fena halde çürümüş Türkiye’yi sevebilmek de aynen böyle işte...
Mahvettiğimiz doğanın, betonlaştırdığımız çirkin şehirlerin, çürüyen değerlerin acısını o kadar uzun süre yaşadık ve yaşıyoruz ki, tüm bu çirkinliği bir kenara bırakıp belimizi doğrultabilme gücünü buluyoruz kendimizde.
Hüznü tükettik, gelişebilmek ve haksızlığa baş kaldırmak için kendimizde güç buluyoruz.
7 tepenin bir çukuruna yapılmış itiş kakış evlerin arasından geçerken “Bu rezilliğe, bu hilkat garibesi yerleşim biçimine kim, nasıl izin verir” diyerek üzülüyor, öte yandan Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken coşkuyla “Canım şehrim” diyebiliyoruz.
İnsanın yaşadığı yere dair saf sevgisinin bu sevgiyi para ve güce endekslemiş olanlar tarafından eleştirildiği bugün, insan belki de bir sabır imtihanı veriyor.
Kimileri geldiğimiz vaziyete bakıyor, “Gitmek istiyorum buralardan, insan gibi yaşamak, insan muamelesi görmek, adaletli bir yaşam geçirmek istiyorum” diyor. Birçoğu buraya endekslediği hayatı durdurup sıfırdan başlama riskini alamıyor.
Kimi de imkan buluyor, alıyor başını gidiyor...
Bir diğer kesim ise daha adaletli koşullarda yaşamayı arzu ediyor. Seviyor çünkü, basitçe, safça. Bu toprakları seviyor, aidiyet hissediyor.
Ha, buradan giden sevmiyor mu, elbette seviyor ama bir tanesi buradan kopmayı düşününce kalbine bir sızı saplanıyor.
Daha gitmeden, buradan ayrılmadan denizin pislikle karışık yosun ve iyot kokusunu özlüyor. Çürümüşlüğü bile özlüyor.
Hiç kimse, hiç kimsenin boyunduruğu altında yaşamaya mecbur değil.
Şurada barış içinde, özgürlüklerimiz kısıtlanmadan, hak ararken can vermeden, siyaha siyah, beyaza beyaz dendiği bir ülke özlemi içinde yanıp tutuşuyoruz.
Fakat bu istekler, güç ve para sarhoşu insanlar tarafından tuhaf bulunuyor, garipseniyor, tehdit olarak algılanıyor ve bastırılıyor.
İsyan etmeyelim de ne yapalım? Bazen en olmayacak konuları tiye alıyor, gülüyor, eğleniyoruz. Başka türlü altından kalkamayacağız çünkü bu olanların.
Güle güle direniyoruz, bir başka deyişle.
Direnmeyelim de ne yapalım?
Birilerinin keyfi kaçtı diye milyonlarca vatandaşın haberleşme hakkının gasp edilmesine direnmeyelim de ne yapalım?
Bakın, evvelsi gün, yaş ortalaması 80 olan anne ve babamın bilgisayarlarına ayar yaptım. Doğru haber alabilmeleri için, yasaklı olan Twitter’a girmeleri için.
“Şunları şunları takip edersen kritik durumlarda medyadan alamadığın haberleri alırsın, televizyonda verilmeyen konularla ilgili bilgi sahibi olursun” dedim.
Birkaç tane beni çok güldüren Twitter fenomenini de takip ettirdim ki onlar da güle güle dirensinler.
Geleyim teşekküre...
Haksızlık karşısında hareket ederken, karnınızdan yukarı yükselip kulaklarınızdan çıkan o sıcak duygunun esareti altına girmeden...
Acı çekerken duygulara yenilip sağduyuyu kaybetmeden...
Kudurmuşlar gibi sağa sola saldırmadan, nezaket sınırlarını aşmadan, hakaret etmeden, birilerini kötülemeden, suçlamadan...
Bunların hiçbiri olmadan hareket edebildiğin zaman başlıyor gelişme. Acıyı hazmedince işte.
Uzun lafın kısası...
Hiçbir partiye yakınlık duymayan bir Türkiye vatandaşı olarak öncelikli olarak iki kişiye teşekkür etmek istiyorum.
Mansur Yavaş ve Muharrem İnce.
Ve elbet diğerleri... Sorumlu vatandaşlarımız.
Oyuna sahip çıkan, bu uğurda uykusuz kalan herkes, yaşlısı genciyle herkes...
Bize artık tükendiğini zannettiğimiz bir anlayışın ssağlam olduğunu hatırlattınız.
Teşekkür ederiz.
Paylaş