Yolsuzluğu, hırsızlığı, pişkinliği...
Mahalle ağzıyla siyaseti, cehaletin zaferini, ayarsızlığın memlekete hakimiyetini...
Hepsine, hepsine alıştık. Okuduğumuzda “yine mi” dediğimiz haberlerle toplumsal hayatımızın nasıl derinden çürüdüğünü gördük.
Çürümüşlük de normalleşti. Hatta kendine yeni yeni delikler buldu girecek.
Çürümüş bir adam, aynı zamanda halka hizmet veriyorsa, “tamam” dendi, nasılsa hem çürümemiş hem de iyi çalışan “tür” bulunmaz ya hani... Madem insanlığımızı yitirmek de normalleşti, “çalışıyorken çalıyorsa sorun değil” oldu, ortada konuşulacak bir hesap kalmadı.
Bu coğrafyaya has bir mesele var: Hayat düz bir çizgide ilerlemiyor ne yazık ki.
Lise zamanlarını hatırlarsınız. O senelerde, okula gidip gelirken, sınavlara hazırlanırken nasıl kabuslar görür, ne bunalımlar yaşardık, hatırlasanıza... Sanırdık ki “bundan kötüsü yok, olamaz”. En talihsiz nesil biziz ve deneme tahtasına döndük. Sınavlarda boğulduk, hayatımızı yaşayamadan, genç yaşlarımızın tadını çıkaramadan geçti yıllar. Hatta “tadını çıkarmak” ne kelime, nefret ettik kendimizden. Bunalımlardan bunalımlara koştuk, test çözmekten saç tellerimiz ağardı.
Üniversiteye girince şöyle bir rahatladık ancak hayat vizyonu “test çözmek” olan genç çocuklar olarak herhalde o senelerin de tadını tam çıkaramamışızdır.
Gerçi bu “tadını çıkaramama” hadisesi ne yazık ki genellikle bir anı yaşamakta iken gerçekleşemiyor. Ya gelecekte hayal ettiğin, olmasını istediğin bir anı düşünerek mutlu oluyorsun ya da geçmiş seneleri düşünerek... Bir daha erişemeyeceğin anları, bulunamayacağın mekanları tekrar tekrar aklında canlandırarak...
Bazen geçmişi ve geleceği düşünmek kafi gelmiyor, yaşamadığımız dönemleri daha çekici buluyoruz. Woody Allen da Paris’te Gece Yarısı filminde bunu anlatır ya... Yazar Gil Pender, 1920’lerin Paris’ine özeniyordu; zaman yolculuğu yapıp 1920’lere gittiğinde görüyor ki, o dönemi yaşamakta olan güzeller güzeli Adriana da Paris’in “altın çağı” olarak tanımladığı Belle Epoque döneminde yaşamış olmayı istiyor...
Eminim Belle Epoque döneminde yaşamış olanlar da geçmiş yılları daha cazip buluyordu...
Neyse, ben biraz daha uzatırsam, konuyu “Evrenin gaz ve toz bulutu olduğu zamanların daha çekici olduğunu düşünenler de olacaktır elbet”e getireceğim, o yüzden toparlayayım.
Efendim, diyeceğim o ki, neticede bir tane hayat yaşıyoruz. Mesela bir defa 16 yaşında oluyor ve hayata 16 yaş gözlükleriyle bakabiliyoruz. Bugünden geçmişe baktığımızda geçmişi düşünürken hep aynısını söyleriz ya “Bugünkü aklım olsaydı”... Kim bilir ne şahane tercihler yapar, nasıl da mutlu olurduk.
Çoğu zaman bu beklendiği gibi olmaz, genellikle onlar da eski patronlarının mirasını devralırlar ve “alt”larına daha acımasız davranan insanlara dönüşürler. Yeni işe aldıkları insanlara emirler yağdırır, olmayacak isteklerde bulunurlar.
Neden acaba?
Neden bazı insanlar, kötü deneyimleri olumlu bir karakter özelliğine dönüştürebilirken, diğerleri geçmişi tekrarlayıp o sevmedikleri insana dönüşüyor?
Çiğ ruhların laneti de bu işte. Geçmişte birileri onu ezerken içi öyle kavrulmuş ki, yemin etmiş “Bir gün hepiniz elime bakacaksınız” demiş, şimdi onu gerçekleştirerek kendini tatmin ediyor.
Eh, kumaş da deneyimlerden feyz alıp “vicdanlı, iyi insan” olarak evrimleşmeye müsait olmayınca “gaddarın daniskası” çıkıyor ortaya ilerleyen yaşlarda...
Belki içinde küçücük engellenemez iyilik kırıntıları kalmış oluyor, ancak “bir gün herkes önümde eğilecek” projesine odaklanmış durumda; o “iyi” taraflar gün yüzüne çıkamıyor bir türlü. İyi tarafların üzeri örtülmüş, hayattaki önceliklerinden silinmiş...
“Etrafındakilere çektiren insan” olma hadisesi esasında çeşit çeşit. Bir tane çeşidi yok. Mesela “sürekli ağırlanmak isteyen insan” da o türün bir alt modeli sayılır.
Şimdi taşındık ya, tesisatçıydı, elektrikçiydi, perdeciydi, (bir de arada çakma teknik servis tarafından adeta soyuldum, siz siz olun markaların teknik servisinden başka kimseyi çağırmayın), taşınanın harcaması çok. O yüzden spor salonuna veya Şeyda Coşkun’a filan başvuramam, spor ayakkabılarımı çektiğim gibi attım kendimi yollara.
“Her gün sahile inip 1 saat yürüsem hiçbir şey yapmasam bile ayda 2 kilo veririm” gibi kaba bir hesapla temmuza belimin etrafındaki kamyon lastiğinden kurtulacağımı umuyorum. (Zira o fazlalıklara artık “can simidi” diyebileceğim evreyi geçtik.)
Fakat spor yapmayalı o kadar uzun zaman olmuş ki, iki gün içinde bırakın etimi, tırnağımın ucu bile ağrıdığı için kısa bir yürüyüşten sonra kendimi bulduğum ilk banka attım ve insanları izlemeye başladım.
Kalamış-Bostancı sahil yolu zaman makinesi gibi... Hiçbir şey yapmasanız bile oturması dahi insana keyif veriyor. Hafta sonları iğne atsanız yere düşmez, hafta içleri nispeten daha boş.
Biz kış aylarında patates gibi o koltuktan bu kanepeye savrulurken, insanlar profesyonel sporcu olmuş burada yav? Hafta sonu saat sabahın 7’sinde sahilde bildiğiniz “sporcu trafiği” var. Hırsla koşanlar, yürüyenler, bisiklete binenler, patenle kayanlar... Herkes birbirini gaza getiriyor, öğlen olup da “gezmeciler” gelene kadar spor trafiği Boğaz Köprüsü’nü aratmıyor.
İnsanların saatlerce koşmasına bakarak “O teyzeler, amcalar koşuyorsa ben niye koşamayacakmışım” diye tıkanana kadar kendimi zorlamasaydım iyiydi.
Neyse, dediğim gibi, ilk günlerde yarım saatte dilim dışarı çıkınca, bulduğum ilk banka attım kendimi... Önce önümden haşır huşur eden 90’lar Reebok takım eşofmanlı bıyıklı amca geçti. Zaten biliyorsunuz Reebok takım eşofmanlı bir amca görmediğiniz sabah sporu, sabah sporu değildir.
Uzun zamandır görmediğiniz bir arkadaşınızla ilk karşılaştığınız anda ona “kilo almışsın”, “çok zayıflamışsın”, “çok değişmişsin” demek zorunda değilsiniz. “Nasılsın, iyi misin, seni çok iyi gördüm” deyin, yeter.
İlla bir laf sokma, illa bir manidar söz, illa bir “kıssadan hisse” olmasın arkadaş.
Zaten biliyorsunuz kilo alan evli kadınlara sorulan bir numaralı soru “hamile misin” oluyor.
Yemin ediyorum kendimi jiletleyeceğim. İyi ki azıcık kilo aldık yahu. Hayır sonra gözleriniz parıldayarak “Ay canım kaç aylık” diyorsunuz ve “hamile değilim” cevabını alınca ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz, kötü oluyor.
Hıncımdan her sabah horozlar ötmeden kalkıp bir saat koşmaya başladım.
Kilo almanın kendisinden zor olan tarafı kilo muhabbetine girmekmiş, bu birkaç ay içinde onu da gördük çok şükür.
“Eh biraz ver tabii”, “Eh aldın tabii”, “Bir sene önce böyle değildin tabii.” Şu sıralar en randımanlı muhabbet bu eksende dönüyor.
Hepimiz hayata bir gözlükle bakıyoruz. Kimimizin gözlüğü baktığı her şeyi, insanı, hayvanı, yeşili, ağacı veya herhangi bir objeyi “para” olarak gösteriyor.
Kimimizinki de baktıklarını olduğu gibi göstermeyi beceriyor.
Doğayla savaşmayan, yeşili katletmeyen, vicdanlı, dürüst, hayati öncelikleri doğru belirleyebilenler de onlardan çıkıyor.O gözlükleri satın alamıyorsunuz ne yazık ki.
Doğduğunuz günden itibaren birileri size armağan ediyor o gözlükleri, kendinizi bildiğiniz günden itibaren her gün kullanıyorsunuz.
Önce anne-baba veriyor bir çerçeve. Hayatı tanıyorsunuz. Sonra okul, arkadaşlar, çevre... Hepsi bir “numara” katıyor o gözlüğe.
Kurduğunuz ilişkiler, hayata bakışınız, ağzınızdan çıkan sözcükler, hep o taktığınız gözlüğün marifetiyle biçimleniyor.
“Ben nasıl böyle bir insan oldum” diye düşünüyorsanız, hayatınızdaki en ufacık olayın bile üzerinizde etkisinin olduğunu düşünebilirsiniz.
Başlıyorum...
BİİİİR: Ağzınızı toplayınız. Trafikte kadın erkek dinlemeden kim “terso” yaparsa, onların a*** koyan erkek sürücüler bir zahmet ağzını toplasın. Bizdeki günlük hayat kadar içine küfür işlemiş başka bir toplum var mıdır acaba?
Küfür, artık neredeyse “ayıp” sayılmaktan da çıktı. Su içer gibi, yemek yer gibi, “Selam, ne haber?” der gibi küfür ediyoruz. Ediyorlar.
Tanımadığımız insanlarla medeniyet sınırları içinde iletişim kurmak neden bu kadar zor dersiniz? Tuhaftır, insanları medeniyete davet edince de “deli kadın” oluyorsun. Veya karşınızdaki “höeee” diyerek veya bir tane daha “has*** git” veya benzeri okkalı bir küfür sallayarak uzaklaşıyor. Nasılsa bir daha sizi görmeyecek ya...
Fakat aynısını bir başka adam tanıdığı bir kadına yapsa, elinde levyeyle arabadan iner. Sinirlenirken bile çifte standart mümkün olabiliyor ya, işte bu çok acayip bir iş.
Cuma günü koliler ve baloncuklu naylonlarla başlayan taşınma maceramız, bugün itibariyle törenle sona erdi.
Ne zor işmiş arkadaş. Bu esnada bırak yazı yazmak, yemek yemeye bile fırsat olmadı. Yokluğumda beni özlediniz inşallah?
Sık sık taşınanlar veya taşınmaya çocukluğundan beri alışkın olanlar belki zorlanmaz, ancak “ev taşıma” deneyimini ilk kez yaşayan bir insan evladı olarak söylemeliyim ki, öncelikle nakliye firmalarının önünde saygıyla eğiliyorum. Biz masa başı işlerine alışkın olduğumuz için iki kilo elmayı taşıyınca bile “Amanaman belimbelimbelim” demeye başlıyoruz, o esnada adam sırtında buzdolabı taşıyor. Neredeyse 20 saatten fazla çalışıp, tüm evi söküp başka bir yerde tekrar kuran ve dünyanın en ağır işini yapan bu güzel insanları övmek isterim müsaadenizle.
Diyorum ya, kimi çocukluğundan beri alışıktır taşınmaya.
Çocukluğunun mekânlarını ya hayallerinde ya da fotoğraflarda hatırlar. Kapının gıcırtısını, mutfağın kokusunu, camdan gelen güneşin duvar kağıdını soldurduğu yeri gözlerini kapatınca oradaymış gibi görür, hisseder.
Eski fotoğraflara bakarken saklambaç oynadığı dolabın kırık yerini, balkonda çarşaflarla kurduğu çadır evini yüreği sızlayarak hatırlar.
Kimisinin de çocukluğunun geçtiği ev durmaktadır hâlâ.