Şoföre bir şeyler söylüyor, belli, sonra otobüse biniyor ve şoförün yüzüne tükürüyor.
Şoför basıyor kadına tokadı. Tokat yiyen kadın karşılık veriyor. Adam durmuyor elbette. Kendi başlattığı dayak seansını sürdürüyor. Minyon bir kadınla kocaman bir adamın fiziksel gücü bir mi? Elbette hayır.
Kadın karşılık verdikçe adam sertleşiyor. Sonunda iki tane okkalı yumruk çakıyor kadının yüzüne. Evet, doğru okudunuz, bu halk otobüsü şoförü, kadına iki tane sağlam yumruk atıyor. Yumruğu yiyen kadın afallıyor ve otobüsten iniyor.
Bu olayı takip eden dakikalarda, otobüsten inen yolcuların şoförle münakaşa ettiğini görüyoruz.
Otobüste meydan dayağını hoş karşılamayacak insanlar var şüphesiz.Bu görüntüler, halk otobüsünün güvenlik kamerasına kaydedildi, önceki gün ayağımıza kadar geldi. Hoş, bu görüntülerin ayağınıza kadar gelmesi için Türkiye’deki herhangi bir ayarsız sürücü ile tartışmanız yeterli.
O yüzden sokak serserisi gibi araç kullananları “Eyvallah, şimdi arıza çıkmasın” diye alttan alıyoruz. Kenara çekilip sakin sakin sürüyoruz ki slalomunu rahat rahat yapsın, defolsun yürüsün, bizden uzaklaşsın.
Altına cipini, özel aracını çekmişler bir yana, kurallara uyan sürücüler ne yazık ki en çok minibüs-dolmuş şoförlerinden, İETT ve halk otobüslerinden çekiyor.
Ömrümde daha kalın bir üst dudak görmüş olan beri gelsin. Adeta Angelina Jolie’nin iki dudağı bir üst dudakta buluşmuş. Hayret verici bir oluşum.
Bakınız, evvelsi gün Rihanna Twitter üzerinden Ronaldo’ya “My baby Ronaldo:(” yazdı ya hani.
Ben olsam hiç girmem o toplara Rihanna’cım. Irina arkadaş markadaş dinlemez, dudaktan seker, dünyayı iki kez turlarsın valla.
* Magazin gurusu dostlara bir sorum olacak. Sevgili arkadaşlar, Asena ve Caner Erkin çifti, bu denli sık haber olmalarını açıklayabilecek tam olarak ne özelliklere sahipler?
Asena’nın kah ayı postuyla, kah miki kulaklarıyla sokakları arşınladığı “aşırı enteresan giyiniyorum”cu moda anlayışı mı mesela?
Veya değiştirilen lüks arabalar mı? Aldatma-aldatılma hikayeleri mi? Eh, bunların hepsi aşağı yukarı tüm futbolcu-modayla yakından ilgili eşi çiftinde var? Rica ediyorum magazin guruları Asena-Erkin meselesine bir açıklama getirsin. Tam olarak hangi özellikleri bu kadar ilgi çekiyor ve ısrarla önümüze haber olarak getiriliyor, bilelim.
Ayrıca buradan tüm futbolcu eşlerine sesleniyorum, İngiliz bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre moda ile ilgilenmeyen futbolcu eşleri hakkında bulundukları ülkelerde soruşturma başlatılıyormuş. Hayır, bugün yarın miki kulaklı kıyafetlerinizden, “futbolcu eşi sarısı” saçlarınızdan, kıyafet-ayakkabı sevdanızdan, büzük dudaklı selfie’lerinizden vazgeçecek ve ne bileyim, modadan vazgeçip hat sanatına filan gönül verecek olursanız, iki kere düşününüz.
Hayatta kalabilmek için benzer temel gerekliliklerimiz var. Yemek yiyoruz, su içiyoruz, düşünüyoruz, üretiyoruz, ürüyoruz, hissediyoruz.
Esasında birbirimizden pek bir farkımız olduğunu söyleyemeyiz.
Peki farklılıklarımız nereden geliyor?
Düşüncelerimizden. Yetiştiriliş biçimimizin temelini oluşturduğu bir hayat çizgisinden. Hayata bakışımızın çeşitliliğinden.
Fakat bunların hiçbiri, birimizi daha az, birimizi daha fazla insan yapmıyor.
Hepimiz aynı yerden geliyoruz, aynı yere gidiyoruz.
Öyle değil mi?
Cumartesi günü Demet Cengiz’in haberinde Psikolog Çiğdem Tiryaki bu çılgınlığı sosyal ve ahlaki kodların değişmesine bağlıyordu. Yaşamımızın içindeki boşluk duygusunu sadece sosyal medyayla dolduruyoruz. Beğenilme arzusunun tatmini de aynı kanalla gerçekleşiyor. “Selfie” bombardımanı tam da bundan...
Selfie çekenleri konuşuyoruz ama selfie’ye maruz kalanların psikolojisini hiç konuşmuyoruz, onu da konuşalım.
Şimdi efendim, selfie’lere bakmaktan hoşlanan, hayatı buradaki paylaşımlardan takip eden ve merak duygusunu giderenler var, bunu bir kenara koyduk. Peki ya sosyal medyayı haber almak için veya içerik bulmak için ya da ne bileyim, en basitinden güzel fotoğraflar görmek için kullananlar? İşte onlar, selfie’cilerden doğal olarak sıkılıyor. “Beğenilme arzusu” ekrandan fışkırınca “Yetheeeeer” diyorsun, basıyorsun unfollow’a.
Ha, şöyle bir durum var elbette: Gerçek hayatta iyi iki arkadaşın “sosyal medya dili” birbiriyle uyuşmayabilir. Fakat yan yana geldiklerinde pek güzel vakit geçirirler ve birbirlerine “neden beni takip etmiyorsun” diye bozulmazlar. Normali bu olmalı değil mi?
Hayır efendim. Bu olacaksa da gelecekte olacak herhalde, henüz değil.Evet, “unfollow’a bozulmak” diye bir hadise var bu sosyal medya diyarında. (Beni kim unfollow etmiş diye kontrol etme ihtiyacı hissetmiyorum mesela, hasta mıyım doktor?)
Instagram’a gelince, bakın burada “zevkler ve renkler” daha çok işin içine giriyor, çünkü ortadaki malzeme görsel.
Sosyal hayatı izlemek için insan seçip takip edenle, iyi fotoğraf peşinde koşanların takip edeceği insan farklı, bunu baştan kabul edelim. Fakat yine “unfollow bozulması” giriyor devreye. Mesela bakınız çarpıcı bir örnek: Instagram’da sürekli kendi fotoğraflarını görmekten sıkıldığım bir tanıdık “Neden beni unfollow ettin, sana bir şey mi yaptım?” diye TELEFON etti, o kadar diyeyim. (Sanırım hayatımızda yaptığımız ilk ve tek telefon görüşmesi de buydu, o da işin enteresan tarafı.)
Bundan 5 yıl önce, bir kuaförde, Venezuelalı bir genç kadın ile tanıştık.
İsmi Sasha’ydı; burada, İstanbul’da yaşıyordu. Hem kurumsal bir işte çalışıyor, hem de İngilizce öğretmenliği yapıyordu.
“Kuaför muhabbetleri”ni kadınlar iyi bilir, gel zaman git zaman karşılaşa karşılaşa dost olduk birbirimizle.
Bir gün dedik ki “Kuaförde sohbet ede ede bir hal olduk, ara sıra buluşsak ya?”
Uzun zaman boyunca, müsait olduğumuz günlerde hep buluştuk. Yemek yedik, kahve içtik, bol bol lak lak yaptık.
Farklı kültürlerin insanlarıydık ama bir kere “klik” sesi çıktı mı arkadaşlıktan, ülke, dil, din, ırk, mezhep farkı dinlemiyor.
Can ciğer kuzu sarması oluyorsun, birbirinin dilinden anlıyorsun.
Ne bileyim, para eden saçmalıkların alkışlanmasını eleştirirdik mesela.
Vasatlığın alkışlanmasını, insanların üzerine en çok kim renkli şeker sallıyorsa, onların ihya edilişini...
Televizyondaki programların saçma sapanlığını, izleyicisine hiçbir şey vermeden ceplerini dolduranları kınardık.
Hurafelerin gerçekliğini sorgulamak için programına din adamı çağıran sabah programcılarını mesela...
İzleyicisine bir gram rasyonel içerik üretmemesine rağmen, sırf “bla bla” ile onların üstünden sırtından para kazanan adamları veya...
Üzülürdük, endişelenirdik, “Vay arkadaş, nereye gidiyoruz, koca bir toplum uyutuluyor” diye diye de izlerdik üstelik.
Baksanıza, resmen şimdi 2000’lerin çürümüşlüklerini bile konuşamaz hale geldik.
Sürekli kitap satın alıp, onları okumadan biriktirmek demek. Kitapların okunmamış vaziyette sağda solda, masaların üzerinde, rafta veya ne bileyim, yatağın yanında okunmamış halde biriktirmeyi ifade ediyor.
“Kitap açlığı” diye bir şey var.
Çocukken kitapsız da bırakmadılar hani, bu bastırılamayan açlığın sebebi tam olarak nedir, emin değilim.
Belki de “Ne kadar okursam okuyayım, hiçbir zaman her şeyi bilemeyeceğim” hissi.
Belki de hiç bitmeyen bir kendine güvensizliği tatmin etmenin yolu. Kendini her daim eksik hissedenlerin tutunduğu dal.
“Tsundoku” mu emin değilim, bende de var o biriktirme huyu.
Evdeki kitapların hepsini okudun mu?” desen, hayır.
Belki bundan 20 sene sonra ailemin evinden yangından mal kaçırırcasına alıp kendi evime koyduğum ve “okumazsam ölürüm” dediğim kaç kitabı okumamış olacağım. Yine büyük bir açgözlülükle gidip sahaflarda dolaşacağım, kitabevlerinden yeni kitaplar alacağım, başucuma koyacağım.
Bu bir ölçüde doğru. Sizi tanımayan insanlar, sizi tanımayan diğerlerinin kendi keyiflerine göre söyledikleri sözlere güvenerek iş yapabilirler. Potansiyelinizi denemek yerine, size karşı kötü niyet besleyen ama bunu çaktırmayan adamların görüşleri doğrultusunda hareket edebilirler.
Hiç hesapta yokken, sizi tanımayan insanların ağızlarından çıkan rastgele yorumlar yüzünden hayatınız değişebilir. Yavaşlayabilir. “Yav ben o dedikleri insan değilim? Nereden çıkıyor bunlar? Neden beni tanımayan insanların görüşlerine dayanarak fikir sahibi oluyorsunuz?” diye de soramazsın.
Hayat ilerlerken böyle bir soru sormak için gerekli fırsatı hiç bulamazsın çünkü. Mesela, bir işe başvurursun, adamın biri çıkar, sadece kendi önyargılarına veya kötü niyetli birinin lafına dayanarak işverenine konuşur. İşveren de adamın sözüne güvenir ve işi alamazsın mesela. Hangi ara gidip “Yahu sen beni tanımayan insanın sözüne neden güveniyorsun?” diyeceksin?
Hayatını somut bilgiyle değil, ondan bundan duyduklarıyla sürdüren insanlar yüzünden hikayesi olan çoktur, eminim.
Şimdi bunun “Bir liderin, tanımadığı ve tanımak istemediği insanları aşağılaması” versiyonuyla karşı karşıyayız. Artık iş, “Türkiye” boyutunda.
Esasında konu dedikodu olduğunda, verilen zararın niteliği aynı. En yakınınızdaki “sizi tanımayan” konuşunca da, en uzağınızdaki, üstelik devletin başındaki “sizi tanımayan” konuşunca da aynı. Sadece verilen zararın büyüklüğü değişiyor, bu da şüphesiz önemli bir fark.