Anlaşmak bu kadar zor, o yüzden ortak bir paydada buluşmak neredeyse imkansız görünüyor.
Öyle bir hal ki bu, küçücük bir söz, anlık bir hareket, minicik bir yüz ifadesi bile bir başkasını tetiklemeye yetiyor.
Facebook akışımızda “bak kardeşim” diye başlayan ve hepsi birbirinden “naif” gündem değerlendirmeleri okuyoruz.
Herkes her konuya hakim gibi, bilemeyeceği detayları ilk ağızdan öğrenmişçesine büyük bir coşkuyla görüş bildiriyor, nefretini kusuyor. Uzun zamandır küfretmemek için kendini tutmuş gibi, içinde hep olan ayrımcı damarı “Ben herkesin eşitliğinden yanayım” sözüyle perdelemiş de, biri o perdeyi açmış gibi...
Ülkece “sınırsal kişilik sendromu” halindeyiz, olayların kendi algıladığımız hali tek doğru, diğerleri komple yanlış. Ya siyahlar var ya da beyazlar.
Tahammülsüzlüğün ve öfkenin insanlara yaptırabileceklerini, söyletebileceklerini hayretle izler vaziyetteyiz.
Peki o öfke nereden geliyor?
Bir taraftan değişimden, yenilikten heyecan duyarken, öte yandan bastığı zeminin değişim ve yeniliklerden etkilenmemesini, kaya gibi sert ve sürekli olmasını istiyor.
Bir yandan hayatın değişimine, dönüşümüne açık hissediyor, diğer yandan da yenilikle birlikte söz konusu olacak risklerden ötürü endişeleniyor.
Düşerse tutunacağı ve onu asla yarı yolda bırakmayacak bir dal istiyor.
Kimisi bu dalı dışarıda aramıyor.
Yatırımını kendisine yapıyor, düşerse tutunacak dal da kendisi oluyor.
Kendisiyle olan ilişkisini, kendi rahatı ve refahını herkesten ve her şeyden üstün tutuyor, ömrünü bunu korumaya harcıyor.
Bazen onlara halk arasında “bencil” diyoruz.
İnsanlık ve vicdanın nereye kaybolduğunu sorguluyoruz. Sorguluyoruz fakat, paranın yönettiği gezegende, elini vicdanına koyup hareket etmenin, modern insanın temel motivasyonlarından biri olduğunu söylemek, naiflik olur. Dünyanın her yerinde böyle bu, bize mahsus değil aslında. Bakın, mesela en ufak ihmalin dahi cezalandırıldığı ülkeler güvenlidir. Çevreyi kirletmenin, insanı beş parasız bırakacak kadar ağır cezası olduğu ülkelerde etrafınızda çöp görmezsiniz.
“İyilik” ve “vicdanlılık” halinden kaynaklanmaz her zaman bu manzara. İnsanlar, başlarına geleceği bildiklerinden ötürü, kurallara uyarlar. Kısacası, işlerin tıkır tıkır yürüdüğü her yerde bir korku imparatorluğu görebilirsiniz. Bir zaman sonra çevre, insanı kendisine benzetir.
Kurallara uymak, çevreyi temiz tutmak, en umursamaz adamın bile doğasına yerleşir. Bazen vicdanı, iyiliği, insanlığı mecburiyetler yaratır. Konu işe gelince de böyle.
İnsanlar her zaman çok iyi kalpli, vicdanlı olduklarından değil, işlerini kaybetme, parasız kalma ve hayatlarının altüst edilmesi korkusuyla motive oldukları için, tüm varlıkları ile işlerini iyi yapmaya çalışırlar.
Türkiye’den bahsetmiyorum tabii. İş güvenliğinin, bir işi doğruyapmanın, işin kendisinden önemli olduğu medeni ülkelerden bahsediyorum.İşinizi kaybetmenizin tek yolunun “İşi kötü veya eksik yapma, beklentileri yerine getirememe” olduğu ülkelerden. Bizdeki koşullar farklı. Öncelikle, “iş kaybetme” dediğimiz şey, keyfidir. Mesela, ensesi kalınların inşaattan para kazanmalarına engel olursan veya ne bileyim, diğer ensesi kalın uyanıkların politikadan, halk üzerinden zengin olmasına engel olursan ancak işini kaybedersin...
Kurallara uymadığın için değil. Farklı sektörleri düşünün bir...
Göz göre göre yalan haber yapanların işlerinden olduğunu gördünüz mü? Görmediniz, aksine güçlünün işine yaradığı için her gün daha çok sesleri çıkıyor. Veya herhangi bir ihmalden veya işini eksik yaptığı için istifa eden bir ensesi kalın müteahhidi, ihmali insan ölümüne sebep olsa bile işinden olan bir yöneticiyi gördünüz mü?
Yemek masası da öyle.
Yemek saatinde kalabalık bir aile masanın çevresinde ama kalabalıktan çıt çıkmıyor, çünkü bir göz orada.
Televizyon ailenin en neşeli, en konuşkan, en tatlı üyesi sanki. Küçük ve sevimli bir bebek gibi, tüm ilgiyi kendinde topluyor.
Televizyon hayatımızın içine bir aile üyesi gibi girdiği zaman, insanlardan rol çalıyor diye sinirlenirdik.
İletişimi azalttı, kimse artık konuşmuyor, yemekte bile iletişim kuramıyoruz diye kızardık birbirimize.
Sonra biraz daha vakit geçti, eve yeni bir bebek geldi.
Ailenin en renkli üyesi televizyonken, onun da rolünü akıllı cihazlar çaldı.
Okulda başını örtmesine izin verilen 10 yaşındaki çocuğa tanınan özgürlük gerçek bir özgürlük mü, yoksa bu kararla baskıcı ailelere yeni bir hakimiyet alanı mı açılıyor?
10 yaşındaki bir çocuktaki dövme, anlayışla karşılanmalı mı?
Nedir bunun ayarı? Soru çok ve hepsi birbiriyle ilgili. Bir tanesini aradan çekip diğerlerini bir kenara koyarak konuşamıyoruz.
Vatandaşına medeni koşullar sağlayabilen ülkelerde, “Okuldaki özgürlükler” başlığı altında sıralanacak tüm konuların çerçevesini, belirli bir hayat görüşü veya inanç sistemi değil, sağduyu belirler.Tabii sağduyu dediğimiz konu bir engin deniz. Sağduyu, toplumu oluşturan insanların ortak sorunlarına, yaşam koşullarına, kanayan yaralarına göre şekilleniyor.
Temel meselesi, iyi insan yetiştirme amacı güden bir sistem yaratmaya yarıyor. İdeal toplum koşullarında yaradığını varsayıyoruz daha doğrusu.
Kendini ahlaklı ve iyi olarak tanımlayan muhafazakâr bir ailenin 10 yaşındaki çocuğunun başörtüsü özgürlüğü ile, kendini ahlaklı ve iyi olarak tanımlayan ateist bir ailenin çocuğunun özgürlüklerinin eşit olarak algılandığı bir toplum içinde yaşıyor olsaydık, buyurun akşama kadar tartışalım öğrencilerin kıyafetlerini. Bu koşullar söz konusu değil. O sebeple herkesin özgürlüğünden bahsedemiyoruz.Daha da önemlisi, artık kronikleşmiş “öncelikleri sıralayamama” problemimiz, suret değiştirdi, yeniden karşımızda. Eğitim sistemi sapır sapır dökülürken, sefil halimizi bıraktık kıyafet, başörtüsü, dövme tartışıyoruz.
Eskiye dönelim. Orta-lise öğrencisi olduğumuz 90’lu senelerde yakası açık bir gömlek, bir santimetre kısa bir etek, az uzamış erkek saçı, bağlanmamış kız saçı büyük sorundu. “Bizi neden aynı kıyafetlere mecbur ediyorlar?” diye sorduğumuzda, bunun sebebi “Öğrencilerin birbirine özenmemesi, sosyo-ekonomik koşulların altının çizilmemesi” olarak açıklanırdı.
Üstelik spor, sadece yapan için mutluluk kaynağı değil. Sahillerde, sokaklarda yürüyen, koşan insanlar, başkaları için de müsekkin etkisi yaratıyor. Birilerinin kendilerini, geleceklerini ve çocuklarının geleceğini düşündüğünü görüyorsunuz. Sporu hayatına sokabilen kişi, kısa vadeli değil, uzun vadeli düşünebildiğini ve kendine yatırım yapabildiğini anlatıyor esasında. Bu da yapan kadar, bunu izleyene de iyi geliyor.
Spor birçok kişi için “Her şey yolunda” demenin, böyle hissetmenin bir yöntemi. Sadece işin psikolojik etkisinden bahsetmiyorum, spor sayesinde salgılanan endorfin ve serotonin hormonları ile gerçek bir mutluluk ve enerji patlaması yaşıyorsunuz.
Tabii spor yapmak, uyku vakti haricindeki saatleri koşturmacayla geçirenler için çoğu zaman hayal. Hareketsiz yaşama alışmış olanlar için de hayal. Başlamak zor, süreklilik zor, bir yerde illa kırılma anı yaşıyorsun. Bir kere ara verdin mi, tekrar başlamak zorlaşıyor. Bir kere ihmal ettin ya, yenilmiş, bir savaşı kaybetmiş gibi hissediyorsun kendini. Tekrar aynı döngüye kendini sokmak hem zor geliyor hem de tekrar yenilmek istemiyorsun kendine.
Sporun sürekliliği söz konusu olduğunda yine hepimizin klasik “Bana bir şey olmaz” haletiruhiyesi devreye giriyor. Bir anda gaza geliyorsun, büyük mesafeleri koşuyorsun, büyük ağırlıklar kaldırıyorsun; vücudunu adapte etmeden, düzenli spor yapanların alışkanlıklarına öykünüyorsun.
Bunun en sık görülen örneği, spora ilk başladığınız gün kendinize yüklendikten sonra bir hafta ağır bir ameliyat geçirmiş gibi hissetmeniz mesela... Yanlış yaptığınızın en belirgin vesikası.
Halbuki vücut bir makine değil. Onu bir makine gibi kullanabilirsiniz ama vücudunuzu yeni hareketli dünyanıza yavaş yavaş adapte etmeden değil.
Peki bu nasıl olacak? Önce hafif, zorlanmayacağınız egzersizlerle başlayarak ve giderek dozu artırarak... Mutlaka doğru ısınma hareketlerini uygulayarak...
Kadınları aşağılayan, cinsiyetçi, erkeğin üstünlüğünün altını çizen, bir erkeğe söylendiğinde hakaret ve “atar” sebebi olarak algılanan bir söz öbeği.
Ne yazık ki bazı sorunlar bir takım “kilit” adamların ağzından çıktığında gündeme geliyor.
Halihazırda dilimize yerleşmiş, kanıksanmış, erkek için küfür sayılan ve erkek egemen toplumda son derece sıradanlaşmış bir sözü ancak “aşırı ünlü birileri” söylediğinde konuşabiliyoruz.
“Kız gibi”yi yaşayanlara soracaksınız bir de, kadınlara yani.
Trafikte mesela, bir kadının kullandığı araçla karşılaşan yolların fatihi, yerinde şöyle bir kımıldanır.
Kadın yolda ilerlerken kurallara uymaktadır, hatta önünde hayli hızlı gitmektedir ama kadındır bir kere, 150 km/s ile gitse bile “yavaş” sayılır. Önce kadının aracının tamponuna yapışır, sonra dünyanın sonu gelmiş gibi selektör yapar.
Kadın yol verir, bazen de yol müsait değildir, veremez. Çıldırır adam.
Bugüne dair pek çok şey anlattıkları, hatta bizzat distopyanın kendisinde yaşadığımı hatırlattıkları için.
Belki medeni yaşam koşullarının söz konusu olduğu bir yerde yaşasam...
Geleceğe –hatta şimdiye- yönelik karanlık koşulların söz konusu olmadığı bir ortamda...
İşte o zaman, sıcak ve rahat bir koltukta oturarak izlemenin keyfine varabilir, henüz kabus gibi bir dünyada yaşamadığım için şükredebilirdim.
Fakat bu olmuyor.
Aksine, her seferinde bana bu filmler, yaşadığım ülkeyi hatırlatıyor.
Düşünsenize, öyle bir yerde yaşıyorsunuz ki, alelade bir gün “yoğun ölüm riski” içeriyor.