Paylaş
Bir taraftan değişimden, yenilikten heyecan duyarken, öte yandan bastığı zeminin değişim ve yeniliklerden etkilenmemesini, kaya gibi sert ve sürekli olmasını istiyor.
Bir yandan hayatın değişimine, dönüşümüne açık hissediyor, diğer yandan da yenilikle birlikte söz konusu olacak risklerden ötürü endişeleniyor.
Düşerse tutunacağı ve onu asla yarı yolda bırakmayacak bir dal istiyor.
Kimisi bu dalı dışarıda aramıyor.
Yatırımını kendisine yapıyor, düşerse tutunacak dal da kendisi oluyor.
Kendisiyle olan ilişkisini, kendi rahatı ve refahını herkesten ve her şeyden üstün tutuyor, ömrünü bunu korumaya harcıyor.
Bazen onlara halk arasında “bencil” diyoruz.
Böyle söyleyince bencillik o kadar da kötü görünmüyor sanki...
Düşerse tutunacağı tek dalı kendisi olarak belirlemiş bir insanı tarif edince, o kadar da kızılacak bir karakter özelliği gibi durmuyor...
Kimisi bu dalı ailesi, dostları olarak görüyor.
Ailesini, çocuklarını ve arkadaşlarını “öncelikler” listesinde en öne koyuyor ve duygusal yatırımını onlara yapıyor.
Tabii tutunacak dalı kendinden dışarıda aradığında, bu aile veya çocuklar de olsa dış etkilere açık hale geliyorsun.
Karşı taraftan gelen bir hayal kırıklığı, bir ufacık yalan, bir kırıcı söz bile dünyanı altüst etmeye yetiyor.
Değişmeyen bir konu var; o da riskin varlığı.
“Yatırımını” dışarıya da yapsan, kendine de yapsan hep risk var.
Varlığını birilerine bağladığın zaman kırılmaktan, kendini en üstte tutarsan da yalnızlıktan kaçamıyorsun.
Riskten kaçamıyorsun.
Gençken böyle değil tabii.
Ne düşmekten korkuyorsun, ne ölmekten, ne değişimden, ne riskten...
Düşersen nasılsa kalkıyorsun, sen kalkamazsan kaldıran oluyor zaten.
İlk gençliğini yaşadığın senelerini şanslıysan çok yara bere almadan geçiriyorsun.
“Düşersem ne olacak?” endişesi ilerleyen senelerde başlıyor.
20’lerinin sonunda, belki 30’larında.
Belirli bir yaşta kariyer derdi edinmek, yeni iş fikirleri üretmek, hep bu “hayatta kalma” hissi yüzünden.
20’lerinde bir türlü hissedilmeyen o “Düşersem ne olacak?” endişesinin bastırması yüzünden.
“İş olmazsa ben ne olurum?” yüzünden.
Ayakta durduğu zeminin kaya gibi sağlam olması ihtiyacı da bu endişeyle birlikte geliyor.
Daha gençken öyle değil.
Uçmuşsun, zemin kaymış, dünyan tepe taklak olmuş ne yazar...
“Hayatta kalma” mücadelesinin, hayatın tek gerçeği olduğunu anladığın zaman ihtiyaç duyuyorsun o “kaya gibi sağlam” zemine...
Veya öyle bir zeminin olduğunu düşünmeye... Bu, seni rahatlatıyor.
Hayat mücadelesi esnasında “Tamam, ben iyiyim” dediğimiz anda hiçbir şey değişmesin istiyoruz.
Olduğumuz vaziyette sonsuza kadar kalalım, değişmeyelim, kimse bizi daha fazla mücadeleye zorlamasın, hayatımızın sonuna kadar bu iyi halimizle yaşayıp gidelim diyoruz.
Kaya gibi sağlam geliyor o anda durduğumuz zemin, her ne kadar küçük bir sallantıyla yıkılıp gidecek bile olsa...
Kendimizi güvende hissettiğimiz an bunu sonsuza kadar korumak istiyoruz.
Üzerinde durduğumuz yer kaymasın istiyoruz ama doğanın özelliği daimilik, durağanlık değil, akış ve değişim. Sürekli bir şeyler değişecek ve biz yeni koşullara ayak uydurmak zorunda kalacağız.
Dünyaya kazık çakarcasına yaşayanları garipsiyoruz ya, bundan aslında biraz.
Delicesine, büyük bir hırs ve hınçla savaşanları, aynı hislerle para peşinde koşanları bu yüzden garipsiyoruz.
Hayat zaten kısa, kısa olmasa da sınırları belirli.
Ondan öncesi ve sonrası senin için yok.
Karanlık düşüncelere kapılınca, bunu düşünmekte fayda var.
Madem hayatın sınırları belli, madem hayatın doğasında değişim var, neden bunu süreyi durmadan endişelenerek harcayasın?
Paylaş