Paylaş
Anlaşmak bu kadar zor, o yüzden ortak bir paydada buluşmak neredeyse imkansız görünüyor.
Öyle bir hal ki bu, küçücük bir söz, anlık bir hareket, minicik bir yüz ifadesi bile bir başkasını tetiklemeye yetiyor.
Facebook akışımızda “bak kardeşim” diye başlayan ve hepsi birbirinden “naif” gündem değerlendirmeleri okuyoruz.
Herkes her konuya hakim gibi, bilemeyeceği detayları ilk ağızdan öğrenmişçesine büyük bir coşkuyla görüş bildiriyor, nefretini kusuyor.
Uzun zamandır küfretmemek için kendini tutmuş gibi, içinde hep olan ayrımcı damarı “Ben herkesin eşitliğinden yanayım” sözüyle perdelemiş de, biri o perdeyi açmış gibi...
Ülkece “sınırsal kişilik sendromu” halindeyiz, olayların kendi algıladığımız hali tek doğru, diğerleri komple yanlış. Ya siyahlar var ya da beyazlar.
Tahammülsüzlüğün ve öfkenin insanlara yaptırabileceklerini, söyletebileceklerini hayretle izler vaziyetteyiz.
Peki o öfke nereden geliyor?
Kendi değerlerini, kendi inancını, kendi yaşayışını, kendi düşüncesini mükemmel, diğerlerini kötü ve değişmesi gereken olarak görünce, hayat siyahlar ve beyazlardan oluşunca, kendi gibi olmayan milyarlarca insanın yaşadığı dünyada, kızgınlıktan başka bir sonuç beklemek elbette olanaksız.
Ateşin nasıl yangına dönüştüğünü, nasıl yayıldığını izliyoruz günlerdir.
Duyduğumuz, gördüğümüz ve bize aktarılanlarla kızabilir, her konuya hakim olduğumuzu düşünebiliriz.
Fakat şunu unutmamakta fayda var:
Hayata belirli bir çerçeveden, belirli bir pencereden bakabiliyoruz, bunu kabul edelim. Sınırları var, özgür değiliz.
En özgür adamın bile bir çerçevesi var.
Bu çerçeve, doğduğumuz yer ile, içinden geçtiğimiz eğitim sistemiyle, bize öğretilenler ve en önemlisi de aile ile şekilleniyor.
İnsanların ayrıldığı noktalar etnik köken, ülke sınırları, din, dil veya ırk değil.
İnsanlık, şu şekilde sadece ve sadece ikiye ayrılıyor: “Herkesin belirli bir pencere ve çerçevesi olduğunun bilincinde olanlar” ve “Herkesin belirli bir pencere ve çerçevesi olduğunun bilincinde olmayanlar.”
Herkesin bir penceresi olduğunu kavrayamayanlar “Hayatı başkasının penceresinden bakamayacağı gerçeği”yle mücadele ediyor.
Kazanamayacağı, sonucu belli olan bir savaşa giriyor yani.
Evrensel bir gerçeğe karşı Don Kişot’çuluk oynuyor.
Hayata bir başkasının penceresinden bakmak için yeniden, bir başka ana-babanın çocuğu olarak, bir başka yerde doğup, anlamaya çalıştığımız kişinin koşullarını yaşayıp, onun geçtiği eğitim sistemi ve aile ortamından geçip hayata yeniden başlamamız gerekir, bu da imkansız.
Haliyle, “Kendini benim yerime koy” koca bir yalan aslında. Kendimizi kimsenin yerine koyamaz, karşımızdaki insanın fitreleriyle hayata bakamaz; onun penceresinden, onun gördüklerini göremeyiz.
Fakat onu anlayabiliriz. Tahammül edebiliriz.
Herkesin bir penceresi olduğunu ve bunun evrensel bir gerçek olduğunu kabullenebiliriz.
Kendimiz dışında kalan tüm insanlara yaklaşırken yapabileceğimiz en iyi şey bu.
Asla tüm detaylarını bilemeyeceğimiz olaylar karşısında nefretimizi kusarken bunu hatırda tutmakta fayda var.
Paylaş