Önünüzdeki iki saat boyunca dünyanın tüm dertlerinden kopacağınızı, Allen’ın yarattığı dünyada gezineceğinizi bilirsiniz çünkü.
Allen, 1977 tarihli filmi “Annie Hall”dan beri bu fontu her filminde kullanıyor.
Açılış ve kapanış jeneriklerinde, posterlerinde, her yerde sabit olarak bu fontu görebilirsiniz.
Her ne kadar popüler kültürdeki yeri sebebiyle “Woody Allen fontu” olarak bilinse de, Art Nouveau ilhamlı bu fontu tasarlayan, Eleisha Pechey isimli bir İngiliz.
1905 yılında “Windsor” ismini verdiği fontun “light” ve “condensed” hali, bugün Allen’ın alametifarikası.
The Daily Telegraph’ın bloğunda anlatılan hikayeye göre font, Allen’ın hayatına şöyle giriyor: New York’lu bir kreatif direktör olan Randy Hunt, New York Times ve Playboy dahil olmak üzere 600’den fazla markanın yazı karakterini tasarlayan ünlü tipografi uzmanı Ed Benguiat’tan ders almaktadır.
Ders sırasında Beinguat, New Jersey’de bir restoranda düzenli olarak kahvaltı ettiğini ve diğer düzenli müşterilerden birinin de Woody Allen olduğunu anlatır.
Biliyorum internet hayatımızı çok kolaylaştırıyor, biliyorum artık çarpım tablosu ezberleyen kalmadı fakat şu matematik sorularını şakkadanak çözen aplikasyona karşı durmak zorundayım.
Biraz hafızanızı zorlayın.
Google haritalar, yerinizi tayin eden ve gideceğiniz yere kadar sizi elinizden tutup götüren navigasyon cihaz ve aplikasyonları yokken ne yapıyordunuz?
Yaşadığınız şehrin yollarını biliyordunuz. Yönünüzü az da olsa kestirebiliyordunuz, hafızanıza güveniyor ve bir kere gittiğiniz yeri ikinci kez bulabiliyordunuz.
Sonra ne oldu? Köşedeki bakkala bile navigasyon cihazıyla gider oldunuz.
Artık kafayı çalıştırmak gerekmiyordu çünkü, yaz adresi, söylesin makine.
Hal böyle olunca, akıl sırtını cihaza dayadı, tembelleştik ve yol bulamaz olduk.Teknolojiye sonradan adapte olmuş biz analog çağ çocukları bir yana, yeni neslin de derdi büyük.
“The School of Life”ın nasıl ortaya çıktığını anlatıyor...
“Hayata çok mutsuz bir ergen olarak başladım. Entelektüel bir çocuk sayılırdım, kitaplara çok meraklıydım. Kitapları sadece eğlencelik olarak değil, hayatımı kolaylaştıracak araçlar olarak görür, nasıl yaşayacağım konusunda yol gösterici olabileceklerini düşünürdüm.
Üniversiteye girdiğimde, nihayet aradığımı bulacaktım. 18 yaşında genç bir adamdım ve dünyanın en iyi okullarından birine girdiğim için (Cambridge) kendimi çok mutlu hissediyordum.
Felsefe, tarih okuyacaktım, sanat öğrenecektim, yani bir bakıma hayatın anlamını çözecektim...
Fakat, bu olmadı. Bir şeyler ters gidiyordu. Antik dünyadan, ortaçağdan hikayeler, kişiler, tüm öğretilenler... Sorun bunlarda değildi.
Sorun, öğretme şekliydi.
Hayatta karşılaştığım problemlere farklı açılardan yaklaşılmadığını fark ettim.
Geçen hafta “Türkiye koşullarında nasıl delirmeden yaşayabiliriz?” sorusuna yanıt aramıştık, bugün ise değişimle olan savaşımızı, bireyciliğin yükselişinin sebeplerini, hataları kabul etmeme direncimizi konuştuk...
Madem değişim hayatın tek “değişmez”i, madem değişim hayatın doğasında var, neden bununla başa çıkmakta zorlanıyoruz?
- İnsan dediğimiz varlık sınırlı. Büyüklükleri çoğu zaman algılayamayacak kadar sınırlı.
Dünyanın yuvarlak olduğunu göremeyiz mesela, sadece düz bir ufuk çizgisi görebiliriz, böyle düşünün. İnsan hayatı kısadır, hafızalarımız sınırlıdır, beynimiz ve algı mekanizmalarımız belirli şeyleri fark edebilir.
Dolayısıyla, değişim halindeki dünya, bize olduğundan daha dengeli ve kararlı görünebilir.
Değişim, siz fark etmeseniz de oradadır. Bunu genellikle göz ardı ederiz ve hayatın değişmez olabileceği illüzyonu ile yaşarız.
School of Life’ın yanıtını aradığı soru, “Günlük sorunlarla nasıl başa çıkarız?”
Dünya üzerindeki her insanın yanıt aradığı aşk, iş, ilişki ve mutluluk gibi konular ortak gibi görünse de, tüm bunların durdukları yer ve önem sırası, ülkelere göre değişkenlik gösteriyor. Farklı ülkeler ve kültürlerin temel endişeleri birbirinden hiç şüphesiz farklı. Bir İngiliz vatandaşının sorunlarını veya Amsterdam’daki School of Life öğrencilerinin kafalarını kurcalayan soruları Türkiye’de yaşayan ortalama bir insanla karşılaştırmak naiflik olur.
Alain De Botton da buradan yola çıkarak, School of Life’ın evrensel sorunların lokal unsurlarla buluştuğu bir yerde olduğunu söylüyor.
Derslerin başlıklarından birkaçı şöyle; “Tek başına nasıl zaman geçirilir, aşkı nasıl zinde tutarız, nasıl daha iyi sohbet ederiz, kendine güven nasıl sağlanır, sevdiğimiz işi nasıl buluruz, sakin kalmayı nasıl başarırız...”
Tabii bunlar, kültür farklılığı gözetmeksizin dünya üzerinde yaşayan herkesin sahip olabileceği endişeler.
Gözler ister istemez Türkiye’de yaşayan insanın günlük yoğun endişelerine dair birkaç başlık arıyor ama bulamıyor. Zira en apolitik insanın dahi politikadan başka bir söz konuşmaz olduğu, adaletsizliğin ve yalanın “sıradan günlük hallerden” sayıldığı, yalanla algı yönetimine bel bağlayan bir sistem içinde çırpındığımız...
Günlük hayatın yoğun dozda “ölüm tehlikesi” içerdiği ve tüm bunların yarattığı bir “mutsuzluk bulutu” içinde yaşamaya mecbur edildiğimiz bir hayat bizimki. Bir başka deyişle, Türkiye’de yaşamak, “3. dünya ülkesinde modern hayat yaşama” illüzyonu. Ve bununla başa çıkmak, hepimizin temel mücadelesi.
11 Ocak’ta New York Comic Con’da yapılan duyuruya göre NASA, 2017’de Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (International Space Station, ISS) görevlendirilmek üzere bir robot tasarlıyor ve bu robotun ismi- görevin logosu konusunda bir yarışma düzenliyor. (Görev logosu, yani “Mission patch” şu: Her görevin bir logosu var ve bu logo ilgili yerlerde/kıyafetlerde yerlerde basılı/işlenmiş halde bulunuyor. Bu görevde logo, robotun üzerinde olacak.)
Bu robot, dünyanın çevresinde turlamakta olan Uluslararası Uzay İstasyonu içinde serbest uçuş yapabilen bir makine. NASA’nın Gelişmiş Keşif Sistemleri biriminin direktörü Jason Crusan, “Serbest uçuş yapabilen bir robot tasarlıyoruz ve bu robotu ‘Serbest uçan robot’ olarak tanımlamak kulağa oldukça sıkıcı geliyor. Biz de sizden, bizim için bu robota bir isim bulmanızı istiyoruz” diyor.
Yarışmada birinci olduğunuz takdirde, sadece bu robota isim vermekle kalmıyor, bin dolarlık ödülün de sahibi oluyorsunuz. (İkinciye 500, üçüncüye ise 250 dolarlık ödül uygun görülmüş.)
Bu robot, halihazırda Uluslararası Uzay İstasyonu’nda görev yapmakta olan ve “SPHERES” olarak adlandırılan bir grup robota katılacak. İsimlerinin “SPHERES” (yani küreler) olmaları tesadüf değil, hem küre şeklindeler, hem de bu kelime, robotların görevlerini tarif eden bir kısaltma. (SPH: Synchronized Position Hold, E: Engage, R: Reorient, E: Experimental S: Satellites)
Bu robotlar 7 yıldan beri görevdeler. Dünyanın çevresinde dolaşan Uluslararası Uzay İstasyonu’nda, yerçekimsiz ortamda, istasyonda bulunan donanım ve yazılımları test etmelerine yardım ediyorlar. Bu yeni robot, halihazırda kullanılmakta olan robotlar gibi, kendi kendini yönetebiliyor, fakat aynı zamanda astronotlar tarafından manuel olarak da kullanılabiliyor.
*
İnsanlı araçlarla veya kendi kendini yönetebilen makineler aracılığıyla güneş sisteminin keşfinin sınırları genişledikçe, bu tür robotlara olan gereksinim daha da artacak.
Neden nefes almadan izliyor, bittiklerinde ise yeri dolmayacak birini kaybetmiş gibi hissediyoruz?
Cevabı basit:
Bizi gerçeklikten kaçırdıkları için. Kendi hayatımızı bir kenara bırakıp bir başkasının hayatında, kurgu da olsa bir başka dünyada, hatta bir başka zamanda yaşamaya olanak tanıdıkları için.
Bir nevi “algı değiştirici” aslında. Kısa bir süre için bile olsa hayatı farklı algılamaya yol açıyor. Bilhassa ecnebi dostlarımızın “binge watching” dediği, bir dizinin bölüm ve sezonlarını art arda izleyince oluyor bu. Nefes almadan izledikten sonra oluşan ruh haline bir isim bile bulmak şart artık.
Mesela “Downton Abbey”i dört sezon üst üste nefes almadan izleyince böyle kibarlıktan kırım kırım kırılıp bilhassa erkeklerden adab-ı muaşeret kurallarına uygun davranmalarını filan beklemeye başlıyorsunuz.
Hoş, dünyanın en hırt devrinde, en hırt adamların olduğu ülkelerden birinde yaşadığımız için öyle sokakta, ne bileyim metroda filan fazla hayal dünyasına gömülmemek lazım.
İnsan üzülüyor tabii efendim, bırakın 1910’ları, 60’larda bile bir kadın masadan kalkarken erkekler de kalkarmış mesela. Şimdi bir davette masadan kalkarken ancak dişini kürdanla karıştırıp boğazını kusacakmış gibi temizleyen bir adamla karşılaşırsınız.
Sessiz, sakin, uzaktan bir film seti gibi görünen bir kasaba... Küçük dükkanları, bir-iki ufak restoranı ve insanı ekimde bile yer yer kavuran güneşiyle, ortalama bir turiste göre, Amerika’nın güneyindeki herhangi bir kasaba belki...
Senoia, “The Walking Dead” kültüründen uzak olanlar için, Atlanta’ya iki saat uzaklıkta, kilometrelerce yeşilliğin orta yerinde, herkesin mutlu olduğu bir masal diyarı.
Fakat bir “The Walking Dead” hayranı için burası tarihi, huzur dolu ve sessiz bir kasaba olmaktan ötede bir yerde.
Burası, diziden hatırlayacağınız adıyla “Woodbury”.