Melike Karakartal

Kadınlar ne ister?

29 Nisan 2015
“İster, ister, ister, ister, ister, ister”

Son günlerde sosyal medyada tepki toplayan yeşil çay reklamının özeti bu. “Kadınlar ister.”
Burada kadın değil, tüketmek için yaratılmış, akli dengesi pek de yerinde olmayan, dış görünüşüne takıntılı, hatta sadece dış görünüşüne takıntılı, hayatı güzel yaşamak, alışveriş yapmak, diyet ve aşk meşk meseleleri arasında geçen yüzeysel yaşayan bir canlıdan bahsediyor.
Siz “kadın” deyince bunu mu anlıyorsunuz?
Sizi tebrik ediyorum.
Potansiyel müşteri kadınlar, bu çizilen resme bakıp “Ay aynı ben! Beni anlatmış!” mı diyecek? Maksat bu mu?
Son derece sığ, kadını belirli kalıplar içine koyarak okuyan, rahatsız eden bir reklam filmi.
Doymak bilmeyen yüzeysel arzuları ekseninde yaşayan bir kadını tarif ediyor sadece.

Yazının Devamını Oku

Deprem ve “ceza”

28 Nisan 2015
İyi insanlar her zaman ödüllendirilir, kötüler ise hak ettiği kötülükleri eninde sonunda bulur.

Buna inanmazsak yaşayamayız, değil mi?
Geleceğe olan inancımızı kaybederiz, vicdanımız zedelenir, umudumuzu yitiririz.
İyi insanların ödüllendirildiğine, kötülerin cezalandırıldığına inandığımız zaman, hayatın o kadar da rastlantısal olmadığını düşünebilir; dünyanın adil bir yer olduğunu varsayarak yaşantımızı daha kolaylıkla sürdürebiliriz.Sosyal psikoloji alanında önemli bilim insanlarından biri olan Melvin Lerner, “Adil Dünya Hipotezi”nde bunu anlatır.
Dünya adil değildir, fakat insanoğlunun “adil dünya” arzusu, yaşama dair psikolojik bir ihtiyaçtır ve kemikleşmiş bir inanca dönüşmüştür.
İyilik yapanların her zaman iyilik bulacağı, kötülerin her zaman cezalandırılacağını düşünür insan, bunu hayatın her alanında kullanır, olmadık sebep-sonuç ilişkileri kurmaya başlar...
“Kötülerin eninde sonunda cezalandırılacağı” elbette insanı rahatlatan bir düşünce, fakat bakın nerelere gidiyor:
* Tecavüze uğrayan bir kadının giyim kuşamından, davranışlarından yola çıkarak bunu hak etmiş olabileceğini ortaya atabiliriz.

Yazının Devamını Oku

Çirkin şehirler nasıl oluşuyor?

25 Nisan 2015
Hayata dair heyecan duyma sularında sarılabileceğimiz tek can simidi, bahar ve baharın gelişi.

Mutluluğu sadece hayatın ufak detaylarında arayabilecek hale geldiğimiz için olsa gerek.
Baharla birlikte değişen ışık, parlak güneş, şehirleri aydınlatınca, güzel olanı daha güzel, çirkin olanı daha çirkin göstermeye başlayınca hep aklıma aynı soru düşüyor: Şehirlerimiz neden zevk yoksunudur? Neden çevremiz bu denli çirkindir? Neden her şey üst üste alt alta plansızdır, neden şehirlerimiz insanın gözlerini kanatacak kadar şekilsizdir, altyapısızdır?
Basitçe bir şehre, bilhassa İstanbul’a şöyle bir tepeden bakınca, karanlık hisler düşer akla. Neden bu denli estetikten nasibini almamıştır dünyamız? Neden?
Kökeninde “Bir lokma bir hırka” anlayışı barındıran bir kültür, “Bin lokma, bin hırka”ya dönüşüyor bugün.
“Fazlasını ver”, “Fazlasını elinde tut, kimselere gösterme, boğulana kadar ye, ye, ye” durumunda artık.
Azla yetinme, fakat özünde azla yetinmeyi istememe, imkan bulduğunda insanoğlunun dehşetle katlanan açgözlülüğüne, doymazlığına, oburluğuna dönüşüyor. Tarih boyunca da bu durum tekrarlanmış.
Geçmişi düşünelim. Yılları değil, on yılları, yüz yılları...

Yazının Devamını Oku

Sosyal ağlar hangi ihtiyacı karşılıyor?

24 Nisan 2015
1999 senesinde ilk defa bilgisayarım oldu. Ve onunla birlikte internet elbette...

Tam olarak ne hissettiğimi hatırlıyorum: Sevinçten aklımı yitirecek gibiydim. Bilgisayarın başından asla kalkmıyor, geceleri uyumuyordum. Dünyanın ucundaki arkadaşlarımla anında iletişim kurabilmek, dünyanın bilgisine bir tıkla ulaşabilmek... Delilik gibi geliyordu.
Herhalde bir süre buna “inanabilmek” için uğraştım. Gerçek gibi gelmiyordu zira. Hani insanoğlu alışık olmadığı büyüklükteki kavramları tahayyül etmekte zorlanır ya... Ne bileyim, evrenin büyüklüğü mesela. Veya bir roketin hızı...
Meydan Larousse’tan ödev yazan, mektup arkadaşlarımız nedeniyle postacı yolu gözleyen çocuklar olarak, internet vakıf olduğumuz bir kavram değildi, internetli bir dünyaya doğmadık. “Anlamak” galiba bu yüzden vakit aldı. “Nasıl bu kadar hızlı olabilir? Nasıl anında iletişim kurmayı sağlayabilir? Bu kadar bilgi nerede saklanıyor?” Tabii şimdi düşününce komik geliyor...
Sabahları uyanıp derhal bilgisayar başına geçiyordum. Okula gitmek zorunda olmasam, oturduğum yerden kalkmıyordum.
Herhalde internetle tanışan herkes aşağı yukarı benimkine benzer deneyimlere sahiptir.
Analog hayattan sonra internetin yönettiği hayata ilk geçtiğimiz zamanlar bunlar... O zamanlar hayatımızı bu kadar kontrol edeceğini, hatta hayatımızı değiştireceğini ve hatta toplumları dönüştüreceğini tahmin edemezdik.
Aradan tam 16 yıl geçmiş. Ne kadar az esasında... Fakat bana 100 yıl gibi geliyor.

Yazının Devamını Oku

İyi insandan kötülük çıkar mı?

23 Nisan 2015
Birden bire elinize sonsuz bir güç geçtiğini düşünün.

Otorite konumundasınız, ne isterseniz onu yapabilirsiniz.
Kendinizi iyi, adaletli, eşitlikçi, vicdanlı olarak tanımlıyorsunuz, fakat elinize güç verildiğinde ne yaparsınız?
Yozlaşır mısınız? Sadece kendi refahını düşünüp çevrenize işkence çektirecek hale gelir misiniz?
Muhtemelen bu sorulara “Hayır” diyorsunuz, fakat gerçek başka...
Sosyal psikoloji alanında çağımızın en önemli çalışmalarından birine imza atmış Philip Zimbardo, 44 yıl önce bu soruların peşinde koşmuş.
Zimbardo, 1971 yılında, 24 üniversite öğrencisini, yazı tura atmak suretiyle iki gruba ayırıyor. Bundan sonrası gerçek tutuklanma ve hapishane hikayesi...
“Mahkumlar”, evlerinden aldırılıyorlar ve gerçek birer suçlu muamelesi yapılarak Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nün alt katına götürülüyorlar.

Yazının Devamını Oku

Trafiği “sorun” olarak gören yok

22 Nisan 2015
İstanbul gibi bir şehirde savaş meydanına çıkmak gibidir sokakta yaya olarak bulunmak veya araç kullanmak.

Araçlar da, yayalar da kanun-kural tanımaz.
Herkes “önce ben geçecem” der, yaya kendini olur olmaz yola atar, yaya geçitleri, ışıklar, ışığın kırmızı veya yeşil olması, trafik kuralları pek anlamlı değildir.
Araçlar da öyle. Bakar herkes karşıdan karşıya geçmek için kendini atıveriyor kaldırımın herhangi bir yerinden, yayaların daha hızlı geçmeleri için üstlerine sürerler.
Bu esnada motorlu restoran servis elemanları ve kuryeler kaldırımlardan gitmektedir. Kaldırımda yürümek, bir aracın altında kalmayacağınızı garantilemez Türkiye’de.
Zira kaldırımlar, acelesi olan motorluların acil ulaşım yoludur.
Benzer biçimde yayalar, bisikletliler, patenliler için tasarlanmış, çocukların koşturduğu, araçların girişinin yasak olduğu sahil yolları da kalabalık günlerde araçlar ve motorlar için ulaşım yolu olarak hizmet verir.
Siz yürürken yanınızdan hızla bir motorlu geçer, hatta yarış bile yaparlar, anneler ve babalar çocuklarının üzerine kapaklanır o sırada.

Yazının Devamını Oku

Korku ve sömürü

21 Nisan 2015
Üç öğün yemeğinizi yiyebilmek, yaşamsal ihtiyaçlarınızı giderebilmek için çalışıyorsunuz... Başınızı sokacak bir yuvanız, bir düzeniniz, istikrarlı bir hayatınız olsun diye uğraşıyorsunuz.

Kirayı ödeyemeyecek, yaşamsal ihtiyaçlarınızı karşılayamayacak duruma gelmek istemezsiniz. Maaşınıza ihtiyacınız var. Bu yüzden belki istemediğiniz bir işte, istemediğiniz koşullarda iş yapmaktasınız... Koşullarınızın ideal olmadığını işvereniniz de biliyor, ancak siz olmasanız, bu işi daha ucuza yapacak birini nasılsa bulur. Düzen böyle ya hani...
O yüzden sizin isteklerinizi dikkate alacak değil.
Siz de işini kaybetme ve yenisini bulamama korkusundan sizi mutsuz eden koşullara “Eyvallah” diyor, idare etmeye çalışıyorsunuz.
Korku kültürü sizi işte esir almış durumda.
* * *
Yalnız kalmak istemiyorsunuz. Yalnızlıktan korkuyorsunuz. Yalnız kalmamak için sizi mutsuz eden ilişkilerden veya arkadaşlıklardan kurtulamıyorsunuz. Tek başına kalmaktansa kötü bir partner veya arkadaşın eşliği size daha cazip geliyor. Yalnızlık korkusu, istemediğiniz bir ilişki ağı içinde hapis kalmanıza sebep oluyor. Bireysel ilişkilerinizi “yalnız kalmama” korkusu üzerine kurduğunuzda, korku kültürü burada da sizi esir alıyor. Sizi yönetiyor.
* * *

Yazının Devamını Oku

35 yaş ne hissettiriyor?

18 Nisan 2015
Gazetelere bakıyorum... Reklamlarda gençler. Televizyonda da öyle.

Billboard’lardaki kadınlar da çocukluğunu henüz yeni atlatmış gibi görünüyor.
Moda dünyasında 30’una gelen model, emekli oluyor.
Orta yaşlı kadınlara ürün satan markalar bile genç model tercih ediyor. Arada sırada markalar sosyal sorumluluk projesi tadında yaşı ilerlemiş, vücudu değnek gibi olmayan kadınlar kullanıp “Normali bu aslında, biliyoruz” mesajı verseler de, yerleşik düzen pek değişmiyor. Değişecek de değil.
“Gençsen, aşırı zayıfsan ve güzelsen süpersin, değilsen başta yenilenlerdensin” mesajını işlemeye devam.
Neden? Sebebi basit ve kabak gibi ortada. Gençlik vurgusu, bir ürünün satılma garantisi. İlerleyen senelere rağmen her sene daha fazla gençleşebilecekleri hayali satılıyor kadınlara.
Bu, gerçekleşebilecek bir durum değil ama erişilemeyecek bir hayalin vurgulanması, sonsuz bir ticaret kaynağı oluşturuyor.
Gençlik hayali hiçbir zaman gerçekleşmeyecek, ancak bunu gerçekleşebilecekmiş gibi gösterirseniz, her zaman malınızı satabilirsiniz...

Yazının Devamını Oku