Açıkçası umutlu değildim. Omuzlarım düşüktü, karamsardım, “Elinden gelen sahtekarlığın ardına koymayan adamların varlığında, kanunsuzluğun bile hesabını soramadığım bir ülkede, sivil müşahit olarak nasıl bir gücüm olabilir ki” diyordum.
Hırsızlığın, kandırmacanın bin türlüsünü yaşayacağımızı, özgürlüklerin kısıtlanacağı, sesimizin kısılacağı, Türkiye’nin bütününü temsil etmeyen meclisin oluşturulacağı bir ülkede uyanacağımızı düşünüyordum.
Sosyal medyada çizilen umutlu resme göre karamsardım.
Adalet duygum öyle yaralı ki, en kötüsünü umarak çıktım pazar sabahı okul yoluna...
12 saat boyunca hem sandığı, hem de insanları gözlemledim.
Yanılmışım. Çok yanılmışım.
Meğer “Güzelim Türkiye insanı” bir yere gitmemiş.
Çocukluğundan itibaren aldığı eğitim sorgulamayı, soru sormayı ona öğretebilmişse, iş nispeten daha kolay.
Düşünen, öğrenen, donanımlı insanın elindeki gücü, bilgisi.
Bilgi çağında yaşıyoruz ama bizdeki hâl istisna.
Bilgiyi reddetme çağı diyelim ona...
Fikrimizi söylediğimizde küfrü basanların, ağız dolusu hakaret edenlerin çağındayız. Uyum sağlamakta zorlanıyoruz.
Ne istiyoruz peki?
Yalan söyleyerek, bu ülkenin insanlarını birbirine düşürüyorsunuz sevgili devletimin yöneticileri. 7/24 birbirine bilenen insanların ülkesi olduk.
Ne hissederdiniz? “Çay hamam tasından içilir mi yahu?” demez misiniz?
İşte, İstanbul’a layık görülen o kutu/konteynır/varil biçimli vapurlar da aynen böyle hissettiriyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bundan sonra alınacak kararlarda İstanbul halkına danışılacağını söylemişti. “Deniz taşıtları hariç” miydi peki?
Ne olur söylesin. Hariç miydi?
İstanbul’un zarif vapurları resimlerde var. Şiirlerde var. Romanlarda, öykülerde, fotoğraflarda var. Belleğimizde var. Bugün turist olarak bu şehre gelseniz, hatıra olarak götüreceğiniz objelerin üzerinde vapur figürü var.
İstanbul deyince önce “vapur” gelir aklınıza.
Elimiz, ayağımız, sevdiğimiz bir dostumuz, annemiz, babamız kadar “bizden”, yaşadığımız şehrin simgesi bu vapurlar.
“Yenildim ben” demek, “Buyur, şuram hayli yumuşak, bir tane de sen vur” demek. Saldırılar için kendini açık etmek...
“Ben güçsüzüm, benden bir cacık olmaz” mesajı vermek...
Halbuki öyle değil.
Yaptığın hatayı kabul etmek, sorumluluk almaktan başka nedir ki?
Özür dilemek, “hatalıyım” demek, bir dikkatsizliğin, yanlışlığın yükünü sırtlayıp daha büyük sorunlara yol açmamak için hem kendini, hem başkalarını korumaktan başka ne olabilir ki?
İnsan ilişkilerindeki en büyük yaralardan, iletişimi tıkayan en büyük konulardan biri özür dileyememek.
Özür dileyemeyen, hatalarını sırtlamayan insanların olduğu kalabalıklarda sorun çözemezsiniz, çünkü sorunun kaynağına inmek mümkün değildir.
Bu karışımın oluşturduğu delilik halinden kaçmak için daha çok öğrenmek istiyoruz. Daha çok okumak istiyoruz. Bu delilik halinin bize getirdiği tek kazanım herhalde bu. “Daha donanımlı insanlar olma arzusu.”
Hayatın biraz insani koşullarla ilerlediği, adalet denen kavramın tam ortasında koca bir yara olmadığı ülkelerde siyasetten başka meselelere kafa yormak mümkün. İnsanların özel hayatları, hobileri, dinlenme zamanları, tatilleri, “lay lay lom” yapacak durumları var.
Bir de bize bakın: Bir arkadaş grubu toplandınız, bir kutlama yapacaksınız diyelim. Bir araya gediğinizde, sohbet hızla siyasete dönüyor. Günlük hayatımızın, özel hayatımızın merkezinde adaletsizlik, kanunsuzluk, yalan-dolan ve talan varken, başka her şey önemsiz geliyor haliyle.
İnsanı delirtecek kadar büyük yalanların söylenmesine şahit olan milyonların içinde yükselen isyan duygusu, başka bir şey düşünmeye olanak tanımıyor.
Günlük hayatın her an terörize edilebileceğini, sebze meyve almaya çarşıya inmiş anne babanızın bir anda gaza boğulabileceğini biliyorsunuz mesela. Fikirlerinizi hür olarak söylediğinizde çıkarlarını korumak için milli ve dini duyguları sömürenler tarafından mimleneceğinizi biliyorsunuz.
Galiba en çok bir yalan uydurup karşısındakini o yalanla itham edenler yoruyor. Hiçbir kişiye, partiye, gruba yakın durmasan bile adam seni “bilmem kimin uşağı” olmakla suçlayabiliyor.
Veya konuyu saptırıyor, “sandığınıza sahip çıkın” diyorsunuz, “vatan haini” diyor adam.
Seçmen “Aman Allah’ım bu bayraklar... Bu afişler... Sanırım büyülendim, aşırı etkilendim, bir anda bu bayrakları görünce bütün düşüncelerim değişti oyumu x partisine vereceğim” diyecek ya...
Hoparlörden çıkan o cızırtılı müzikle birlikte coşan duygularını kontrol edemeyecek ve x partisiyle arasında engellenemez bir aşk doğacak.
Tüm partiler birleştiler, “Şehirlerimiz yeterince çirkin değil, daha nasıl çirkinleştirebiliriz?” yarışına girdiler.
En çok bayrak ve afiş asan, en çok gürültü yapan en “görünür” oluyor tabii, insan istemese bile her gün gördüğü insana yakınlık duyarmış hani, tüm partiler birleşmiş “zorla sevdirme” oyunu oynuyorlar.
“En çok bizi görün ki, seçim günü o kabinde eliniz bizim partiye gitsin” diyorlar.
İnsan beyni dediğimiz mekanizma, tanıdık olana meyleder. Bilinçaltı, en çok maruz kaldığı tanıdık görüntüleri kendine yakın bulur, onları seçer.
Bu konuyla ilgili önemli çalışmalar yapmış sosyal psikoloji uzmanı Robert Zajonc, “Ne kadar çok görürseniz, o kadar çok seversiniz” der.
Topraklama neden gereklidir, bunu anlatmak için lafa giriyor: “Size topraklamayı anlatayım, anlar mısınız bilmiyorum ama...”
Atom fiziği anlatacak çünkü, kuantum mekaniğine giriş yapacak, anlamayabilirim topraklamayı.
Elektrikçiyle karşılıklı iki yabancıyız.
Ben sadece onun mesleğini biliyorum ancak benimle ilgili tek veri bir kadın olmam.
Belki teknik bilgim var, belki bir elektrik mühendisiyim, belki bir öğretmenim? Ama hayır. Önce bir kadınım ve bu, topraklamayı anlamamam için yeterli bir veri.
Boş bir yolda normal hızla seyrederken sağ sokaktan bir taksi fırlayıveriyor.
Yol müsait, yanımda gitmeye başlıyor.
Bir meslek hakkında yeterince bilgi ve eğitime sahip olması yeterli değildir uzmanın. Aynı zamanda psikolojik açıdan da yeterli olması gerekir. Fevri kararlardan, temelsiz, bilgi kaynaklı olmayan, egoya dayanan kendine güvenden uzak durmalıdır kişi.
Mesela pilotluk. Kibre, keyfiyete, “bize bir şey olmaz”lara müsaade etmez. Kurallara harfiyen uymadan bu mesleği icra edemezsiniz. Düzenli sağlık kontrollerine tabi tutulursunuz. Şans, kör talih gibi konular hayatınızı yönetmez. Bilgi, teknik beceri, deneyim, sağlıklı düşünebilme becerisi ve yetenek birleşir, sizi işinizde başarıya taşır.
Kitlelerin hayatını ilgilendiren birçok meslekte aranır bu şartlar.
Bazılarında ise fena halde atlanır.
Halbuki “sadece kendini ilgilendiren iş” diye bir kavram yok. Bir iş yapıyoruz ve onu insanların hizmetine sunuyoruz. Ne ölçekte olursa olsun işlerimiz, sadece bizi değil, başkalarını da ilgilendirir hale geliyor. Dolayısıyla istesek de, istemesek de sorumluluk alıyoruz.
Yazar, çizer, ressam, memur, bakkal, mobilyacı, siyasetçi, ayakkabıcı, inşaatçı...
Bu mesleklerin sayısını artırabilir, sayfalar doldurabilir ve onları önem sırasına dizebilirsiniz.