İki eğreti duvarla ve yer kaplamalarıyla beraber, evde kalan tek demirbaş bu...
Geçen hafta Nepal’de olan 7.4 büyüklüğündeki ikinci depremden sonra Reuters’ın geçtiği bir fotoğrafta görünenleri anlattım size.
İnsan böyle bir tahribatı, böyle bir acıyı algılamakta zorlanıyor.99 depreminde bu görüntülerin çok daha acılarını gördük. İlginçtir, bugüne pek bir etkisi olmadı. Hâlâ depreme hazırlıksızız.
99’da hafif yan yatıp bir katı zemine gömülen Yalova’daki evimizin deprem sonrası fotoğrafları hâlâ duruyor.
Arkadaşımla birlikte oynadığımız 2. kattaki evin zeminle bir olmuş duvarsız halini, eğilerek birbirine bitişmiş blokları, kopmuş merdiven bağlantılarını, yıllarca koşuşturduğumuz koridorların birer uçuruma dönüştüğünü ilk gördüğümde algılamakta zorlanmıştım. Hâlâ zorlanırım baktığımda, insan çok sevdiği bir kişinin, objenin veya mekanın yeni ve acı durumunu kabullenmekte güçlük çekiyor.
Neticede sevdiğimiz mekanlara ve objelere de canlı birer insan gibi davranmaya başlıyoruz bir zaman sonra. Hele ki anıları varsa, ayrılmaz bir parçamız gibi geliyor.
Onları ararken bir otomobil kazası geçirir ve uyandığında kendini kimliksiz, telefonsuz bir vaziyette, bilmediği bir kasabanın, Wayward Pines’ın hastanesinde bulur.
Doktor ve hemşire ona iyi davranmaktadır fakat hastanenin atmosferinde bir gariplik hisseder Ethan.
Hastanede sanki sadece kendisi vardır... Hemşire ve doktordan başka kimsenin yüzünü görmez, üçünden başka kimse yok gibidir etrafta...
Kazanın üzerinden birkaç gün geçer, fakat ne Gizli Servis ile ne de ailesiyle bağlantı kurabilmektedir...
Hastaneden kaçmayı başarır ve yaptığı kısa gezintide kasabanın elektrikli tellerle çevrili olduğunu, tüm yolların yeniden Wayward Pines’a geri döndüğünü tüyleri ürpererek fark eder Ethan.
Bu kasabadan çıkabilecek midir? Bu kasabada kimler, neden yaşamaktadır?
Bu kasaba üzeri açık bir hapishane midir? Ethan neden buradadır? Kayıp ajanlar nerededir? Telefonların nesi vardır, neden ailesiyle iletişim kuramamaktadır?
Arıyı gördüğü anda gazeteyi kıvırır.
Yaklaştığında kıvırdı gazeteyi tuttuğu gibi vurur tüm gücüyle, yapıştırır arıyı yere.
İhtiyacından fazla meyve, sebze alır.
Beğenmez, derhal atar. Biraz tatsız bir meyveyi atmak, bir boş cips paketini atmaktan farksızdır.
İkisi de önemsizdir çünkü.
İnsan merkezli bir evrende yaşadığına inanan zat-ı muhteremler için bunlarda bir acayiplik yok.
Etrafındaki canlı cansız her varlığı insanın hizmetkarı olarak algılayabilir, onu rahatsız eden ne varsa ortadan kaldırabilir.
Bugün pek az rastladığımız bir lisanın, kültürün insanları onlar. Birbirimize daha az hoyrat davrandığımız, kişiler arası ilişkilerin daha başka temellere dayandığı zamanların insanları.
Çocukluk anılarımızın parçaları. Kendinize, küçüklüğünüze, eski zamanlara dair hatırladığınız fotoğraf karelerinin başrol oyuncuları.
Yetişkin bir insan olarak, duygusal dünyanızı çocukluğunuzdan beri büyüyen bir ağaç gibi düşünün. Büyüdükçe gövdeniz kalınlaşıyor, dallarınız meydana geliyor.
Gövdeniz, dallarınız ve yapraklarınızla bir bütünsünüz. Dünyaya karşı merakınız arttıkça, eğitimle, bilgiyle, empatiyle, iletişimle, sinemayla, sanatla, kitaplarla, güzel duygularla yapraklarınız coşuyor. Yeni dallarınız çıkıyor. Etrafınıza ve kendinize yaşam sağlıyorsunuz.
Doğanın, dünyanın, içinde yaşadığınız toplumun bir parçası haline geliyorsunuz.
Sonra bir haber geliyor, ilk oluşmuş dallarınızdan birini “çıt” diye kırıveriyor. Yıllardır kendinizden bildiğiniz, hayatınızın, dünyanızın parçası olan birini kaybediyorsunuz.
Dahası, kaybettiğiniz kişi sadece sizin duygu dünyanızın ayrılmaz bir parçası değil. Size kaybettiğiniz değerleri anımsatıyor.
Murat’ın doğduğu köyün tüm erkeklerinde gelenektir, hemen hemen hepsi büyük şehirlerde taşçılık, duvarcılık yaparlar. Murat Usta’nın babası da duvarcıdır, dedesi de duvarcıdır...
Kendini hatırladığı ilk günden beri “taş” vardır hayatında. İlk anılarının başrolüdür, taşlar yegane oyuncağı olmuştur. Duvarcılık ve taşçılık giderek büyük bir sevgiyle bağlandığı mesleği haline gelir.
Nesin, Murat Usta’nın taşla olan ilişkisini “Sahnede doğup büyümüş, ana babadan tiyatro adamları vardır ya, Murat da işte böyleydi, sahnede değil ama taşların, duvarların arasında büyümüştü” diye anlatır. Murat Usta hiç kimseyi, hiçbir şeyi işinden daha fazla sevemez.
İki kez evlenir, boşanır. İkinci karısı “işini benden daha çok seviyorsun” der. Murat Usta, 60’ına geldiğinde duvarcıların piridir artık. Yollar, köprüler, okullar yapmış, büyük mimar ve mühendislerin hep işlerini ona vermek istediği büyük bir ustadır. Pek çok genç usta yetiştirir.
Fakat öyle bir ün salmıştır ki Murat Usta, yetiştirdiği ustalar ona yetişemez. “Nerede Murat Usta, nerede şimdikiler...” derler hep.
Yaşlanınca çalışamaz olur Murat Usta.
Yataklara düşer, kimi kimsesi yoktur ama çırakları onu yalnız bırakmaz.
Onlar sokaklara döküldü mü, baharın iyiden iyiye geldiğini anlıyoruz.
Müsaadenizle onları “Göt-meme izleme timi” olarak isimlendirmek isterim.
En az iki, en fazla yedi kişilik gruplar halinde geziyorlar, kişi sayısına göre kendilerine güvenleri artıyor. Mesela önlerinden geçen kadınlar gözden kaybolana kadar popolarına bakan, aralarında “HÖEÖAHÖAE” naralarıyla gülüşüp laf atan iki adama “Nereye bakıyorsun, kime laf atıyorsun sen rezil herif, burası insanların spor yaptığı, temiz hava aldığı bir alan, belediye park hizmetini sen cinsel dürtülerini tatmin edesin diye vermiyor” diyebilir, güvenliğe şikayet edebilir parkta gezen kadınları rahat bırakmalarını isteyebilirsiniz.
Kabahatlerinin farkında ve sayıca az oldukları için tırıs tırıs geldikleri yere geri dönerler.
Fakat yedi kişilik izleme timi öyle mi?
Bir defa, yanlarından geçen istisnasız tüm kadınlara temas ederler.
“Yanlışlıkla” çarparlar, olmadı diğer arkadaşı iter, yine “yanlışlıkla” çarpar...
Fakat ne var biliyor musunuz?
İyilik, güzellik, dürüstlük, samimiyet ve içtenlik bir virüs gibi. Böyle yaşayan insanların içinde bulundukça, bir amaç için çalıştıkça, hem başkalarından o iyiliği kendinize mıknatıs gibi çekiyorsunuz, değişiyorsunuz, hem siz de o ruh halini etrafınıza yaymaya başlıyorsunuz...
Bir senedir koşuyorum. Zaman içinde artıra artıra haftanın en az 5 günü 7-8 kilometre koşabilecek kondisyona eriştim. Artık koşu su içmek gibi, yemek yemek gibi, yapmadığımda kendimi aç, susuz hissettiğim bir eylem.
Koşmayan veya yoğun spor yapmayan insan için bu duyguyu tarif etmek biraz zor. Başlamak zaten zor, istikrar zor, tüm o üşenmelere, sakatlıklara, hava koşullarına ve bizi aşağıya çeken karamsar ruh hallerine direnmek zor, biliyorum çünkü hepsini yaşadım. Ama direndiğiniz zaman, spor hayatınızın ortasına oturduğu zaman o kadar çok şey değişiyor ki...Aramızda konuşurken sık sık söylediğimiz bir söz var. Koşmak sadece “koşmak” değil. İnsanı değiştiriyor. Sadece belirli bir dal değil tabii konu, istikrarla yapılan her spor insanı değiştiriyor, dönüştürüyor. Dönüşmek, etrafın karanlık göründüğü o berbat ruh halinden çıkmak şart, zira şehir yaşamı, içinde bulunduğumuz yoz koşullar bizi çaresi olmayan bir umutsuzluğa sürüklüyor.
Sadece umutsuzluk da değil konu, insan baktığı şeye dönüşüyor bir zaman sonra.
Bizi içinde boğan şehirden, her gün okuduğumuz berbat olaylardan, yoz insanlarla karşılaşmaktan, onların icraatlarını veya utanç verici eylemlerini/sözlerini okumaktan biz de durduğumuz yerde çürüyoruz.
Halbuki gömüldüğümüz yerden çıktığımızda, bir başka dünya da var.
Fakat mesele “İstanbul’da bu turnuvayı düzenlemekle” veya Federer’i getirmekle bitiyor mu? Hayır.
Koza World of Sports Arena’nın inşaatı henüz tamamlanmış. Etraf şantiye vaziyetinde.
Gitmek-gelmek büyük dert. Toplu taşıma imkanı yok.
Ya aracınızla gideceksiniz ya da metrobüsle Avcılar’a ulaşacak, sonra ya minibüse ya da taksiye bineceksiniz. Gece vakti dönüş, kabus.
Ana kortun izleyici kapasitesi 8 bin.
Eğer söz konusu büyük bir organizasyonsa, sadece turnuvaları değil, çevre düzenlemesini, insan trafiğini, izleyicilerin alana nasıl varacaklarını, toplu taşıma imkanlarını, otomobiliyle gelecek olanların nasıl bir yol izleyeceğini, vardıklarında ne yapacaklarını da düzenlemek gerekli.
Ancak tüm bunları yapınca işin adı “organizasyon” oluyor.