Paylaş
Tam olarak ne hissettiğimi hatırlıyorum: Sevinçten aklımı yitirecek gibiydim. Bilgisayarın başından asla kalkmıyor, geceleri uyumuyordum. Dünyanın ucundaki arkadaşlarımla anında iletişim kurabilmek, dünyanın bilgisine bir tıkla ulaşabilmek... Delilik gibi geliyordu.
Herhalde bir süre buna “inanabilmek” için uğraştım. Gerçek gibi gelmiyordu zira. Hani insanoğlu alışık olmadığı büyüklükteki kavramları tahayyül etmekte zorlanır ya... Ne bileyim, evrenin büyüklüğü mesela. Veya bir roketin hızı...
Meydan Larousse’tan ödev yazan, mektup arkadaşlarımız nedeniyle postacı yolu gözleyen çocuklar olarak, internet vakıf olduğumuz bir kavram değildi, internetli bir dünyaya doğmadık. “Anlamak” galiba bu yüzden vakit aldı. “Nasıl bu kadar hızlı olabilir? Nasıl anında iletişim kurmayı sağlayabilir? Bu kadar bilgi nerede saklanıyor?” Tabii şimdi düşününce komik geliyor...
Sabahları uyanıp derhal bilgisayar başına geçiyordum. Okula gitmek zorunda olmasam, oturduğum yerden kalkmıyordum.
Herhalde internetle tanışan herkes aşağı yukarı benimkine benzer deneyimlere sahiptir.
Analog hayattan sonra internetin yönettiği hayata ilk geçtiğimiz zamanlar bunlar... O zamanlar hayatımızı bu kadar kontrol edeceğini, hatta hayatımızı değiştireceğini ve hatta toplumları dönüştüreceğini tahmin edemezdik.
Aradan tam 16 yıl geçmiş. Ne kadar az esasında... Fakat bana 100 yıl gibi geliyor.
* * *
Bugün teknoloji yardımıyla yapılan işler geçmişte nasıl hallediliyordu, insanlar nasıl yaşıyordu, kendimi bu işleri yapanların yerine koymaya çalışırım hep... Dünyamızı, büyük değişimleri anlamak, biz bir yana, bizden önceki nesillerin bugünkü teknolojiyle imtihanını algılayabilmek için...
Tabii mümkün değil bu. Bırakın bir işi “analog” yapmaya çalışmak, internetten kopuk bir vaziyette bir köşeye çekilip kitap okumak veya film izlemek, bir fotoğrafı çekip bunu başkalarıyla paylaşmadan kendimize saklamak zor... Bir cümle kurup, bunu birileriyle paylaşmadan durmak da...
İyi, güzel, kötü, acı ne yaşıyorsak, ne hissediyorsak, artık bunu paylaşmadan durmak çok ama çok zor...
Ne yaparsak yapalım, bir göz telefonda, bilgisayarda. Acaba biz internetten uzakken neler oldu... Neler kaçırdık... Aklımızda hep bu var. Durmak bilmeyen bir meşguliyet bu. Bağımlılık. Telefonu elimize aldığımız an rahatlıyoruz ancak.
Aristotle, insanın sosyal bir canlı olduğunu söyler. Sosyal medyaya, internete olan bağımlılığımız da bundan işte. Birbirimizi bağlayan sosyal ağların insan doğasının en büyük ihtiyacını karşılaması... Herhalde insan doğasını bu kadar tatmin eden bir dönem yaşanmamıştır tarihte.
Fakat bunun dozu ne? Sürekli ekranlara bağımlı yaşayan, ekrana bakmadığı zamanda doğadan kopuk, kirli ve çirkin beton şehirlere bakarak hayatını sürdüren insanlara dönüştük. Bu, insanlığımızdan, ruh sağlığımızdan parçalar koparıyor. Bir yandan sosyal yanımızı tatmin ederken, öte yandan bir kitaptan, bir fotoğraftan, bir andan, bir sözden, bir histen alınan gerçek zevki unuttuk.
Öyle ya, paylaşmazsak o zevk tamamlanmıyor. Paylaşmazsak, o zevkin bir anlamı kalmıyor. “Belgesi” olmalı zevkin hep, yoksa kimse için bir manası olmuyor.
Sosyal ağlarda aktif olmamak, “ölüm” gibi bir şey artık. Aktifsen varsın. Kendini hatırlattıkça, paylaştıkça yaşıyor sayılıyorsun. Bu durum, insanın sosyal yanını tatmin etmekten ötede bir yerde artık. Kendini gerçekleştirme yeri.
“Analog hayat” mümkün mü ve böyle yaşamayı tercih etmek doğru mu, artık bilmiyorum ancak insan olarak sosyal varlıklar olduğumuz kadar, kendi kendimize kalmaya da ihtiyacımız var.
Durum böyle olmasına rağmen, “kopuk” iken, sürekli akıllarda şu cümlelerle özetlenebilecek düşünceler geziniyor: “Acaba ne kaçırdım?”, “Aktif değilim, öyleyse yokum”, “Bu manzarayı/düşünceyi/sözü paylaşmam lazım, aksi takdirde bir anlamı yok...”
Halbuki bu duygulardan bağımsız olarak, işimize veya önümüzde duran manzaraya, fotoğrafa, kitaba konsantre olmaya da ihtiyacımız var.
Bu çağda insanın sadece “sosyal bir varlık olabilme hali”ni doyuruyoruz.
Geri kalan yanımız adeta bir sebze gibi yaşıyor.
Paylaş