Paylaş
Mutluluğu sadece hayatın ufak detaylarında arayabilecek hale geldiğimiz için olsa gerek.
Baharla birlikte değişen ışık, parlak güneş, şehirleri aydınlatınca, güzel olanı daha güzel, çirkin olanı daha çirkin göstermeye başlayınca hep aklıma aynı soru düşüyor: Şehirlerimiz neden zevk yoksunudur?
Neden çevremiz bu denli çirkindir? Neden her şey üst üste alt alta plansızdır, neden şehirlerimiz insanın gözlerini kanatacak kadar şekilsizdir, altyapısızdır?
Basitçe bir şehre, bilhassa İstanbul’a şöyle bir tepeden bakınca, karanlık hisler düşer akla. Neden bu denli estetikten nasibini almamıştır dünyamız? Neden?
Kökeninde “Bir lokma bir hırka” anlayışı barındıran bir kültür, “Bin lokma, bin hırka”ya dönüşüyor bugün.
“Fazlasını ver”, “Fazlasını elinde tut, kimselere gösterme, boğulana kadar ye, ye, ye” durumunda artık.
Azla yetinme, fakat özünde azla yetinmeyi istememe, imkan bulduğunda insanoğlunun dehşetle katlanan açgözlülüğüne, doymazlığına, oburluğuna dönüşüyor. Tarih boyunca da bu durum tekrarlanmış.
Geçmişi düşünelim. Yılları değil, on yılları, yüz yılları...
Maneviyat, tarih boyunca manipülasyon açısından pek kullanışlı bir kavram olmuş bizim de dahil olduğumuz doğu toplumları üzerinde.
Bu dünyayı değil, öteki dünyayı düşünerek yaşama düşüncesi, temelinde iyilik barındırsa da, bu bile sömürülmüş.
Yaşam sevinci, yaşam arzusu, heyecan, şevk gibi duyguları bastırmaya dönüşmüş. Dönüştürülmüş.
Az düşünen, biat eden insan daha kullanışlıdır ya... Hani düşünmeyen, sorgulamayan insanların yaşadığı toplumları kolayca şekillendirebilirsiniz ya...
Tarih boyunca toplumları sömürmüş olanlar, kendi amaçlarını gerçekleştirmek konusunda hırslılar.
Baştakilerin kişisel hırsı konu olduğunda, toplumları oluşturan bireylerin yaşamı tehlikeye girer.
Sömürgeciler, iyi yaşam için ne lazımsa, hepsini bastırmanı söylerler, bunu da “manevi değerlere” yüklerler.
Yüce kavramları buna alet etmekten çekinmezler.
Yaşam sevincini bastırırsın haliyle. Güzelliğe olan heyecanını bastırırsın.
Dünyanın güzelliğini, insan aklıyla bu güzelliğin nasıl daha da muhteşem bir hale getirilebileceğini, hayat çizgisi boyunca insanın ruhunu nasıl da güzellikle doldurabileceğini...
Tüm bu ihtimalleri bastırırsın.
İmkanları görmezden gelmen sağlanır. Ve hâlâ iyi bir hayat yaşadığını sanırsın...
İnsan denilen muhteşem varlığın az kapasiteyle düşünebilmesi, yaşayabilmesi, elindeki muhteşem olanakları görmezden gelmesi çok işine yaramış kişisel hırslarını toplumlar üzerinde uygulayanların...
Düşünen, okuyan, öğrenen, gelişen insanın estetik yanı gelişir...
“Öbür dünya” meseleleri de manipülasyona kurban gidince, mesele “Yaşadığın hayatı iyilik ve güzellikle geçirmek” olmayınca, estetiğin gelişmesi mümkün mü? Bu hayatta bu işlerin “lüzumsuz” olduğu söylenmiştir bir defa...
Kendi yaşadığımız yeri bile güzelleştirme becerisinden yoksun hale gelmişiz sonra...
Vaziyet böyle ama insan doğası başka... Simetriye, renklere, şekillere tepki veriyor. Muhteşem bir bahar manzarası karşısında yüreği kabarıyor.
Haliyle, doğası gereği çevresini güzelleştirmeye uğraşıyor. Fakat en başta estetik gelişmiş değil...
Ne oluyor sonra? Gelişmemiş estetik anlayışından çıkan, yapan kişinin güzel olduğunu düşündüğü tuhaf işler çıkıyor ortaya. Değerleri yerle yeksan edecek derecede utanç verici olmakla aşırı çirkinlik arasında gezinen ürünlere “kitsch” diyoruz ya... Onlar işte. (En yakın örnekler, Ankara robotu ve pasta meselesi.)
Velhasıl kelam, güzellik kavramı elmanın kabuğu sadece. Bu kavramın içinde yüce değerler, düşünceler, fikirler, iyilik arayışı, güzel ahlak var.
İşte bu yüzden “çirkin şehirler” çok şey anlatıyor bize. Mahallelerde gezinirken, bir şehre tepeden bakarken ondan bu kadar acı çekiyoruz.
Bizi anlatıyor bu şehirler. Geçmişimizi, tarihimizi anlatıyor.
İnsanların aklındaki, kalbindeki güzel değerleri, inançlarını sömürenlerin uzun zaman boyunca, büyük ölçekte sebep olduklarını gösteriyor.
Paylaş