Şatafat içinde yaşayan devlet erkanına sormak lazım, hadi oruç, fakirin halinden anlamanıza yardımcı olamıyor, başınızın önünde duran iki adet göz de mi işe yaramıyor?
Dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 1334 TL, yoksulluk sınırının ise 4344 TL olduğu bir ülkede, yurdundan edilen Suriyelilerle birlikte milyonlarca insanın yoksulluk sınırı altında yaşadığı bir ülkede, bu ne şatafat kuzum? Sakin sakin, gösterişten uzak yaşamıyor musunuz siz?
Prestij değil bu, gösteriş. Prestij değil bu, ülkenin gerçeklerinden kopmuş olma hali. Varlık içinde yüzmeyi “fakat efendim, prestijdir, ülkenin hayrınadır” diye haklı çıkarmaya çalışmak, halkı aptal yerine koymaktır.
Lüks araçlarınızın içinde saraylara giderek, lüks denizi içinde yüzerek bize tam olarak ne mesaj vermek istiyorsunuz?
O nasıl bir iftar masası, helikopter pisti mübarek, o nasıl bir lüks tutkusu, o ne zenginlik şovu, o ne gösteriş budalalığı öyle? Hadi kendi ülkenizin vatandaşının bir değeri yok, onu anladık.
Peki dalga dalga göç etmek zorunda bırakılan, geldiği yerde dilenmek mecburiyetinde kalan, sokaklarda yatan Suriyeliler size bakarken boğazınızdan nasıl geçiyor o lokmalar?
* 1 Mayıs’ta bir kanun çıkarıldı. Mayıstan itibaren izinsiz reklam SMS’i ve aramalarını kesilmesini sağlayacaktı. Fakat ne oldu? Gelen arama ve SMS sayısında bir değişiklik olmadı. Kredi kartı taksitlendiren modern tefecileri bu kanun etkilemedi mesela.
Bu kişi doktor değildir. Dahası, sizi tanımamakta, daha önce geçirdiğiniz hastalıklar neler bilmemektedir, fakat “kendinde işe yaradı diye” kullandığı ilacı büyük bir güvenle tavsiye etmektedir.
Belki tavsiye ettiği ilacın içinde sizi hasta edecek veya hayati tehlike oluşturacak bir madde vardır ama hayır.
Sırf onu iyi etti diye sizin de iyi olacağınıza kanaat getirmiştir bir defa, fikrini değiştirmek pek mümkün değildir.
“İlaç tavsiyecileri” elbette tavsiyelerini sizin ölmenizi istedikleri için vermezler. Bilakis iyi niyetlidirler, sadece size yardım etmek istemektedirler.
¡¡¡
Tam BİR MİLYON YÜZ DOKSAN DOKUZ BİN ON adet.
Bunların 3 bini ölümle sonuçlanan kazalar.
Tüm bu koca koca sayıları oluşturan en büyük sebep, sürücü hatası.
Kazaların yüzde 90’ını sürücülerin dikkatsizliği ve hataları meydana getiriyor.
“Sürücü hatası” dediğimiz mesele, ne yazık ki kangrene dönüşmüş bir konu.
Bilerek yapılan hataları bir kenara koyalım.
Esas konuyu kangrene döndüren kısmı, sürücülerin çoğunun, neyin hata, neyin kanuna aykırı olduğunu, neyin tehlike arz eden bir duruma sebebiyet verdiğini bilmez durumda olmaları.
Bir ihtimal daha var: O tohumu kimse sulamadığı için olduğu yerde büyümeden duruyor. Orada olduğunu bile unutuyorsunuz, ancak bir kere bünyeye girdiği için çıkması mümkün değil...
Herhangi bir konudaki bilgiyi çocukken “yuttuğunuz” zaman, artık o sizinle sonsuza kadar var. Üstelik tohum ister su görmüş olsun, ister görmemiş olsun, ister büyüsün, ister büyümesin... Öğrendiklerinizle, gördüklerinizle ilgili bilinci ilerideki yıllarda içinizden kimse söküp atamıyor.
Bu “tohum”lar, çevremizi algılayışımızı da yönetiyor. Bizim için ne normaldir, ne değildir, hepsini kontrol ediyor.
İlerleyen yaşlarda anne-babanızın izlerini kendinizde görüp şaşırdığınız olmadı mı hiç? Onları nasıl kopyaladığınızı, hem iyi, hem kötü alışkanlıklarını nasıl bir sünger gibi içinize çektiğinizi ve çevrenize neredeyse birebir onlar gibi davrandığınızı... Kimilerini tuttuğunuzu, kimlerinden kurtulmaya çalıştığınızı...
Size iyi özellikler kazandıran bir aileden geliyorsanız, elbette şanslısınız.
Fakat bir de işin karanlık yüzüne bakalım.
Kadının ikinci sınıf olarak görüldüğü, şiddet eğilimli bir babanın aile reisi olduğu, bilgi toplumundan fersah fersah uzak kalmış bir aile nasıl bir çocuk yetiştirir dersiniz?Veya en temel haliyle, kadının erkekten sonra geldiği bir kültürün çocukları, birer yetişkine dönüştüklerinde nasıl kararlar alırlar?
Muhtemelen aklınıza ilk olarak saf kötüler ve vicdansızlar gelir.
Ardından yalancılar, hak yiyenler, düzenbaz ve sahtekarları sıralarsınız.
Karşısındaki insana vereceği zararın daha dünden belli olduğu kişiler bunlar. Yapabileceklerini anlamak için iyi bir gözlemci olmaya gerek yok.
Böylelerinden uzak durmanız gerektiğini düşünürsünüz, bir biçimde toplumda yükselmiş, önemli yere gelmişse, tehlike saçacağını bilirsiniz.
Yakınlarınızı, çevrenizdekileri, ulaşabildiğiniz insanları uyarmak istersiniz.
Saf kötüler, çıkarcılar, hırslarını gayet güzel maskeledikleri, etraflarına başka göründükleri için genellikle toplum tarafından kabul görürler. Kimi zaman gerçek niyetlerini fark etmek zorlaşır.
Kariyerlerinde zirveye tırmandıklarında, arzuladıkları gücü bulduklarında bir ihtimal yumuşarlar.
Öncelikle meydandaki devasa düzlük, yani “Büyük Taksim betonu” yoktu. Meydandan İstiklal’e yürüdüğünüz zaman, ileriye baktığınızda, sadece birbirine bakan binalar ve o beton meydanın beton kolu haline dönüşmüş bir cadde görmezdiniz.
Caddenin iki yanında sıralanmış binaların karşılıklı muhabbetini yumuşatan ağaçlar çarpardı gözünüze.Meydandan İstiklal’e bakar, bir şehrin, çok önemli bir meydanında, çok güzel bir caddenin başında olduğunuzu düşünürdünüz.
Caddeyi baştan sona yürümek, her zaman ayrı bir heyecan, ayrı bir keyifti. İstanbul’un dört bir yanından insan çeken bir mıknatıstı Taksim. Renkliydi, rengarenkti bu yüzden.
Meydanda durup İstiklal’e baktığınızda, ağaçların arasından nazlana nazlana gelen tramvay yüzünüzü güldürürdü. Neşeli bir yerdi Taksim ve İstiklal Caddesi. İnsanın içini açardı, temiz hava solumak gibiydi. “Güneşli bir haziran gününde caddede dolaşırken, ne güzel bir yer burası böyle yahu?” derdiniz.
Tabii bana gelseniz, “Melike’cim, anlat, 2004’te nasıl bir yerdi” diye sorsanız, size büyük bir ihtimalle bunları söylemezdim.
Zira Taksim ve İstiklal Caddesi civarı, kadınlar için hep tekinsiz sayılan yerlerdendi. Gece tek başınıza veya kız arkadaşlarınızla geç saatte yürümeye kalktığınızda, endişelenirdiniz. Yılbaşı kutlamalarının, “medeniyet fışkıran” taciz anlarını hatırlarsınız.
“İstiklal’e kravatsız çıkılmayan” mazideki zamanlar dışında kadınlar için pek “dost” bir yer hiç olmadı Taksim.
Dünya üzerinde yaşayacağımız zaman dilimi belli, hayatın ilk yarısında insan pek anlamıyor ancak sonrasında daha çok zamansızlıktan şikayet eder hale geliyorsun.
Okuyacak o kadar kitap, izleyecek o kadar film, öğrenilecek bir dünya bilgi... Hangi birini, ne zaman yapacaksın? Kısacık hayatına nasıl sığdıracaksın?
Zaman yönetimini beceremiyorsun, günler, haftalar akıp gidiyor.
“Nasılsa hiçbir şeyi tam yapamayacağım” hissiyle aklına ne gelirse ertelemeye başlıyorsun.
Oysa aklımıza ne geliyorsa ufak ufak gerçekleştirsek, gün olacak hayatımızı değiştirecek...
Tüm bunları düşünürken bir değişmez var: Daha az insanla iletişim.
İnsana en çok “vakit kaybediyorum” duygusu yaşatan anlar, bencil sohbetler esnasında gerçekleşiyor.
Nefes alıyoruz.
Kitaplardan konuşuyoruz. Sinemadan konuşuyoruz. Tiyatrodan konuşuyoruz.
Güzel şeylerden konuşuyoruz. İnsanı insan yapan, bir süredir unuttuğumuz konuları yeniden, gönül rahatlığıyla düşünüyoruz.
Atatürk Kültür Merkezi’nin açılma ihtimalini, orada izleyeceğimiz temsilleri düşünüyoruz.
Tarafsızlığın, sağduyunun geri geleceği televizyon kanallarını, gazeteleri düşünüyoruz.Nefes alıyoruz.
Elimizdeki işe, okuduğumuz kitaba, izlediğimiz filme, o lanet ruhi çöküntü olmadan odaklanabiliyoruz.
150 yıllık bir ağacın altında, bir bankta oturuyor, o yorgunluk, o ümitsizlik, o iç sıkıntısı olmadan denize bakıyor, temiz havayı içimize çekiyoruz.