Paylaş
Bugün pek az rastladığımız bir lisanın, kültürün insanları onlar. Birbirimize daha az hoyrat davrandığımız, kişiler arası ilişkilerin daha başka temellere dayandığı zamanların insanları.
Çocukluk anılarımızın parçaları. Kendinize, küçüklüğünüze, eski zamanlara dair hatırladığınız fotoğraf karelerinin başrol oyuncuları.
Yetişkin bir insan olarak, duygusal dünyanızı çocukluğunuzdan beri büyüyen bir ağaç gibi düşünün. Büyüdükçe gövdeniz kalınlaşıyor, dallarınız meydana geliyor.
Gövdeniz, dallarınız ve yapraklarınızla bir bütünsünüz. Dünyaya karşı merakınız arttıkça, eğitimle, bilgiyle, empatiyle, iletişimle, sinemayla, sanatla, kitaplarla, güzel duygularla yapraklarınız coşuyor. Yeni dallarınız çıkıyor. Etrafınıza ve kendinize yaşam sağlıyorsunuz.
Doğanın, dünyanın, içinde yaşadığınız toplumun bir parçası haline geliyorsunuz.
Sonra bir haber geliyor, ilk oluşmuş dallarınızdan birini “çıt” diye kırıveriyor. Yıllardır kendinizden bildiğiniz, hayatınızın, dünyanızın parçası olan birini kaybediyorsunuz.
Dahası, kaybettiğiniz kişi sadece sizin duygu dünyanızın ayrılmaz bir parçası değil. Size kaybettiğiniz değerleri anımsatıyor.
İnsanların birbirlerine acımasız davranmadığı, benzer düşünmeyenlerin bile belirli bir saygı, hoşgörü çerçevesini aşmadığı, karşılıklı anlayış çerçevesinde insanların birbiriyle iletişim kurduğu zamanları. Toplumsal yaşam dediğimiz hadisenin birbirinin kafasına basmak olmadığı zamanları...
Belki bugünkü hoyratlar eskiden de vardı. (İletişim biçimimiz değiştiği için artık daha fazla gözümüze batıyor.) Belki güllük gülistanlık hiç olmadı yaşadığımız ülkemiz ancak şurası kesin: Bazı değerlerimizi hiç yerine gelmeyecekmişçesine kaybettik.
O değerlere sahip olan insanlar da birer birer bizleri terk ettiğinde.... İşte o zaman özlediğimiz duygular geçmişte kalıyor, bir de üstelik o geçmişin üzerine kapıyı çekip kilitliyorlar sanki.
Biz de bugünün pespayeliğinden geriye doğru bakıyor, güzel olan hisleri geçmişte, bir kilitli kapının ardında bıraktığımız için acı çekiyoruz. Basit bir nostalji duygusu değil bu. Eskiden olan, fakat bugün kırıntılarına rastladığımız bir kültürün insanı Zeki Alasya. Başka bir iletişim dilinin, başka bir toplumsal kültürün, başka bir Türkiye’nin insanı.
Allah rahmet eylesin.
Geçmiş olsun Sıla!
“Duygusal dünyamızı bir ağaca benzetelim” dedim ya bir önceki kısımda. Dün Sıla’nın reklama gelen yorumlardan ötürü hastanelik olduğunu öğrendiğimde yine bu benzetmeyi düşündüm.
Topluma yönelik iş yapan insanlar, belirli bir popülerlik eşiğini geçtiklerinde, hele ki bilinen kimliklerini kullanarak göze batan bir iş yaptıklarında konuşulurlar haliyle.
Yaptığı işleri kimi beğenir, kimi beğenmez, bu normal. Kimi sever, kimi sevmez, bu daha normal. Kimi dinler, kimi dinlemez, kimi uzaktan bakar, kimi hayranlık duyar. Sanatçı kimlikleriyle yaptıkları diğer işleri kimi onaylar, kimi onaylamaz.
Bakın size tüm ihtimalleri sıraladım. Bunların hepsi, normal.
Normal olmayan, bu ihtimaller karşısındaki tavrımız.
Bir insanı yaptığı bir işten ötürü eleştirirken yaralayıcı olmak zorunda değiliz. Hakaret etmek zorunda değiliz. Duygusal dünyasını başına yıkacak sözler etmek zorunda değiliz.
Dünyanın her yerinde büyük isimler önemli markaların reklam kampanyalarında yer alıyor. Ha, reklamı beğenirsiniz, beğenmezsiniz o ayrı.
Kendi beğenilerimiz karşımızdakininkilerle çakışmadığında, ruhen onu çökertmek zorunda değiliz.
Kimi için Sıla, bu işle hayal kırıklığına uğratmış olabilir veya karizmasını sıfırlamış olabilir. Bence yerli yerinde duruyor o karizma. Sanki cinayet işledi veya bir anda hırsız, uğursuz birine döndü. Bileğinin hakkıyla parasını kazanıyor, daha fazlası değil.
Bu işler hep böyledir. Birisi bir işi beğenmez, zanneder ki herkes öyle düşünüyor. “Benim düşüncem bu yönde” demez.
Siz bir laf edip hayatınıza devam ediyorsunuz bir şey olmamış gibi, ancak karşınızdaki insanın yapraklarını koparıyorsunuz. Dallarını koparıyorsunuz. Yok yere yara açıyorsunuz.
Güzel insanları üzmeyelim. Bırakın işlerini yapsınlar.
Paylaş