Paylaş
Bu karışımın oluşturduğu delilik halinden kaçmak için daha çok öğrenmek istiyoruz. Daha çok okumak istiyoruz. Bu delilik halinin bize getirdiği tek kazanım herhalde bu. “Daha donanımlı insanlar olma arzusu.”
Hayatın biraz insani koşullarla ilerlediği, adalet denen kavramın tam ortasında koca bir yara olmadığı ülkelerde siyasetten başka meselelere kafa yormak mümkün. İnsanların özel hayatları, hobileri, dinlenme zamanları, tatilleri, “lay lay lom” yapacak durumları var.
Bir de bize bakın: Bir arkadaş grubu toplandınız, bir kutlama yapacaksınız diyelim. Bir araya gediğinizde, sohbet hızla siyasete dönüyor. Günlük hayatımızın, özel hayatımızın merkezinde adaletsizlik, kanunsuzluk, yalan-dolan ve talan varken, başka her şey önemsiz geliyor haliyle.
İnsanı delirtecek kadar büyük yalanların söylenmesine şahit olan milyonların içinde yükselen isyan duygusu, başka bir şey düşünmeye olanak tanımıyor.
Günlük hayatın her an terörize edilebileceğini, sebze meyve almaya çarşıya inmiş anne babanızın bir anda gaza boğulabileceğini biliyorsunuz mesela. Fikirlerinizi hür olarak söylediğinizde çıkarlarını korumak için milli ve dini duyguları sömürenler tarafından mimleneceğinizi biliyorsunuz.
Galiba en çok bir yalan uydurup karşısındakini o yalanla itham edenler yoruyor. Hiçbir kişiye, partiye, gruba yakın durmasan bile adam seni “bilmem kimin uşağı” olmakla suçlayabiliyor.
Veya konuyu saptırıyor, “sandığınıza sahip çıkın” diyorsunuz, “vatan haini” diyor adam.
Şeffaf bir seçimin demokrasinin gerekliliklerinden biri olduğunu anlatamıyorsun.
Zaten belirli insanların gücünü, devlet-millet kavramlarıyla, milli duygularla birleştirmiş bir defa, bunların AYRI konular olduğunu anlatamıyorsun. İnsanların geçici, makamların ve devletlerin kalıcı olduğunu anlatamıyorsun.
Bir yanda yalancılar, şark kurnazları, sömürgeciler varken, bir “zor” grup daha var: Eski bildiklerine/öğrendiklerine yapışmış olanlar.
Hepinizin yaşadığına eminim, “Facebook hayal kırıklığı” diye bir şey var artık. Mazinizde tatlı anıları olan insanların eskiden öğrendiklerine, öğretilenlere nasıl da yapıştığını, nasıl hakaret edebildiklerini görüyorsunuz.
“Eski bildiklerine yapışanlara” şunu söylemek istiyorum: Gezi zamanı yaşanan sansürü hatırlayın. Demek ki devlet, arzu ederse filtresini şahane çalıştırabiliyor.
Gezi’nin terörle uzaktan yakından alakası olmamasına rağmen, Gezi olaylarına herhangi bir biçimde dahil olanlar büyük bir rahatlıkla “terörist” damgası yiyebildi.
Bunu bizzat gördünüz, yaşadınız, yaşayanların durumuna şahit oldunuz.
Daha da geri gidebilirsiniz ama çok uzağa gitmeyelim.
Hâl böyleyken 80’lerde, 90’larda size haber olarak sunulanlardan nasıl bu kadar eminsiniz?
Bugünün size “filtre” ile aktarıldığını birebir görürken, neden geçmişte okuduğunuz, izlediğiniz haberlerin filtresiz olduğuna inanıyorsunuz? Neden o zamanlar aklınıza kazınanların şimdi sizi yönetmesine izin veriyorsunuz?
Şurası bir gerçek: Hiçbir partinin “gizli ajandasını” bilmiyoruz.
Kapalı kapılar ardında ne konuşuyorlar, bize anlattıklarının ardında ne hesaplar var, bunu bilmiyoruz, bilmeyeceğiz.
Bu sebeple hiçbir partiye gönül rahatlığıyla oy basamayacağım.
Hepimiz için vaziyet en akılcı konuşanı, en insan dostunu, en çok vatandaşı düşüneni konuşanı dinlemekten, bize sunulanı değerlendirmekten ibaret.
Güç, büyüdükçe kontrolü zorlaşan bir kavram.
Konu devlet yönetimi olduğunda, her türlü inançtan, etnik kökenden insanların bir arada yaşadığı bir ülkede herkesin söz hakkı olmalı.
Olmalı ki o “güç” denen kavram dengelensin.
Biri hızlı gitti mi diğeri frene bassın, birisi yavaşladı mı onu ittirecek başka akıllar olsun.
Her şeyi geçtim, biraz vicdan olsun, biraz insanlık olsun, biraz eşitlik olsun. Biraz makul düşünebilme becerisi olsun, biraz “kalp tartısı” olsun.
Bu, ancak herkesin sözünün geçtiği bir mecliste mümkün.
Oy verirken bunları düşünmekte fayda var.
Paylaş