“Başkalarının başarısız olmasına ihtiyaç duymamızın ve attıkları yanlış adımlar hakkında dedikodu yapmaktan zevk almamızın nedeni aslında son derece hazindir.
Çünkü yeterince ilgi görmediğimiz için biz de öfkeden kudururuz ve dolayısıyla bizi bu hakkımızdan mahrum eder gibi görünen kişileri cezalandırarak teselli bulmaya çalışırız.
Hayal kırıklığıyla son bulmuş emellerimiz, bizi başkalarının da başarısızlığa uğramasına ihtiyaç duyan başarısız insanlara dönüştürür.”10 yıl öncesinin başarılı oyuncusu Arda Kural, bugün sokakta yaşadığına dair haberlerle gündemde. Tahmin edileceği üzere Kural’ın lekeli tişörtlü, derbeder hali pek ilgi çekiyor.
Yardım teklifinde bulunan Büyükçekmece Belediyesi kadar, düşenin, düşmesinden zevk alanlar da mevcut. Yorumlar, kalp kırıyor.
İnsanın içindeki tartı mekanizması, o ilkel terazi, bazen öyle adaletsiz sözler fısıldıyor ki, yanılabileceğini asla düşünmüyorsun.
“Adalet budur” diyorsun hatta.
Şöhretin, diğer insanlar üzerinde Alain de Botton’un ifade ettiği gibi bir etkisi var.İyi zamanlarında “ünlü kişi”nin gördüğü ilgi öyle çok, öyle aşırı, öyle “başkalarının hakkını yer gibi” ki, düştüğü zaman kimilerinden alacağı tepki de öncekinin şiddetinde, ama tam tersi olmalı sanki.
Hızla çocuk yapılıyor, çiftler gazetelere güzel haberlerle konu oluyor.
Üzerinden çok zaman geçmeden akla hayale gelmeyecek sırlar dökülüyor ortaya. Daha yeni doğmuş bebeği olan kadın, kocasına dava açıp uzaklaştırma kararı aldırıyor.
Bir başkasının boşanma dilekçesi ortaya çıkıyor. Dilekçede yer alanlar, insanı hayattan soğutacak nitelikte.
Öbürü de meğer “dayılanma” hastalığına yakalanmış kocanın pençesinde imiş hanidir. Vaziyet polislik, adliyelik.
Hayatlarında zor dönemler yaşayan insanlar, gazetecilerin telefonunu açmazlar.
Bırakın gazetecileri, yakın arkadaşları, aileleri, dostları ile bile konuşmazlar.
Siz çekirdek ailenizde bir problem olduğunda hoparlörle bunu ilan ediyor musunuz?
Sadece temel bir motivasyon var, o da “ölmemek.” “İnsan, sosyal bir varlıktır” denilir ya, insanın sosyal varlık olması hali, birbirini destekleyen, daha iyi bir yaşama kavuşmak için bir arada yaşayan topluluklar için söylenmiş bir söz olsa gerek.
Sürekli birbirini yiyen kalabalıklar; az okuduğu, az öğrendiği, az bildiği için kolayca dolduruşa gelen, birbirine karşı kışkırtılan insanların arasında yaşarken “İnsan, kendi başına kaldığında biraz daha makul bir varlık olabilir” demek daha doğru herhalde.
Rekabetin gelişmeyi artırdığını söylerler fakat bu ancak düşünce gelişimini tamamlamış, cehalet yükünü üzerinden atmış toplumlar için geçerli. Az gelişmiş toplumlarda rekabet, “daha iyi iş” değil, daha ziyade “uyanıklık yaparak bir adım öne geçme” anlamı taşıyor.Meslekler çeşit çeşit, uyanıklık dediğimiz de öyle. Uyanıklık yaparak, malını şişirerek satan insanın “beyaz yaka” versiyonları, yalan söyleyerek, başkasının kuyusunu kazarak kariyer merdivenlerini tırmanma çabası içinde olanlar. Olmayacak yalanlarla rakip gördüğü insanları ekarte edenler.
Siyaset sahnesinde eşdeğeri ise, kendi çıkarı için yalan söyleyerek milleti galeyana getirenler. Kendi yükselişi için milyonlarca insanın hakkını, hukukunu ezenler, ezdirenler. Güç saplantısı yüzünden koca ülkenin devlet işlerini çözümsüz hale getirenler, kendi istediği olana kadar herkesi oyalayanlar.
Düşünce gelişimini tamamlamamış, okumayan, öğrenmeyen, bilimi inançla takas etmiş, şark kurnazlarının manipülasyonuyla, rüzgarda sallanan saz gibi davranan toplumlarda öncelik sırası da karışıyor.
Zira memleketin her yerinde, farklı seviyelerde, çok temel yaşamsal ihtiyaçlar karşılanamaz iken, şatafat, lüks peşinde koşturmanın başka bir açıklaması yok.
Tüm bunları düşündüğümüzde “insan, sosyal bir varlıktır” demeyi sürdürebilir miyiz?
Cevabı hızlı oluyor: “Durmadan dırdır ederim.”
2010’da yapılan bir röportaj sırasında söylüyor bunu. 75 yaşındayken.
Soru sorulduğunda hiç düşünmüyor “Acaba neyime sinir oluyorum” diye. Doğrudan cevap veriyor.
Allen’a bunu 25 yaşında sorsalar, ne cevap verirdi dersiniz?
Kendindeki eksikliğe dair bir cevap vermeyeceği kesin.
Eksiklikleri, yanlışları, karakterindeki olumsuz özellikleri; kendini durduran, yavaşlatan, kimi zaman sosyal ilişkileri, kimi zaman işi etkileyen hataları insan uzun zaman “Benim değil, başkalarının kabahati” olarak düşünüyor.
Bir meseleyi uzun süre kendi bakış açınızdan düşündüğünüz zaman, (bakış açınız makul olsun ya da olmasın), sizin gerçeğiniz o oluyor.
“Nasıl yani, sokakta, arkadaşlarla mı demek istiyorsun?” diye sorarlardı.
Bugün, “sosyal bir insan” olarak tarif edilebilmeniz için çevrenizi iki koldan “beslemeniz” gerekiyor. Birincisi, arkadaş çevrenizi, tanıdıkları görme, kalabalığa karışma sıklığınız. İkincisi ise (10 sene önce olsa anlamsız görünecek mesele), sosyal ağlarda görünür olmak.
Facebook’ta fotoğraf ve vaziyet bildirimi ile “Şu anda şunu yapıyorum ve böyle görünüyorum” mesajını vermediğinizde, Twitter ve Instagram’da kendinizi periyodik olarak göstermediğinizde bir bakıma “ölü” sayılıyorsunuz. Eğer yaşıyorsanız, çalışıyorsanız, tatildeyseniz, bunu göstereceksiniz ki, gündemde kalasınız. “O ne yapıyor acaba, kendini kapattı iyice” dedirtmemek için hep arada sosyal ağları besleyeceksiniz, kendinizi unutturmayacaksınız.
Yeni çağın kuralı böyle, katılırsınız, katılmazsınız, o ayrı. (Mesela, ben katılmayanlardanım. Sürekli görünür olma çabası içinde çırpınmak, yaşam enerjisini lüzumsuz yere harcamak gibi geliyor.)
Bugün geçerli olan “göstererek yaşa” sistemi, mahremiyetini korumak istemekle aynı yerde barınamıyor. Sosyal ağlarda bulunmamak, yaşadığını paylaşmamak da bir seçenek şüphesiz. Kimisi için seçenekten öte, bir ihtiyaç. Kendini “kapattıkça” mutlu oluyor, güzelliği, mutluluğu, sevinci veya üzüntüyü en yakınlarıyla paylaşmak (veya hiç paylaşmamak) onu rahatlatıyor, mutlu ediyor.
Bakın, şu da var: Hastanedeki yakınını yatağında fotoğraflayıp sosyal ağlarda paylaşanlar... Düzenli olarak selfie çekip “Günaydınnnn” notu eşliğinde takipçilere iletince kendini iyi hissedenler...
“Like” almak, belki “Buradayım ve birileri yaşadığımın farkında” deme, bir rahatlama, bir onaylanma yöntemi olabilir kimileri için. Bunlarda bir acayiplik yok. Gayet anlaşılabilir.
İstiklal Caddesi’nde yürümek suretiyle ülkemizin geleceğini tehlikeye sokan, büyük bir güvenlik açığı yaratan rengarenk insanlar TOMA suyu ile, plastik mermi ile bertaraf edildi.
Yetkilileri tebrik ediyorum.
Barışçıl insanları şiddet kullanarak bastırdınız, bu muazzam başarınızdan dolayı sizi alkışlıyorum.
Bu coğrafyada ancak erkeksen ve heteroseksüelsen ve “hassasiyetler yönünde” inanç ve hayat tarzın varsa rahatsın ve şanslısın.
Kadınsan, eşcinselsen, transsan, sana reva görülen muamele, pazar günkü gibi.
Gerçekleri olmamış gibi göstermek, yalan söylemek artık bir gelenek.
Birkaç senelik dönemde, yalan ve manipülasyon üzerine kurulan bir sistemin her fırsatta hırpaladığı insanlara dönüştük, kah fiziksel, kah psikolojik açıdan.
Kendi ve kendi gibilerinin “en iyi”, “ayrıcalıklı”, “başkalarına hoşgörü gösterecek pozisyonda” olduğunu düşünmek sadece belirli bir kesime mahsus değil.
Kendi gibi görünmeyene, kendi kökeninden olmayana burun kıvıranlar, kafamızı nereye çevirsek karşımıza çıkıyor. Bir kesim, kendi gibi olmayana “Allah affetsin” gözüyle bakıyor. Annesinin karnından çıktığı andan itibaren öğrendiği bu çünkü.
Karşısındaki eğer onun gibi değilse, onun gibi görünmüyorsa, onun inandığına inanmıyorsa, onun gibi yaşamıyorsa kötü olduğunu bellemiş. Değişmiyor, değişemiyor.
Kendi siyasi çıkarı için toplumsal kutuplaştırma stratejisine yapışanlar sayesinde değişeceği varsa bile değişemiyor.
Bir diğer kesim, kibirden ve ayrımcılıktan ölecek. Üstelik bunu “iyilik hali” altında sunuyor.
Meclis’in bugünkü renkli halini tarif ederken bile vekilleri “Şu Roman’dır, şu Kürt’tür, şu Ezidi’dir” diye işaret ederek parmak sallıyor. Herkesin bir arada bulunabilme ihtimalini ayrımcılık sosuna buluyor.
Konunun kilitlendiği yer şu: O ayrımcılık öyle bir işlemiş ki derisinin içine, ayrımcı olduğunun farkında bile değil. Ayrımcılığın, inandığı yüce değerlerden geldiğini sanıyor. İyilik haliyle özdeşleştiriyor.
Yolculuğunun başladığı andan itibaren hiç durmadan gördüklerini detaylı olarak not edip bunu “Constantinopoli” adını verdiği bir kitap olarak yayınlar... (Türkçe çevirisi Yapı Kredi Yayınları, “İstanbul”, 2010)
Bu muhteşem kitapta anlattığı insanların, semtlerin, evlerin çoğunu Cesare Biseo resmetmiş. Gravürler sayesinde 19. Yüzyıl İstanbul’u gözünüzde bir sinema filmi gibi canlanıyor.
İçinde bulunduğu geminin İtalya’dan İstanbul’a olan yolculuğunda, önce İstanbul’a giden yolcuları tarif eder de Amicis. Öyle canlı anlatır ki geminin içini, kendinizi onunla beraber 19. Yüzyıl İstanbul’u için yola çıkmış geminin bir yolcusu gibi hissedersiniz. Birazdan Prens Adaları ve ardında bir sis perdesi içinde hayal meyal seçilen İstanbul’u göreceksinizdir.
Yazar gemiden indiklerinde gördüklerini, çevresini ve insanlarını anlattığında, esasında İstanbul’un çok değiştiğini, fakat “sistem”inin hiç değişmediğini görüyoruz. 100 yıl öncesinin İstanbul’u yine çok güzel, yine kaotik, yine çirkinlikten ölüyor, yine güzellikten insanın aklını yitirmesine sebep oluyor... Bugün şehre dair ne hissediyorsak, aynısını hissetmiş ve yazmış de Amicis.
Daracık İstanbul sokaklarında gezerken bakın neler hissediyor:
“... her şeyde güvensizlik ve kıskançlık kokusu duyulur.(...) Sokaklarda beliren umulmadık şeyler, anlatılacak gibi değildir: Şaka ya da yanlışlık gibi gelir, gülmeye başlarsınız ve tramvayın arkasından şaşkın şaşkın bakakalırsınız. Tramvay gidince, gözünüzün önünden Avrupa’nın canlı görüntüsünün geçip gittiğini sanırsınız ve sahne dekoru değişmiş gibi kendinizi yine Asya’da bulursunuz.”
Sonra 1870’teki büyük yangınla ilgili ona anlatılanları aktarıyor en acı haliyle. Yine “hiçbir şey değişmemiş” dedirtiyor. Sözlerinde 1999 depremini, Soma faciasını görebilirsiniz: