Terör tehdidi altında sürekli tehlike ve riskle yaşamak, sürekli endişe duymak, sürekli kötü haber almak, sürekli ölümden bahsetmek...
İftira atanlarla uğraşmak, gerçek dışı meselelerle uğraşan ve önündekini görmekten aciz, önceliklerini fena halde şaşırmış politikacıları kahrolarak izlemek...
Tüm bunlar insanda büyük bir psikolojik yorgunluk yaratıyor.
Bu psikolojik yorgunluk, fiziksel olarak vücuda da sirayet ediyor.
“Yerinden kımıldayamayacak kadar yorgun” insanlara dönüşüyoruz.
Bundan kurtulmak şart.
Bir yerlerde umut arayacaksak eğer, biraz güçlü hissetmeden, psikolojimiz üzerindeki kara bulutları az da olsa dağıtmadan başaramayacağız. Sizden rica ediyorum, lütfen spor yapın.
O yüzden ne ilin adını, ne olayı, ne de ne olduğunu yazabiliyorum. Yalnız, hepimizi ilgilendiren olaylara yönelik tüm bu sansürlerle, yasaklamalarla, uygulamalarla ilgili söylemek istediğim bir iki söz var.
Cumartesi gününden beri “hayat dursun” diyoruz.
Bilmiyorum bunu kaç insan söyleyebiliyor ancak çoğunlukta olmadıkları kesin.
Neden çoğunluk olamıyorlar? Çünkü kısıtlanan ve manipüle edilen haber kaynaklarını okuyan/izleyen milyonlarca insan var. Kısıtlanmayan ve manipüle edil(e)meyen bağımsız medya ise olayın gerçek boyutlarını aktarmaktan, konuşmaktan, eleştirmekten men ediliyor.
Hakim gücün borazanlığını yapan tarafta bulunmayan medya organları, olayları olduğu gibi aktaramaz hale getiriliyor.
Bunun siyasiler açısından ne anlama geldiğini konuşmayacağım burada. Vatandaş için ne anlama geldiğini dile getirmek istiyorum.
Gerçekte ne olduğunu anlayamayan vatandaş, olayın vahametinin, içinde bulunduğumuz durumun, acının büyüklüğünü kavrayamıyor.
Her ölümden sonra ağzından köpükler saçan insanlar sayesinde ölümler “sayı” oldu.
Koskoca CAN ama değeri yok Türkiye’de.
Biri de aynı, yüzü de aynı. Sadece bir sayı.
İnsanın değerinin olmadığı bir ülkede ölüm, sadece sayı.
Dolayısıyla artık “saf kötülükle mücadele”dir içinde bulunduğumuz durumun adı.
Ölümler birileri için sayı olunca, hızla insanlıktan çıkıyoruz.
İnsanlıktan çıkılan o son dönemeçte kitleler halinde ölüme sevinenlerle karşılaşıyoruz.
2015 Nobel Kimya ödülünü alan Aziz Sancar’ın sözlerini dinlerken bir yandan tarifsiz bir gurur, öte yandan insanın içini ezen türden bir üzüntü hissettim.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan gençler başta olmak üzere herkese “Çok okuyun, bilimle ilgilenin” çağrısı yapıyor. “Mardin’den Kars’a, Edirne’ye kadar bütün çocuklarımıza bilim alanında eğitim öğretim vermemiz lazım” diyor.
Konuşmasındaki bir başka detay: Türk basınını araştırmalarını olumsuz etkilediği için takip etmediğini, haberleri okuduğunda doğru dürüst araştırma yapamayacak kadar moralinin bozulduğunu aktarıyor.
Yabancı basında bile Türkiye’yle ilgili bir haber görünce “mutlaka kötü haberdir” diyerek okumadan geçtiğini söylüyor.
İşte bunları okumak insanı kahrediyor.
Türkiye’de bugün, ne yazık ki “Bir biçimde para kazanıyorsak, gerisi mühim değil”in zirve yaptığı bir dönemde yaşıyoruz. Bilimden başka ne varsa hayatımızın ortasında.
Çıkar elde etmek için insanların canıyla, hayatıyla, işiyle, ailesiyle, sağlığıyla oynayan insanların at koşturduğu bir ülke burası.
Neredeyse bir sene önce dijital platformlarla ilgimi kestim.
Yani eve gelip, “biraz ses olsun” diye televizyonu açmak, ekranda gördüğüm bir diziye takılarak saatler harcamak, “zapping” yapmak; yani televizyon izlemeye dair tüm alışkanlıklar uzun süredir hayatımda yok.
İlk zamanlar “Acaba iptal ettirsem mi” diye çok düşündüm. Sebebi malum, televizyona, tarih öncesi insanların ateşe yaptığı muameleyi yapıyoruz. Evin odağında televizyon var, oturma düzeni ona göre yapılıyor, televizyonsuz bir ev hayatı yokmuş gibi davranıyoruz.
Halbuki bir kere vazgeçtikten sonra televizyonlu hayat nasıldı, onu hatırlamaz hale geliyorsunuz. Çoğu kanalın web üzerinden yayını var. İlla bir program izlemem gerekiyorsa bilgisayardan izliyor veya bilgisayarı televizyona bağlıyorum, işim bitince kapatıyorum.
Ben televizyonsuz mutluyum. Mecbur olduğum zaman web yayınları yardımıma koşuyor. Hayatımda daha çok alan, daha çok zaman, daha çok spor, daha çok kitap, daha çok film ve daha çok muhabbet var.
“Artık hiçbir dijital platforma üye olmayacağım” dememin sebebi, bir ton para alıp bana aynı eski programların yüz bininci defa tekrarlarını izlemek zorunda bırakmalarıydı. Aptal yerine konulup, bir de üzerine para vermek? Almayayım.
Albert Einstein’ın piposunu buzladılar, kahvenin yanında ikram edilen likör sahnesini sansürlediler...
Filmin gerisini anlatmayayım, sizi iki saat başka bir dünyaya götürüp getirecek, tatlı, eğlenceli bir romantik komedi olduğunu belirteyim ve esas söyleyeceğime geleyim...
Hollywood mamulü güzel romantik komediler, dünyanın her yerinde hasreti çekilen duyguları bulup çıkartarak köpürtmeyi iyi biliyor. Bu defa da tam 12’den vurmuş yönetmen Nancy Meyers, zira filmden “Neden etrafımızda Ben Whitaker gibi izanlı erkek ve kadınlar yok, nereye gittiler, neden kayboldular?” diye iç çekerek çıkıyorsunuz.
Sahi, nereye gittiler, neden sosyal kurallar yerle yeksan oldu, neden “eski toprak”ların bile hatırı sayılır kısmı değişti ve günümüzün hırtlığına teslim oldu, neden hızla “odunlaşıyor” dünya...
İşte tüm bunları sevimli bir romantik komediyle tekrar sormak mümkün oldu.
Robert De Niro, filmde herkesin etrafında olmasını istediği, sosyal protokol kurallarını iyi bilen, hatta iyi bilmenin ötesinde, ölçülü hali kendi doğasının bir parçası olduğu için o şekilde davranan, yaşı ilerlemiş ancak henüz hayattan ümidini kesmekten çok uzak bir adamı canlandırıyor.
Yani kısacası: Son yıllarda hem kadınlarda hem erkekler arasında aranan ama bulunamayan bir karaktere can veriyor De Niro.
Bizdeki muadili hem fiziksel görünüm, hem de hâl ve tavır açısından “Eski İstanbul beyefendisi” olsa gerek...
Sosyal medyada biraz vakit geçirdiğinizde, olan biteni sansürsüz ağızlardan dinlediğinizde ortaya sadece bir resim çıkıyor: Felaketin eşiğindeyiz ve kimse kendi hayatından ödün vermek istemiyor.
Bahsettiğim mesele konserlerin iptal olması, terör olayları yüzünden günlük hayatın devam edememe hali değil.
Bunlar, içinde bulunduğumuz durumun sonuçları.
Sonuçları konuşuyoruz ama konunun kendisini atlıyoruz. Geçtiğimiz yolu, o sonuca giden süreci sanki başkasının başına geliyor gibi davranarak görmezden geliyoruz.
Ne kadar büyük bir ahlaki çöküntü içinde, nasıl bir felaketin eşiğinde olduğumuzu ve buralara sürüklendiğimizi herhalde haber akışının bizzat içinde, hatta hedefinde olan gazeteciler fark ediyor.
Kendi hayatını sürdüren ve diğer mesleklerle ilgilenenler vaziyetin gerçek boyutlarının farkında değil.
Yaşadığımız zamanı anlamak biraz zor.
Mesela kadın diyor ki; “Ay bu mangalcılar illallah dedirtiyor, her yer çöp, her yer çöp.”
Haklı. Öyle değil mi? Mangalını yapıp, çekirdeğini yiyip, elinde ne kadar çöp varsa sokağa-parka sallayan bir kültürün biricik evlatlarıyız.
Fakat “ay bu mangalcılar” diye iğrenme ifadesi ile surat buruşturarak kirlilikten şikayet eden süper medeni dostumuz ne yapıyor?
Sinemaya gidiyor, nazik nazik yerine oturuyor, kahkahalarını patlatıyor, pek güzel vakit geçiriyor...
Sonra ne oluyor?
Film bittiğinde ne yediyse, ne içtiyse, tüm çöpü gerisinde bırakarak sinema salonunu terk ediyor.
Öyle bir durum ki, Hercule Poirot gibi hafiyelik yapacak olsanız, kalktığı sinema koltuğunu “olay yeri” diye çevreleyebilir, orada ne kadar oturdu, ne yedi içti, ne yaptı hikayesini oluşturabilirsiniz.