Paylaş
Mesela kadın diyor ki; “Ay bu mangalcılar illallah dedirtiyor, her yer çöp, her yer çöp.”
Haklı. Öyle değil mi? Mangalını yapıp, çekirdeğini yiyip, elinde ne kadar çöp varsa sokağa-parka sallayan bir kültürün biricik evlatlarıyız.
Fakat “ay bu mangalcılar” diye iğrenme ifadesi ile surat buruşturarak kirlilikten şikayet eden süper medeni dostumuz ne yapıyor?
Sinemaya gidiyor, nazik nazik yerine oturuyor, kahkahalarını patlatıyor, pek güzel vakit geçiriyor...
Sonra ne oluyor?
Film bittiğinde ne yediyse, ne içtiyse, tüm çöpü gerisinde bırakarak sinema salonunu terk ediyor.
Öyle bir durum ki, Hercule Poirot gibi hafiyelik yapacak olsanız, kalktığı sinema koltuğunu “olay yeri” diye çevreleyebilir, orada ne kadar oturdu, ne yedi içti, ne yaptı hikayesini oluşturabilirsiniz.
Hatta “olay yeri” diye çevrelemenize de gerek yok, zira filmi izlerken, mısırları ömründe son defa yiyor gibi ağzına tıkıştırdığı ve etrafa saçtığı için çevresine organik bir olay yeri kordonu çekmiştir.
Boş pet şişe yerde, kola tenekesi oturduğu yerde, mısır kutusu devrilmiş, geri kalanlar saçılmış... Toplasınlar değil mi efendim?
Peki, toplasınlar. Peki, arkadaşım, peki. Ama o zaman “Ay bu mangalcılar iğrenç, çok pisler” demeyeceksin.
Evet, onlar pis olabilir, yediklerinin içtiklerinin çöpünü toplamıyorlar ama kusura bakma, sen de pek farklı sayılmazsın. Hatta aynısısın. Sadece mekan farkı var, bir de sen kendini “Güngörmüş kesim”den sayıyorsun ve hatta daha fenasın yani.
Bir başkası “Ay bu trafik” diyor, çözümsüzlükten, herkesin birbirinin tepesinde olmasından, asla kurallara uyulmamasından bahsediyor.
Sonra aynı kişiyi sıra beklemekten sıkılıp emniyet şeridine giriverirken görüyorsunuz.
Veya araç kalabalığından bunalmış, hunharca slalom yapar, yolunu açarken...
Şikayet ettiğimiz zihniyetin bir ürününe, hatta bizzat üreticisine dönüşüyoruz yavaş yavaş. Halimiz böyleyken çevremizden farklı davranış beklemek niye?
Biz nasılsak, bize benzer insanlar oluyor hayatımızın diğer katmanlarında da. Devletin içinde de, başında da, arkadaş çevremizde de, işimizde de...
Başkalarından beklentimiz varsa, talep ettiğimiz beklentiyi önce kendimiz karşılamalıyız.
Herkesin yaptığını yapıyor ve başkalarının haklarına tecavüz etmekten vazgeçmiyorsak “Ay bu mangalcılaaar, çok fena çok” demeyelim. Evet, çok fenalar ama eğer farklı mekanlarda aynı davranışları gösteriyor ve kendinizi “Okumuş, medeni, modern, adeta bir kültür-sanat pınarı” sayıyorsanız siz bence daha fenasınız.
Ofis dışı hayata hazır değiliz
Bayram sonu okulların açılışı derken, müthiş bir pazartesi oldu. Tabii dillerde hep “Keşke evden de çalışılabilse”...
Doğru. Evden çalışılabilse keşke. Her gün trafikte geçirilen minimum 3 saat, ofise geldiğinizde hissettiğiniz yorgunluk, lak lak ile geçmek zorunda kalan en az 1 saat, Facebook’ta takılmasına rağmen “ama ofiste” olduğu için kendini tatminkar hissedenler...
Hiç iş yapılmamasına rağmen “ama ofiste” olduğu için yöneticilerin vaziyette sorun görmediği durumlar...
Bakın bunları toplayınca ömür gidiveriyor.
Fakat ev-ofis sistemi, ancak sorumluluk duygusu gelişmiş, şark kurnazlığıyla işlerin yürümediği, kurallara uyulan, herkesin birbirinin işine saygı duyduğu ve sınırlarını bildiği, sürekli çalışanlardan bedava iş beklenmeyen, insan haklarına saygılı, yapılan yanlışların vakur bir biçimde kabul edildiği, sorumluluktan kaçmayan insanların yaşadığı ülkelerde söz konusu olabilir, ki böyle özelliklere sahip olan toplumlar dahi henüz böyle bir sisteme geçmiş veya oturtmuş değiller.
Yukarıdaki ilk bölümde yazdığım meseleyi de düşünecek olursak...
Evden çalışmak çoğu kişi için imkansız.
O yüzden ofis hayatına devam...
Paylaş