Bilmiyorum siz ne düşünürsünüz fakat bizzat yaşamadığımız, içinde olmadığımız bir olayda kabahat/kabahatli aramak, başkalarının asla bilemeyeceğimiz özel hayat detayları üzerinde tepinmek bana korkunç geliyor.
Kapalı kapılar ardında yaşanan ve iç yüzünü çok bilmediğimiz olayları sanki yaşamış gibi yorumluyoruz.
Ateşi, dışarıdan görebildiğimiz kadarına açıyoruz.
Öncelikle, ortak alınmış bir evlilik kararı iki kişiyi bağlar.
Fakat ne zaman Ali Taran-Ayşe Özyılmazel meselesi açılsa, oklar kadın tarafına gidiyor.
Sebep? Hakikaten, kadın olduğu için mi? Niçin?
Belki söz konusu olan doğru veya yanlış kararları kim verse eleştirilebilirdi ancak seviye “linç” noktasına geldiğinde durup sormak gerekiyor: Neden aynı “linç” Ali Taran’a uygulanmıyor?
Erkek, kadınlığını kullanarak yol alanlarla sık sık karşılaşmışsa, çalışma hayatında bu tip kadınlarla karşı karşıya kalmışsa kadın olarak yaşamanın daha kolay olduğunu bile iddia edebilir.
Fakat gerçekte olanın neye benzediğini aşağı yukarı hepimiz biliyoruz.
Kadın olarak yaşamanın içinde şiddeti, yazılı bir kural olmasa da “erkekten aşağıda” olarak görülmeyi, iffet ve namus kelimelerinin çağrışımını...
Toplumsal normlara aykırı davranan kabahatsizin bile “haklı ölümünü” içerir.
Erkekten kötü araç kullanır, yöneticilik becerileri erkekten daha zayıftır, bir konuyu anlaması erkekten daha fazla vakit alır.
Tüm klişe sözler doğrudur kadın-erkek eşitsizliği üzerine, hepsi günlük hayatımızda vardır.
Kadın “taciz edildim” der, illa “kuyruk sallamışsındır” diyen çıkar.
Orada bulunanları, taze ete saldıran zombiler gibi ünlü bir tasarımcının hazır giyim markasıyla olan işbirliğinden ortaya çıkan ürünlere saldırırken izledik. Neden? Sınırlı sayıda üretilen bir mont veya ayakkabıya sahip olmanın bir statü sembolü olarak görülmesinden mi? Bence değil. “Kimsede yok ama bende var” tatmini yaşamak için olabilir, fakat bu olanlardan bir “statü” meselesi çıkarmak zor.O, başka koşullarda söz konusu olan, başka bir konu.Zombi ortamını açıklayabilmek için, Zorlu AVM’den çıkıp ilk insanların yaşadığı savanlara gitmek gerekiyor, milyonlarca yıl öncesine. Şaka değil, “Elit alışveriş zombisi” dostlarımız, “Ya ben neden o gün delirdim? Ay aslında böyle bir insan değilim şekerim, ne oldu bilmiyorum?” diyorlarsa, ki diyorlardır, kendi DNA’larına bakabilirler. Zira bu “Saldırr, kap bir tane” davranışını yaratan sebep, milyonlarca yıl önce, geniiiş verimsiz otlaklarda yaşayan uzak akrabalarımızdan kalma. Kuraklık ve sınırlı besin kaynakları ile yaşayan, vahşi hayvanların müsaade ettiği kadar besin bulabilen, bulduğunda ona zorunlu olarak saldırarak elde etmek durumunda olan ilk insanlardan kalma... Tüketim kültürünün üzerine kurulduğu temel insan davranışı da bu... Malını satmak için insanların ilkel dürtülerini yöneterek kişide sahip olma arzusu yaratmak...İnsanların, ihtiyacı olmadığı kadar eşyaya, yiyeceğe saldırmasının temel motivasyonu, “Yaşamak için buna, şu anda saldırıp ihtiyacından fazla yemeye ihtiyacın var, çünkü sonra bulamayacaksın” cümlesini saklayan DNA’mızın içinde, ilk fırsatta kendini göstermek için sinsi gibi bekliyor. Dolayısıyla “Saldırr” halini yaratan sebep, hele ki bir topluluk içindeyseniz, fakir-zengin ayrımı yapmıyor. Aşırı yemek yediğinizde, “Aman şunu da ağzıma tıkıştırayım” dediğinizde veya alışveriş deliliği içine girdiğinizde bilin ki bunu ortaya çıkaran, artık söz konusu olmayan tehlikeli koşullarda hayatta kalmanızı sağlayan, atalarınızdan kalan küçük bir armağan ve bu armağan, genlerinizin içinde duruyor.Temel sebepleri aynı olmakla birlikte, yemek yemekle alışveriş yapmak aynı değil elbette. Birisi hayatta kalmak için gerekliyken, ötekisi değil. Fakat tüketim kültürü, alışverişi “hayatta kalmak için gerekli” bir eyleme dönüştürüyor muhterem Habitus okuru. Dönüştürüyor, zira ancak bu şekilde tüketim kültürü sürebiliyor, çarklar dönebiliyor... Bu mekanizma kendini sürdürebilmek için, tüketilmeyecek ürünleri tüketim ürünü haline getiriyor; sizi, yaşamak için ihtiyacınız olmayan bir parça giysiyi bile oradan “kapmadan” ayrılmayacağınız bir haleti ruhiyeye sokuyor. Bundan sonra kıtlık varmış gibi baklavaya saldırdığınızda veya göz bebekleriniz helezon olmuş bir şekilde alışveriş zombiliği yaptığınızda şöyle bir durup “Buna gerçekten ihtiyacım var mı?” veya “Kıtlıkta mıyız, bu ne be aa?” veya “Bir vahşi hayvan gelip bunu ben yemeden yiyebilir mi?” gibi sorular sormanız en azından insanlık namına yeterli olacaktır. Tabii siz insanlığın sırrına vakıf olmaya çalışırken, o sırada bunu sormayan bir alışveriş veya baklava zombisi tarafından ezilmezseniz...
Çığır açan buluşlar
“Hayatın sırrı” demişken... Salı saat 22.00’yi ve Çarşamba saat 20.00’yi bir kenara not edin, dünyaya bakışınızı değiştirecek bir belgeselle tanışacaksınız. National Geographic, yakın gelecekte hayatımızı çok büyük ölçekte değiştirecek çığır açan bilimsel çalışmaları ve bunların üzerinde çalışan bilim insanlarının hikayelerini bir araya getirdi, her bölümde farklı bir konunun ele alınacağı 6 bölümlük bir belgesel olarak yayınlıyor. Her bölümün yönetmen koltuğunda Angela Bassett, Paul Giamatti, Ron Howard gibi Hollywood’dan farklı bir isim oturuyor.Bu akşam ilk bölüm olan “Salgın hastalıklar”ın tekrarı var. Bu bölümde Ebola konusunda öncü çalışmalar yapan Prof. Dr. Erica Ollmann Saphire’ın çalışmalarını göreceksiniz. Diğer bölümlerde ise insan hayatını uzamasını mümkün kılacak buluşu ile Prof. Gordon Lithgow ve insan beynine hatıra “yerleştirecek” ve manipülasyonunu mümkün kılabilecek, “Inception” filmine gördüklerinizi gerçek hayatta mümkün kılabilecek bir teknolojiyi anlatan Nörobilimci Steve Ramirez ile tanışacaksınız. Bu üç isimle geçtiğimiz hafta bir araya geldik... Röportajlarımızı ilerleyen günlerde bu sayfalarda okuyacaksınız. Anlattıklarını dinleyince hem içinde yaşadığımız dünyaya dair kimi gerçekler konusunda çok şaşıracağınıza, hem de iyimser bir gelecek konusunda ümitlerinizin artacağına eminim.
Önceden de rahatlıkla tahmin edileceği üzere kapısında her daim polis bekleyen bir sınıftı, gün boyunca münakaşası ve gerilimi eksik olmadı.
Genel olarak başında müşahit bekleyen sandıklarla ve sonuçlarıyla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Hepimizin elinde ıslak imzalı tutanaklar var. Bu da, bulunduğumuz sınıflarda sayımda bir usulsüzlük olmadığını gösterdiği gibi, ilçe seçim kurulunda verilerin girilişinde de sahtecilik yapılamayacağına işaret ediyor. Sosyal medyada elden ele dolanan “oy çalınacak” listelerine resmi evrak olarak bakanların sayısı az değilmiş, bunu gördük.
Benim görev yaptığım sandık başkanı, işini düzgün yapan genç bir kadındı.
Fakat oy sayımına “sandık başkanı sabıkalı” diyerek gelen bile oldu.
Listeler doğrudur veya yanlıştır, onu bilmem.
Fakat bu spekülasyonlar, elden ele dolaşan o listelerde haksızca adı geçen, dürüst, işini doğru yapan insanları da gereksiz yere töhmet altında bıraktı, burası da kesin.
Oy vermek, çoğunluk için beş dakikalık iş.
Bilmiyorum bizimkiler kadar “yaratıcı” yöntemler buluyorlar mı ama bakın bizim sularda neler yaşandı...
Adam restoran sahibi...
Yemek siparişi verilen bir sitede puanının yüksek olmasını istiyor.
Kullananlar bilirler, yemek siparişi vermeden bir restoranla ilgili rastgele yazamazsınız, ancak sipariş vereceksiniz ki yorum yapabilesiniz veya yıldız verebilesiniz...
Zaten sitenin yorumlar konusunda bir müdahalesi veya dahli yok, sipariş veren kullanıcı, yorum yapma hakkı kazanıyor, bu kadar basit.
Adamımız sürekli kendi restoranından sipariş verecek değil ya...
Dahası, sadece kendi yorum ve puanıyla restoranının puanını yükseltemez...
İnsan biraz uzaklaşınca, buralardan birkaç gün ayrılınca anlıyor: Biz çok ama çok acayip bir hayatı kanıksamışız.
Medeni bir dünyada yaşama hakkımız elimizden alınmış.
Öyle bir hale gelmişiz ki, en akıl dışı olaylar, en akıl dışı söz ve fikirlerle kıskıvrak kuşatılmışız...
Karşılıklı çıkar motivasyonuyla işleyen, dolayısıyla dişlileri kötülük ile dönen bir sistemin içine kısılıp kalmışız.
Kalabalık bir yere gittiğimizde, toplu taşıma araçlarında seyahat ederken endişelenmeyi “Günlük hayatın gereklilikleri” arasına koymuşuz.
Burası evimiz, bir yere gideceğimiz yok.
Yavuz hırsızların verdiği rahatsızlık hissine adapte etmişiz kendimizi.
* Sokağa endişe duymadan çıktığım, bir meydanda, otobüste, metroda, vapurda, günün herhangi bir anı “Ya patlama olursa” diye hayatımdan endişe duymadığım zamanları... * Güzel bir mevsimin tadını sokaklarda çıkardığım, boş günümde eve kapanmanın, kalabalık bir günde dışarıda gezmekten “Daha huzurlu bir tercih” değil, bana kalmış bir seçenek olduğu zamanları...* İnsanların hayatına doğrudan kastedip veya dolaylı olarak kast edecek kararlar verip, sonra hiçbir şey yapmamış gibi onlarla beraber ağlamak yerine, ülkesini ve insanını hayattaki bir numaralı önceliği yapan politikacıları... * Sosyal medyadan iki saat uzak kalınca “Kötü bir şey mi oldu acaba” paranoyasıyla telefona/ bilgisayara saldırmadığım, bugüne nazaran biraz daha huzurlu olduğum dönemleri...* Dünyaya mesajını altın varakla, şaşaayla, devlet katındaki lüks ve rahat yaşantıyla vermeyen, ülkede yaşayan vatandaşların rahatı ve mutluluğuyla ilgilenen, aynı zamanda “içi zengin” tevazu sahibi insanlar görmeyi... * Bir ülke için zenginliğin vatandaşın huzuru, mutluluğu ve yaşam kalitesi demek olduğu, uzun süredir lafta bile pek karşılaşmadığımız bir anlayışı...* Birilerinin sürekli altımızdaki zemini sarsmadığı, anılarımızı çalmadığı, hayatın her alanını kendine göre tasarlamadığı zamanları...* Çocukluğumu özledim. O zaman he şey bu kadar geçici değildi, geçici olsa bile hayatın bizim için sonsuza kadar aynı kalacağını düşünürdük. Tanıdık olan, hayatımıza değer katan, kendimizi bulduğumuz her şeyin elimizden alınacağını, birileri almasa bile depremin alacağını bilmiyorduk... “Geçicilik” duygusu baskın değildi. Şimdi deprem almasa birileri alıyor. Taksim’in beton çölüne dönmesi, Arap turistlere yönelik çirkin bir açık hava AVM’si haline getirilmesi, AKM’nin atıl hali... * Tarihi binalarıyla, tramvayıyla, ağaçlarıyla, İstanbul’un her köşesinden binbir insanıyla rengarenk bir panayırı andıran eski Beyoğlu’nu özledim...* Hepsinden önemlisi... “Ölüm” kelimesinin her an, her saniye karşımıza çıkmadığı, huzurlu, mutlu bir ülkede yaşamayı çok özledim.
Oy vermek yetmez...
Yılmak, küsmek, “Artık benim hiçbir şeye inancım kalmadı” demek yok. Özlediğimiz barış, huzur, iyilik bizi bulmayacak, biz onu getireceğiz. Dolayısıyla 1 Kasım’da oy verecek ve hatta bununla kalmayacak, oylarımızın başında bekleyeceğiz.Seçimlerde bağımsız platformlar aracılığıyla gözlemci olabilir, sabah 8’den akşam 5’e kadar seçimlerin güvenle yapılmasını sağlayabilirsiniz. Bu, anayasa ile korunan bir vatandaşlık hakkıdır, bunu lütfen unutmayın. Türkiye’de yaşayan herkes için oyveotesi.com, yurt dışında yaşayanlar için gurbetinoyları.com, doğru adresler. Ben geçen seçimde müşahitlik yaptım, yine yapacağım. Çoktan kaydımı yaptırdım, şimdi sıra sizde.Unutmayın, eğer müşahitlik yapamıyorsanız, saat 17’de oy verdiğiniz okula veya oy sayımı yapılan herhangi bir giderek sayımı uzaktan izleme hakkınız bulunuyor. Ben bir gününüzü müşahit olarak ayırın derim ancak, tüm gününüzü ayırma imkanınız olmazsa, en azından saat 17’den sonra sayımı izleyebilir, video veya ses kaydı ile sayımı belgeleyebilirsiniz.
Veya hayatınızı ilgilendiren yanlış bir seçimin sonucunda, hiç arzu etmediğiniz bir pozisyonda kaldığınızda, karnınızı rahatsız eden o tarifsiz sızı...
Aşağılanma duygusu... Hele ki tercih, yanlış anlaşılmanıza sebep olduysa...
Utanma duygusundan bahsediyorum.
Geçmişinizi düşündüğünüzde utandığınız anlar geliyorsa aklınıza, üzülmeyin.
Bu esasında iyi bir yere işaret ediyor.
Demek ki “Yeni Türkiye”de hayatta kalabilmek için, gerekli olan bir takım yeni hislere uyum sağlamamışsınız.
Utanma duygunuz, insanlığınız, tartma beceriniz körelmemiş.