Kendimizi gerek iş, gerek özel hayatımızdaki döngülere hapsettiğimiz ve çok büyük bir sarsıntı, üzüntü veya felaket olmadıktan sonra çıkmadığımız o küçük hapishanelerdeki halimize bakınca...
Pek çok insanın pek çok imkana sahip olmasına rağmen bir türlü “Mutluyum” diyememesi gayet anlaşılabilir. Adam her türlü imkana sahip, ailesi, çocuğu yanında, işler fena sayılmaz, bir türlü “Mutluyum” diyemiyor. Sonra elindekileri, hayatını, ailesini düşünüp suçluluk hissediyor mutluyum diyemediği için, “Şükrediyorum ama” diyor. “Bunlara sahip olamayan da var...”
İşte zurnanın zırt dediği an. Mutluyum diyemeyen ama iyi durumda olan, sonra iyi durumda olduğunu düşünüp mutsuz olmaktan suçluluk duyan ve ağzından “Şükrediyorum halime tabii” kelimeleri çıkanların ortak bir özelliği var: Hayatlarına biraz daha yakından baktığınızda, mutluluğu nesnelere ve kişilere bağladıklarını görüyorsunuz.
Hepimiz yapıyoruz bunu aslında, çok da uzaklara bakmaya gerek yok.
Mutluluğu sahip olunan objelerde ve yanında olduğunuz kişilerde aramamız için bizi yönlendirip duruyor hayat, bakın burası doğru. Materyalist dünyanın bize verdiği mutluluk formüllerinin içinde en çok “sahip olma dürtüsü” var.
Zehir gibi yayılıyor vücudumuzda satın almanın, satın alabilmenin verdiği haz. Amaç, hep daha fazlasına sahip olabilmek. “Mutlu bir gelecek” demek, “İleride de bugünkü gibi alışveriş yapabilecek durumda olursun inşallah” demek artık.
Aileyle birlikte zaman geçirmek için bahane olan, iyi duygular yaratan her zaman dilimi güzel.
“Çekirdek aile” sınırları içinde bayramlar eskiden ne ise, şimdi de o.
Beni hüzünlendiren konu, birileri güç savaşı yapacak diye rüzgarla sağa sola savrulan kuru yaprağa benzer hallerimiz.
Önümüzü göremediğimiz, belirsizlik bulutu içinde debelendiğimiz bir dönemde oluşumuz...
Birileri güç savaşı yapacak diye birbirimize düşman edilişimiz, yok yere düşman edilişimiz, yalanla düşman edilişimiz...
Birileri kendi gücünü koruyacak, kendi arzularını gerçekleştirecek diye oyuncak edilen koskoca bir ülke...
Bir yandan eşitlik mesajı verirken, öte yandan kutuplaştırıcı dil oy konusunda daha çok işe yaradığı için bunu kullanmaktan çekinmeyen siyasetçiler...
Darısı Oscar konusunda bir türlü yüzü gülmeyen Leonardo DiCaprio’nun başına...
DiCaprio, bir çevre aktivisti.
Her ne kadar lüks yaşam tarzı tercihleri eleştirilse de kendi adını taşıyan ve kurucusu olduğu vakıfla beraber biyolojik çeşitliliği, okyanusları, vahşi yaşamı koruma ve iklim değişikliği konuları üzerine çalışıyor.
2007’de çektiği “11. Saat” isimli belgeseli hatırlayacaksınız...
Bunun yanı sıra tüm filmlerin gelirinin bir bölümünü çevre çalışmalarına aktarılmak üzere ayırıyor, Global Green USA, International Fund of Animal Welfare gibi sivil toplum kuruluşlarında görev yapıyor.
Geçen yıl, Birleşmiş Milletler barış elçisi seçildi.
Son olarak vakfının yıllık galasında tam 40 milyon dolar bağış topladı.
Baba, doktora kızının durumunu soruyor. Doktor, akıllara ziyan bir izansızlıkla, insanın düşünme sınırlarını zorlayan bir vicdansızlıkla konuşuyor: “Valla zaten ölü geldi. Baygın değil o, ölü.” Baba yıkılıyor.
Doktor arkasını dönerek “Ne diyeyim yaa!” diyerek uzaklaşıyor. Baba ayakta duramaz vaziyette.
Ben bu satırları yazarken bahsi geçen genç kız Tuba Nur’un hayati tehlikesi devam ediyordu.
Diyelim ki Tuba Nur, baygın değil, ölü. Ölüm haberi böyle mi verilir?
*
Bir başka görüntü Hatay’dan. Yetkililer, şehit olan askerin evine kameralarla gidiyor, bu acı haberi anne ve babasına kameralar eşliğinde veriyorlar.
Nasıl kesilmesin?
Son yıllarda içinde boğulduğumuz durum içinde, müzik, sadece eğlence demek.
“Müzik” deyince akıllara gerçek müzisyenlerin “müzik” demeye bile çekindiği fabrikasyon plastik şarkılar geliyor olmalı sadece...
Veya sadece dans etmeye, göbek atmaya veya eğlenceli zamanlara eşlik etmeye yarayan bir araç.
Çağrışımları içinde “içkili ortamlar” da var.
Dolayısıyla olsa da olur olmasa da olur gibi geliyor bazılarına. Hatta olmasa daha iyi!
Hayatında müziğe yer olmayan, müzik konusunda hiçbir fikri bulunmayan, olan fikirleri de temelinden yanlış olan insanlar ancak böyle kararlar alabilirler.
Bekliyoruz, bekliyoruz, hareket etmiyor otobüs.
Bir süre sonra isyan sesleri yükseliyor içeriden. Neden hareket etmediğimizi merak ediyoruz.
Sonra anlaşılıyor vaziyet. Meğer uçakta Bülent Ersoy varmış. Herkes otobüse bindikten sonra yavaaaş yavaş iniyor uçağın merdivenlerinden ve normalde yasak olan yere, otobüste şoförün yanında bulunan koltuğa kuruluyor.
Koskoca Bülent Ersoy, herkesle birlikte otobüse binecek değil ya... Orada bir uçak dolusu insanın balık istifi vaziyette, kan ter içinde onu beklemesinin bir önemi de yok. Çantalarını da uçuş görevlileri taşısın... Herkes kul köle olsun, el pençe divan dursun.
Bakın bu, temel seviyede empati yoksunluğudur. Toplum içinde belirli bir yere gelmiş insanların, şarkıcısından siyasetçisine meslek fark etmeksizin dönüştükleri hâl bu. “Ben topluma mâl olmuş bir insanım”ı “Ben herkesten üstünüm ve kendi işinizi gücünüzü bırakıp bana üstün muamelesi yapmak zorundasınız” ile karıştırmak... Milletin kafasına vura vura saygı beklemek.
Temel seviyede empati yoksunluğu, birçok şöhretli isimde var ne yazık ki. Şöhretin lanetlerinden biri bu. Fakat bu temel empati yoksunluğunun bir de üst seviye olanı var ki, işte onunla karşılaşınca, insan ne tepki vereceğini şaşırıyor.
Uçak meselesi, temel seviyede empati yoksunluğu örneği idi. Ersoy’un “Suriyeli göçmenler” yorumu ise adeta empati yoksunluğunda çıta belirleyen, üst seviye empati yoksunluğunun bir örneği. Ölümün kol gezdiği bir arenada başkasının duygularıyla bağ kuramayan, acıları ayıran üst seviye empati yoksunluğunun bir örneği.
İlla bir tetikleyicisi oluyor bu keskin ve ani sızının.
Kötü bir haber geldiğinde “Bu kötü haber ve sonuçlarını yaşamak yerine bambaşka bir gündemimiz olabilirdi” derken vuruyor o sızı.
Bir şehit haberi geldiği zaman “Evinde oğluyla vakit geçiriyor olabilirdi” diyorsun mesela.
“Kişisel hesaplar, zenginlik veya güç için değil, hakikaten ülkeye hizmet etmek için meclise girme imkanı yakalamış bazı milletvekilleri, ‘Nasıl daha başarılı oluruz?’ diye kafa yorabilir, çocukların yeteneklerini keşfedecek bir eğitim sistemi üzerinde çalışıyor olabilirlerdi” diyorsun...
Fakat şu anda var olma savaşı veriyorlar. Gücü elde tutabilmek uğruna sonradan yaratılmış ve ülkeyi ateşe veren sorunlarla mücadele ediyorlar.
Eğitim, deprem, işsizlik gibi büyük ve önemli sorunları bir yana koymak zorundalar, çünkü insan eliyle bile bile üretilmiş ve herkesi alev alev yakan sorunlarla uğraşıyorlar.
Sırf kendi gücünü korumak için ülkeyi ateşe atanlar arasında kalan milletvekilleri, “kafanızı ezeriz”ci güç sarhoşlarıyla aynı çatı altında var olma savaşı vermek yerine Türkiye’nin geleceğini değiştirecek kararları tartışıyor olabilirlerdi.
Şekillendirmekle kalmıyor, mutluluğun, mutsuzluğun, umutsuzluğun veya geleceğe umutla bakabilmenin anahtarını biraz da onlar taşıyor.
İnsan sosyal bir varlık. Tek başına yaşamıyor/ yaşayamıyor.
Önce içine doğduğu aileden, sonra arkadaşlarından, içinde bulunduğu topluluktan çalıştığı yerdeki insanlardan...
Herkesten bir parça koparıyor veya yansıtıyor, çevresine benzeme eğiliminde oluyor.
Belki geniş çevremizde, yani oturduğumuz mahalledeki, aynı yerde çalıştığımız veya sokakta yan yana yürüdüğümüz insanı seçemiyoruz ancak, eğer gelecek konusunda umut taşımak istiyorsak, seçerek oluşturduğumuz yakın çevremizi ayıklayabilme becerisini ve cesaretini göstermemiz şart.
“Ben kimseye hayır diyemiyorum”, “Kimseyi kıramıyorum” güçsüzlüğünden sıyrılmak şart.
“İnsanları olduğu gibi kabul etmeli” cümlesi belirli zamanlarda geçerli.