Paylaş
Filmin gerisini anlatmayayım, sizi iki saat başka bir dünyaya götürüp getirecek, tatlı, eğlenceli bir romantik komedi olduğunu belirteyim ve esas söyleyeceğime geleyim...
Hollywood mamulü güzel romantik komediler, dünyanın her yerinde hasreti çekilen duyguları bulup çıkartarak köpürtmeyi iyi biliyor. Bu defa da tam 12’den vurmuş yönetmen Nancy Meyers, zira filmden “Neden etrafımızda Ben Whitaker gibi izanlı erkek ve kadınlar yok, nereye gittiler, neden kayboldular?” diye iç çekerek çıkıyorsunuz.
Sahi, nereye gittiler, neden sosyal kurallar yerle yeksan oldu, neden “eski toprak”ların bile hatırı sayılır kısmı değişti ve günümüzün hırtlığına teslim oldu, neden hızla “odunlaşıyor” dünya...
İşte tüm bunları sevimli bir romantik komediyle tekrar sormak mümkün oldu.
Robert De Niro, filmde herkesin etrafında olmasını istediği, sosyal protokol kurallarını iyi bilen, hatta iyi bilmenin ötesinde, ölçülü hali kendi doğasının bir parçası olduğu için o şekilde davranan, yaşı ilerlemiş ancak henüz hayattan ümidini kesmekten çok uzak bir adamı canlandırıyor.
Yani kısacası: Son yıllarda hem kadınlarda hem erkekler arasında aranan ama bulunamayan bir karaktere can veriyor De Niro.
Bizdeki muadili hem fiziksel görünüm, hem de hâl ve tavır açısından “Eski İstanbul beyefendisi” olsa gerek...
Bugünün erkekleriyle birkaç nesil öncesinin ne kadar farklı olduğunun ve göründüğünün altını iyice çizmiş yönetmen Nancy Meyers. Daha önceki filmlerinde olduğu gibi, yine “Ben de o evde oturmak istiyorum”, “Ben de orada olmak istiyorum”, “Ben de yanımda böyle bir insan istiyorum” dedirten mekanlar ve karakterler tasarlamış.
Something’s Gotta Give ve The Holiday’i hatırlayacaksınız... Birinde Diane Keaton’ın Hamptons evinde yazar olup, sahilde kâh Keanu Reeves ile kâh Jack Nicholson ile yürüyüş yapmak; diğerinde Cameron Diaz’ın Los Angeles’taki ve bilhassa Kate Winslet’ın İngiltere kırsalındaki masal evinde rüyaya dalmak istemiştik.
Yine öyle mekanlarda geçiyor bu film de, Anne Hathaway’in şirketinde çalışmak ve evinde oturmak istiyorsunuz.
Neyse, çok dağılmayayım, Ben Whitaker’ın “yaşı ilerlerlemiş stajyer programı” dahilinde işe girdiği şirketin tamamında gençler çalışıyor, kıyafet politikası yok, herkes istediği gibi giyiniyor.
Kadınların çoğu –herhalde doğaları gereği- şık görünüyorlar fakat erkeklerde vaziyet fena. İki santim sakallı, yakası gevşek buruş buruş tişörtlü, yaka paça bir yana dağılmış genç erkeklerin arasında bir mücevher gibi parlıyor De Niro.
Önce bu haliyle alay konusu oluyor ama sonra hızla etrafını da kendine benzettiğini görüyoruz, zira adamımız kravatsız ve takım elbisesiz işe gitmiyor, yanında daima mendil taşıyor, sadece kıyafetleri değil, her işi muntazam ve düzenli.
Yakası gevşek tişörtlü iş arkadaşlarından biri neden yanında mendil taşıdığını sorduğunda kendisi için değil, ağlayan bir kadının buna ihtiyaç duyabileceği için taşıdığını ifade ediyor.
(Bu cümleden sonra gözlerini kırpıştırarak romantik duygulara kapıldık ama çok da romantik olmaya gerek yok, zira sinemadan çıktığımızda kendimizi bulduğumuz yer “YÖRÖSÖNÖ BÖ” diye ağzından tükürük ve küfür saçan sürücülerin arasıydı.)
İnternet çağının gerçek iletişim kurma becerisinden yoksun insanlarını, bir dertleri olduğu zaman konuşmak yerine yazışmayı tercih eden nesli, kısacası gerçek iletişimin gerçek hissini unuttuğumuzu hatırlatıyor bir kez daha.
Etrafımızda yol-izan bilen insanların azaldığını, birbirimize iyi, ilgili ve hassas davranmaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu anlatıyor Nancy Meyers. Nezakete, güzel iletişime, birbirini anlamaya, güzelliğe olan açlığınızı şiddetli bir biçimde hissediyorsunuz filmi izlerken...
Uzun bir film ama jenerik akmaya başladığında yüzünüzde kocaman bir gülümseme ile “Neden bitti yav, ne güzel izliyorduk?” dedirtiyor sonunda.
Henüz vizyondayken gidin, görün derim. İyi hissetme garantili filmleri böyle zamanlarda kaçırmamak lazım, ilaç gibi geliyor.
Paylaş