Tüm sanıklar ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. İşin acı olan tarafı şu: Cinayetten sonra onlarca kadın daha katledildi Türkiye’de. Hiçbiri Özgecan davası kadar büyük infial yaratmadı ne yazık ki. Erkek egemen kültür içinde, kadınları öldürmenin korkutucu ve caydırıcı bir cezası olmadıkça bu işin ardı arkası kesilmeyecek. Dolayısıyla dünkü kararın kadın cinayetleri konusunda önemli bir yeri var. Söz konusu kendi çarpık dünyaları içinde yanlış sebeplerle yarattıkları ve kadının iki bacağının arasında aradıkları “namus” olunca, müebbet, hatta ölüm cezasının bile korkutamadığı adamlar yaşıyor Türkiye’de. Onların önü ne yazık ki ne ceza ile ne de ömür boyu zindan cezası ile kesilebiliyor. Bu adamlar için kadınlar “eşya”. Sahip oldukları bir eşya, kimsenin onlardan alamayacağı, fakat canları isterse kullandıktan sonra atabilecekleri bir eşya. O eşyayı ne kimse ellerinden alabilir, ne de o eşya kendi “bağımsızlığını” ilan edebilir. Eğer biri o “eşya”yı onlardan almaya kalkmazsa, veya o eşya, “kötü kullanım”a isyan edip alıp başını gitmezse sorun yok. Minibüste, otobüste, sokakta, kız yurdu yolunda gördüğünde, çocukluğundan beri içinde yetiştiği kültürden ötürü bastırmak zorunda kaldığı cinsel dürtülerini kontrol edemeyen Ortadoğu tipi erkekler bunlar. Bakıyor, beğeniyor ve o an “benim” diyor. Kadın direnirse, canını acıtmayı, hatta öldürmeyi kendine hak görüyor.Evlendiklerinde de benzer yerden bakıyorlar hayata. Kadını evdeki elektrikli cihazdan veya mobilyadan farklı kategoride algılamıyorlar. Tüm erkekler böyle değil şüphesiz. Bunlar, insanlığı yarım kalmış, zavallı erkekler.Cinayetlerin son bulması kısa vadede zor. İçinde yaşadığımız, ne yaparsa yapsın erkeği üstün tutan kültürden ötürü zor.Bu kültürdeki kadın algısı, devletin tepesinden sokaktaki adama, değişmiyor. Algı aynı olduğu için, kullanılan dil de aynı. Kadının eşyalaştırılmasını normalleştiriyor. Onun, evinden çıkmaması, kocasının sözünden şaşmaması ve çalışmaması gereken bir varlık olduğunun altını çiziyor, sadece anne olduğunda onu işe yarar bir canlı addediyor. Tacize uğradığını söyleyen kadınla ilgili aklına gelen ilk tepki “Aranmıştır” oluyor.Uzun vadede dönüşebilir miyiz? Elbette dönüşürüz. Bizim bunu görmeye ömrümüz yetmez ama... Dönüşürüz. Değişim için önce dil değişecek. Kadınlarla ilgili verilen mesajlar, milyonlarca adamın aklına onlar bunu fark bile etmeden yazılan kodlar değişecek. Cezalarda indirimin i’sinden bile söz edilemeyecek. Adamlar, cinayetin sadece kendi hayatlarına değil, etraflarındaki insanlara da zarar vereceği sonuçları olacağını bilecek.Bir avukat çıkıp “O da neden boş minibüse bindi” diyemeyecek. O avukat da ceza alacak. Belki o zaman bugüne nazaran biraz daha fazla umut taşıyabileceğiz.O güne kadar, erkek egemen kültüre inat, ağzından salyası eksik olmayan o pis kültüre inat sesimizi yükseltmeye, çalışmaya, “eşitlik” demeye devam.
Son çırpınış
Bu dava ile ilgili akıllara durgunluk veren konu şu: Bir avukat, nasıl “Özgecan Aslan neden boş minibüse bindi?” sorusunu sorabilir? Genç bir kadın katlediliyor ve avukatın son çırpınışı “Fakat o da aranmış olabilir” anlamına gelebilecek bir soru sormak...Avukat, son çırpınışını salyalı erkek egemen kültüre sırtını yaslayarak yapıyor.Başarılı olamıyor elbette. Özgecan ile ilgili akıllarda “Acaba aranıyor mu?” şüphesi yaramıyor, katilleri aklayamıyor...Vicdansız insanlar her meslekte derin yaralar açıyor. Bu tür adamlar her yerde, onlardan kurtuluş yok, kabul. Ancak, böylelerinin belirli meslekler yapamıyor olması gerekir. Yönetici, avukat, devlet adamı, politikacı, avukat, gazeteci, doktor, sağlık görevlisi...Vicdan hissinden nasibini almamışların böyle mesleklerden uzak tutulması gerekir.
Güzel bir olay sebebiyle bir araya gelemiyoruz artık.
Güzel bir olay için bir araya geldiğimizde bile, bunun acı ile sonuçlanmayacağını kestiremiyoruz.
Paranoyak olduk. Haklı olarak paranoyak olduk.
Çok sıkı güvenlik önlemleri vardı Altın Kelebek’in yapıldığı Zorlu Performans Merkezi’nin kapısında.
Eskiden “davet fareleri” için sıkı tutulurdu güvenlik, bu defa malum sebeplerden ötürü.
Bir yandan herkes gergindi, evden çıkmadan herkes illa aklından kötü senaryolar geçirdi ama hem güvenliğin son derece sıkı tutulması, hem de “inadına hayat” diyen konuklarımız sayesinde hepimiz orada eksiksiz bulunduk.
Güzel bir gece geçirdik.
Buradaki evler sayesinde otellerde veya hostel’lerde kalmaktan vazgeçen, cesaret edip evini açarak seyyahları kabul eden, hatta evini sırf bu iş için organize eden çok sayıda ev sahibi/seyyah var. Hem Türkiye’de, hem de dünyada milyonlarca kullanıcısı olan bir site. Geçen hafta bir iş gezisini uzatarak –nihayet- ilk defa Airbnb’den kiraladığım bir yerde kaldım. Amerika’da, Los Angeles’ın Redondo Beach bölgesinde... Bugüne kadar hayatımda yaptığım tüm tatilleri düşünecek olursak, kesinlikle ilk 3’e bu seyahati sokarım. Bir otel yerine “elalem”in evinde kalmaya karar vermek kolay değil elbette. Sırtında çanta dünyayı gezen özgür ruhlardan biri değilseniz, rutinlerine bağlı, “evim de evim” diyen tip kontrolcü bir karaktere sahipseniz hele, zor. Elin Amerika’sında, bir yabancının evinde 4 gün geçirmek üzere plan yapıyorsunuz... İnternetteki iç karartıcı hikayeleri de göz önünde bulundurunca, insanın aklına bin türlü iş geliyor. Neyse, tüm bunları bir kenara bırakmayı başarabildim. Oda kiraladığım dünya tatlısı bir Amerikalının evinde, tam olarak onun gibi yaşayarak 4 gün geçirdim. Klasik bir Amerikan evinde, onunla beraber kalan bir akrabası gibi düşünün... Markete gittim, ihtiyaçlarımı aldım, orada bulunan lokal malzemelerle kendi yemeğimi pişirdim...
Bana verdiği bisikleti kullanarak etrafta gezindim, evde kitap okudum, biraz çalıştım, dinlendim... Sabahları uzun yürüyüş ve koşulara çıktım... Kısacası sanki orada yaşıyor gibi, asla turistik değil, tam olarak o bölgede orada yaşayan insanlar boş günlerinde ne yapıyorsa ve nasıl davranıyorsa onu yaptım...Redondo Beach, Los Angeles Havalimanı’nın güneyine uzanan plajlardan, Manhattan Beach ve Hermosa Beach’ten sonra gelen, 3’üncü plaj. Daha önce gördüğüm yerlerden değildi, havaalanına yakın ve plaj bölgesi olduğu için rastlantısal olarak bu bölgeden kiraladım ama tam üzerine basmışım... Tam olarak bir cennetmiş. 12 ay plaj hayatı, sörfçülerin cenneti, her rengin daha parlak göründüğü muhteşem bir California plaj bölgesi...
Bundan sonra eğer tatile gideceksem otelde kalır mıyım?Asla. Bir defa, Airbnb aracılığıyla kiraladığınız evlerin fiyatları otellerle yarışamayacak düzeyde. Çok daha keyifli bir tatil yapıyor, fakat otele ödeyeceğinizin beşte biri kadarını ödüyorsunuz. Dahası, hani Ruslar ve Avrupalılar her şey dahil otellere gelip Türkiye’ye dair hiçbir şey anlamadan deniz-güneş-yemek ekseninde yaşayıp gidiyorlar ya... Veya İstanbul’a gelip sadece Sultanahmet-Beyoğlu ekseninde dolaşan turistleri düşünün...İşte Airbnb deneyimi bunun tam tersi. Hem başka kültürleri tanıdığınız, hem de kendi kültürünüzü meraklı dinleyicilere anlattığınız bambaşka bir deneyim... Bugüne kadar iş için defalarca bulunduğum bir ülkeyi belki de ilk defa gerçekten tanıma imkanı yakaladım. Ha, sadece kültür tanıyan kişi siz olmuyorsunuz elbette... Bu bir alışveriş... Yazarınız evde bulunanlara zorla Türk kahvesi içirip, zeytinyağlı fasulye yaparak “Cips yeme, bunu ye” diye zorla yedirerek klasik Türk teyzesi görevlerini layıkıyla yerine getirdi efendim...
“Normal” hayat özlemi
Orta 1’den lise yıllarına kadar farklı ülkelerden mektup arkadaşlarım vardı. Her mektubu kapıda bekler, yazdıklarını büyük bir merakla okurdum. Kendi ülkemin dışında insanlar nasıl yaşıyor, ne yapıyor, merak ederdim.Tabii internetle birlikte böyle bir merak söz konusu değil artık. En azından insan öyle hissediyor, ne bileyim, mesafeler kısaldı, Google Maps’in küçük adamını mouse’unuzla haritadaki dünyanın herhangi bir yerindeki sokağa bırakarak sanki oradaymışçasına 360 derece gezinti yapabiliyorsun...Okuyorsun, öğreniyorsun, bin türlü kaynak var... Üstelik hepsi bir tık ötede...Fakat hayır sevgili seyyah Habitus okuru, hayır. Teknoloji istediği kadar ilerlesin, insan bir ülkeye paraşütle tepeden atılmış gibi hissedip oradakiler gibi yaşamadıkça, kültürü, günlük endişeleri, atmosferi, sıradan, olağan hayatları anlayamıyormuş. O ülkeyi tam olarak anlayamıyormuş. Bu deneyimden sonra Türkiye’ye döndüğümde kendimi attan düşmüş gibi hissettim. Çünkü pek de kısa olmayan bir süre boyunca politika ile yatıp kalkmayan, politikanın doğrudan günlük yaşamı etkilemediği, kendi küçük zevkleri ve hayatlarıyla insan gibi keyifle yaşayan, hakları çiğnenmeyen, stresten arınmış insanların arasında bulundum. Tam olarak gerçek huzuru yaşayan insanlarla. Bunu çok ama çoooook uzun zamandır yapmadığımı hatırladım.
Aynı “şaka”yı yapan bir kadın görmezsiniz, zaten herhangi bir kadın, herhangi bir canlı yayında benzer bir şuursuzluğa erişse medyada paçavraya çevrilir. Düşünün tam tersini, Müjde Uzman, Ceyhun Yılmaz’a “p****nk” diyerek yapacak... Gülerek hem de. Gevrekçe gülerek. Utanmadan. Sonra çıkıp “Valla kendisi kardeşimdir” diye açıklama yapacak. “Hepimizin şakasını yapabileceğimiz bir şey” diyecek... Valla yandaşı bir yandan, muhalifi bir yandan, hepsi sağından solundan birer parça ısırarak yok ederlerdi kadını. Bunun aynısı elbette Ceyhun Yılmaz’a olmaz. Karşılaşacağı en büyük tepki herhalde Müjde Uzman’ın ona açtığı 3 kuruşluk dava... “Mahalle baskısı” yok, o da erkek olduğu için. Ancak sosyal medyadaki tepki işte... Onun da ömrü 3 gün.Özür dilemiş Yılmaz. Uzman için “Kardeşimdir” demiş. “Hepimizin şakasını yapabileceği bir şey” diye eklemiş. (Valla kusura bakma Ceyhun Yılmaz, bu herkesin yapabileceği bir şaka değil. En azından şakayı yapabilecek ortamı seçme beceriniz yokmuş diyelim.)Böyle bir şuursuzluğun ardından ne dese “Yav he, he” kıvamına eriştiği için ister “kardeşim” desin, ister “halamın kızı olur kendisi” desin fark etmez. Testi kırıldı bir defa, üstelik tesadüfen kırılmadı, testiye bilinçli olarak çaaaat diye tekme attı da kırıldı. Sonra özür dilesen ne olur.Memleket tam “Öyle desem ne oluuuur, demesem ne olur” krallığına dönüştü. Her şeyi, ama her şeyi yapabilir, sonra özür dileyebilir, hatta dilemeyebilirsiniz. Özür dilerken, özellikle yaptığınız bir harekete istinaden “Valla istemeden oldu” şeklinde konuşabilir, dilerken tüm şuursuzluğunuzu ortaya dökebilir veya dökmeyebilirsiniz.Hepsi mümkün Türkiye’de; hiçbirisi de garipsenmiyor. Deli saçması konuları, nezaket kurallarını darmadağın eden sözleri, etik anlayışından yoksun insanların söylediklerini... Hop, bakıyorsun, geçiveriyor. Tüm acayiplikler dünyanın en normal işine dönüveriyor. Güzel ve göz önünde olan pek çok kadının başına geliyor böyle talihsizlikler. Müjde Uzman gibi akıllı, işini layıkıyla yapmak için canla başla uğraşan çalışkan bir kadının böyle iğrenç bir “espri”ye malzeme olmasından ötürü üzgünüm.Ceyhun Yılmaz için daha da üzgünüm. O pis ağdalı “erkek” kültürünün tam olarak neresinde bulunduğunu canlı yayında gösterdiği için...
Geçen hafta kısa bir izin yaptım. Bir iş sebebiyle gittiğim Amerika’nın Los Angeles kentinde, seyahatimi uzattım ve o meşhur Airbnb macerasına atıldım... Senelerdir düşünürüm fakat internetteki “kabusa dönen yolculuk” hikayeleri sayesinde insan elini korkak alıştırıyor... Bir türlü cesaret edemiyorsunuz, hele ki “evimden başka yerde rahat edemem”ci iseniz, rutinlerinize bağlıysanız... En güvenli sular yine oteller, tanıdıklar oluyor... Fakat bu defa 4 gün tek başıma, Amerika’da hiç bilmediğim birinin evinde kalarak, oranın insanı gibi yaşadım...Kabusa dönüşmesini bekliyordum ama tam aksine... Bundan sonra tatile çıkacağım zaman bir otelde kalır mıyım? Asla! “Hayatında geçirdiğin en güzel ilk 3 tatil hangileri” diye sorsalar, bu tatili o listeye koyarım...Henüz Airbnb ile tanışmayan, tanışsa da bu maceraya atılmaya çekinen eminim vardır...Bu seyahatte gördüm ki, önyargıları bir kenara bırakmak gerekiyormuş. Biraz “filtreli”, dikkatli bir seçimle harika bir tatil yapmak mümkünmüş.Peki neler oldu kiraladığım evde? Nasıl bir deneyim Airbnb aracılığı ile tanımadığınız bir ülkede, tanımadığınız insanlarla yaşamak?Onun da hikayesi yarına...
Acaba yakın gelecekte insanın ortalama ömrü 150 yıl mı olacak? Yoksa insanlığın sonu, bir salgın sayesinde mi gelecek? National Geographic’in altı bölümlük “Çığır Açan Buluşlar” belgesel serisi, önde gelen üniversite ve enstitülerdeki bilim insanlarının son buluşlarının yakın gelecekte hayatımızı nasıl ve ne kadar değiştireceğini göz önüne seriyor. Yayınlanan bölümlerde, Angela Bassett, Peter Berg, Paul Giamatti, Ron Howard gibi önemli Hollywood isimleri kaptan koltuğunda oturuyor. “Çığır Açan Buluşlar”ın Londra’da yapılan dünya prömiyerinde, yapımda çalışma ve buluşları konu edilen Steve Ramirez ve Gordon Lithgow ile bir araya geldik.
STEVE RAMIREZ (Nörobilimci): BEYİN, BİR ZAMAN MAKİNESİ
Doktorasını Massachusetts Institute of Technology’de tamamlayan Ramirez, beyin ve optogenetik ilişkisi konusunda önemli çalışmalara imza atmış genç bir nörobilimci. Araştırmaları sonucu ışığın, beyin hücrelerindeki hatıraları aktive edebileceğini keşfetti. Ayrıca, beyne hatıra implantı ve bu hatıraların manipülasyonu üzerinde çalışıyor. Bilim dünyası, Ramirez’in araştırmalarının Alzheimer ve Post-Travmatik Stres Bozukluğu gibi hastalıkların tedavisi konusunda önemli potansiyel taşıyabileceğini düşünüyor. “Çığır Açan Buluşlar-Beynin Sırları” bölümünde yer alan genç bilim adamı ile keşifleri üzerine konuştuk...
* Nörobilim alanında çalışan bir bilim insanı olarak, yaptığınız işi basitçe nasıl açıklarsınız?
Ben bunların hiçbirini sormuyorum, kim ne isterse yapsın diyorum.
Fakat...
Bazı çifte standartçılar, bazı hesap sorma meraklıları, kendileri haricinde herkesi eleştirenler, az nefes alıp vaziyete başka açılardan da baksınlar istiyorum.
Pek çok kişinin benimle aynı hisleri taşıdığını biliyorum, kendim ve benim gibi düşünenler adına şunları söylemek istiyorum:
1- Öyle bir hale geldik ki, sosyal medyada tepki vermeyince yaşamıyor, düşünmüyor, hissetmiyor sayılıyorsun. Öyle değil halbuki.
Kimi de en değerli anlarını kendine ve yakın çevresine saklıyor artık.
Bu, bir nevi “Kentten köye ters göç” gibi.
Güvensizlik...
Bastığın zemini birinin sürekli gelip altından çekmesi hissi...
Belirsizlik... Yarını görememek... Arafta hissetmek... Savrulma duygusu...
Felaketlerin periyodik olarak hayatın akışını baltaladığı, kaybedilen canların “sayı”ya ingirgendiği bir dünyanın hisleri bunlar.
Terörle tepetaklak, allak bullak olan bir dünyanın hisleri.
Artık dünyada güvenli bölge, güvenli ülke, güvenli bir alan; hatta “gidelim buralardan” dediğinizde sizi güvende hissettirecek bir yer yok.
Bu da, nereye giderseniz gidin, o lanet güvensizlik hissini gittiğiniz yere taşıyacağınız anlamına geliyor.
Çizilen gerçek resmi kaçırdık.Bilmiyorum kaç kişi izleme fırsatı buldu, çok daha vahim konular ve görüntüler yer aldı programda.Polis şiddeti gibi mesela. Etrafa yayılan korku mesela.İnsanların Türkiye’nin geleceğine dair sözleri mesela...Evvelki gün Cengiz Semercioğlu programdaki Ermeni restoran sahibinin söylediği sözleri konuşmamız gerektiğini yazdı.Doğru, çok daha vahim sözler söyledi restoran sahibi... Üstelik Serra Yılmaz’ınki gibi, pek çok milletten kişinin kendi ülkeleriyle ilgili yaptığı türden gülünüp geçilecek bir şaka değildi.Ermeni esnaf “Sonumuzu nefret getirecek” diyordu. Kutuplaşmadan bahsediyordu. Farklı etnik köken ve inançtaki insanların politikacılar tarafından birbirlerine düşürülmesinden bahsediyordu.Siyasi hesaplar yüzünden kendinden olmayan azınlıktan nefret edecek, nefret söylemleri kullanacak hale gelmiş bir toplumdan yani...Dahası, Gezi olaylarını “esasında önce bir ağaçtan dolayı başladı, fakat sonra terörizme dönüştü” şeklinde meseleyi o çok klasik yöntemle anlatan Taksim’in orta yerindeki roof barın sahibinin söylediklerini duymanızı da çok isterdim.Merak edip Twitter hesabına bakayım dedim. Bakmaz olaydım. Çoğunluğu nefret söylemi, çoğunluğu iğrenç tweet’lerden oluşan bir timeline. (Şükür artık sosyal medya var da, bırak mekanına gitmeyi, yanına bile yaklaşılmaması gereken adamları mide bulandırıcı paylaşımlarından tanıyabiliyoruz.)Programda “Dünyadaki her şey para ile ilgilidir” diyor bu dostumuz. Hangi partiye oy verdiğini ve sebeplerini açıklarken sırtını yasladığı konu bu.Hayır, dünyadaki her şey para ile ilgili değildir.İnsan hakları, özgürlük, vicdan, eşitlik gibi konular da var, bazıları da hayatını bu değerler üzerine kuruyor.“Hayatta her şey paradır” diyen bir adam, benimsediği değerlerin peşinden giden, hakkını savunmak için meydanlara çıkmış insanları terörizmle bağdaştırabiliyor.Bir ayrımcılık yapacaksak eğer, sırf paranın peşinden koşarak tüm değerlerini ayaklar altına alanları bir yana, adalete, eşitliğe inanmış ve bunu yüksek sesle haykırmaktan korkmayan insanları da öte yana koyar.Hakkımı bu iki tür insanı keskin çizgilerle ayırmak konusunda kullanmak isterim.Ha, “Ekonomik refah” önemli, doğru.Fakat para insanı ne zaman mutlu ediyor, bunu doğru açıdan düşünmek lazım: İki yakası bir araya gelmeyen, zor durumdaki bir kişiyi düşünelim. Bu kişinin geliri aniden yükselir, sefil koşulları düzeltip insan gibi yaşamasına imkan tanırsa, evet, para, mutlu eder.Çok mutlu eder üstelik, çünkü insan gibi yaşamaya başlayacaktır artık. Aç kalmayacaktır.Yani sıfırdan “insan gibi yaşama” seviyesine ulaşan kişinin durumu farklıdır. Sonuç? Hayatta her şey para değil. Tüm değerlerini kenara bırakarak, daha zengin olma yolunda körleşen insanlara alışmayı reddediyorum.