Paylaş
Ya giderek “aman, film olduğunu biliyorum, artık hiçbir korku filmi zevk vermiyor, inandırıcı gelmiyor” tarafına gidiyorsun ya da aynen benim gibi korku filmlerindeki birçok sahnede “sinemada korkudan duvara bakan insan” oluyorsun.
Ciddiyim, eğer imkanımız olsaydı da bir korku filmindeki gerilimli sahnelerde izleyicinin fotoğrafını çekebilseydik, manasızca duvara, tavana önüne bakan bir sürü insan görürdük.
Onlardan biri de benim.
Hani korku filmlerinde manasız sakinlikte birkaç dakika yaşanır, dersiniz ki, hah, şimdi kesin bir şey olacak.
Siz tam bunu derken çığlık atan kemanlar ve kükreyen yaratık seslerinin oluşturduğu ses bombasıyla birlikte bir zombi, bir hayvan ya da bir yaratık çıkar, kahramanı boğazlar.
İşte o zaman ben ailesiyle birlikte evinde televizyon izlerken sevişme sahnesine denk gelmiş ergene dönüyorum sevgili sinemasever Habitus okuru. Beyazperdeye değil, duvara bakıyorum. Herkes meraklı gözlerle filme bakarken ben kafamı 30 derece çevirmiş duvarı izliyorum.
Hal böyle olunca filmin yarısından çoğu havalara bakmakla geçiyor.
Tabii, bazen bazı sahneleri kaçırmak istemiyor insan. Fakat yine biliyorum ki, RÖHHH diye bir şeyler çıkacak o kapıların, duvarların arkasından, izledikçe paranoyaklaşıyorum, yine bakamıyorum.
İşte öyle zamanlarda en güzel çözüm, önündekinin kafasına bakmak oluyor.
Yani, hem o RÖHH sahnesini ucundan kıyısından yakalamış oluyorsun, hem de önündeki insanın kafasına baktığın için gerçeklik duygunu yitirmiyorsun. (Gerçi bir gün birisi Linda Blair gibi 180 derece çevirecek kafayı ama hadi neyse...)
Diyorsun ki, aha, önümde oturan normal bir insan. Patlamış mısırını yiyor, kolasını içiyor, keyfi gıcır. Bir bilse arkasında can çekişen, filmin yarısında neredeyse duvarlara bakan biri var...
En kanlı korku-gerilim filmlerinde bile patlamış mısırını, Alaska Frigo’sunu yiyen, kolasını içen adamları da hiç anlamam ha. Mideniz bulanmıyor mu arkadaşım. Orada adam kadının bağırsaklarını deşiyor, sen hâlâ çikolatadasın, şekerdesin...
Efsane ile röportaj
Ben bırak şekerlemeyi, su bile koyamıyorum ağzıma.
Zaten artık akıllandım. Biliyorum ki ben su şişesine davrandığım zaman kapı arkasından ani bir hareketle çürümüş derili yaratık çıktığı sahne denk gelecek ve ağzımda ne var ne yoksa önümdeki adamın kafasına püskürteceğim. Kaç defa başıma geldi, artık film boyunca ağzıma lokma koymam, büyük yemin ettim.
Malum, bir de “korktuğunu belli etmeyengiller” vardır.
Yüzüne müstehzi bir ifade yerleştirir ki bir çürümüş derili yaratık saldırısı sahnesinde “ah-haah, biz de inandık” desin içinden dışına yansıyan bir arzu eşliğinde. Sarsılmaz, güçlü adam pozu için harcanan epey enerji harcar.
Sinemada “ben kimseden, hiçbir şeyden korkmam” diyen adamı film bittikten beş dakika sonra dürterek korkutun bakalım, yerinden beş metre zıplıyor mu zıplamıyor mu?
Tabii bir de “teyze önlemi” var korku filmlerinde.
Eğer en kanlı, en stresli sahnede “Kız mı vurmuş? Adam ne dedi? Tövbe tövbeeee... Karısı nerede? Bak bak nasıl deşiyor. Ay kanlara bak, yazııııık” gibi sesler duyarsanız, rahatlayınız. Arkanızda bir teyze var demektir.
Şimdi diyeceksiniz ki, deli misin, seni zorla korku filmine mi götürüyorlar, madem bu kadar dertlisin, izleme.
Tamam, eskisi kadar rahat izleyemiyorum böyle filmleri lakin bu korku filmi deneyimini yaşamam şarttı, zira yarın güzel bir sürprizim olacak size. Korku sinemasının efsane yönetmenlerinden John Carpenter’la röportaj yapmış bulunuyorum, cuma günü vizyona girecek son filmi ‘The Ward’ (Koğuş) vesilesiyle.
Hâl böyle olunca The Ward’u izlemek kaçınılmazdı tabii. Bir de sabah izledim, yemin ediyorum ömrümden ömür gitti. Bir daha uyumamak üzere uyandım.
Eh, bu durumda yarın bu sayfada buluşmak üzere, bugünlük size el sallıyor, hoşçakalın diyorum.
Paylaş