Paylaş
Bu farklı dünyaların bizim için büyüklüğü, içindeyken kendimizi nasıl hissettiğimize bağlı olarak değişiyor. Herkes kendini içinde iyi hissettiği dünyayı “en büyük” görüyor. Nerede vaktinizi çok geçirirseniz, nerede sevildiğinizi düşünürseniz, nerede fikirlerinizi değerli hissederseniz oraya bağlıyorsunuz kendinizi...
Konu işe gelince de aynı hikaye. Farklı meslek gruplarından, işinde kendini iyi hisseden farklı insanlara sorun, herkes kendi dünyasının en büyük olduğunu düşünecek, hatta bunun gerçekliğine yüzde yüz inanmış olarak sorunuza cevap verecektir. Ancak bir gün kendi dünyasından sıyrılıp başka bir dünyada kendine yer açtığında, o büyüklüğün tamamen kendi yarattığı bir hayal olduğunu görebilecektir.
Evde çok vakit geçirdiğinizde evinizdeki minik sorunlar, mesela çamaşır makinesinin olmayacak bir zamanda bozulması, titreyerek ağlamanıza sebep olabilir. Normal koşullarda bu sıradan bir olayken vaktinin çoğunu evde geçiren bir ev kadını için “düzen bozulması” işareti sayılır ve -garip ama- duygusal tarafı daha fazladır.
İş dünyasında da aynı sistem çalışır. Karşılaşılan güçlükler ve verilen duygusal tepkiler konusunda, ev kadınlarıyla çalışan kadınlar arasında pek bir fark yoktur. Bir kadının küçük dünyalarından en büyüğü işse eğer, karşılaştığı güç durumlarda da, sevinçli anlarda da, herhangi bir insanın verebileceği tepkinin on katını verir.
Ancak o dünyadan sıyrıldığında, yaşadıklarının “o kadar da büyük” olmadığını görebilir. Kendi duygularını da, tepkilerini de orantısız bulur...
“Denge” meselesi...
Eminim siz de yaşamışsınızdır: 10 sene önce iş hayatınızda başınıza gelen bir tatsızlığın ağzınızda bıraktığı tat, 8 sene önce hissettikleriniz kadar kuvvetli değildir... Belki hatırlamıyorsunuzdur bile, önemsiz geliyordur bugünün koşulları ile değerlendirildiğinde...
İngiliz bilim adamları “Bir insan nerede/hangi koşullarda başarılı olur?” sorusuna cevap ararken, insanların, genel olarak fikirlerinin fark yaratabileceğini ve dinleneceğini hissettiği, onları değiştirebilecek, hatta uzun vadede dönüştürebilecek tarafa meylettiklerini fark etmişler.
Motivasyon eksik-liğinin, mutsuzluğun, çalışma isteksizliğinin ve hatta verimsizliğin kaynağının, sevilerek yapılan işlerde yaşanan hayal kırıklıkları ve inanç kaybı olduğunu belirlemişler.
Tabii hiç şüphesiz, inanarak çalışmaya devam edenler, çalışmalarının karşılığını alacakları yeni dünyalar yaratıyorlar kendilerine.
İnançlarını kaybedenler ise duygusal açıdan daha karanlık bir yola sapıyorlar. İsteksiz bir biçimde, “mecburiyetten çalışma” duygusu altında ezilerek hayatlarını sürdürmeye mecbur bırakıyorlar kendilerini. Başarı, belirgin biçimde düşüyor. İşlerine olan hisleri özel hayatlarına da yansıyor. Aileleri mutsuz oluyor... Sağlıkları da bozuluyor...
Sana bir şey diyeyim mi adalet duygusu kuvvetli Habitus okuru. Duygusal açıdan karanlıklarda boğulmamanın yolu, bir insanın hayatındaki en önemli konunun “denge” olduğunu keşfetmekten geçiyor... O denge de aslında bize insanları, dünyayı değiştiremeyece-ğimizi, ama kendimizi mutlu eden yollar bulabileceğimizi söylüyor.
O küçük dünyalar var ya hani... Siz kafanızda ne kadar büyütürseniz, o kadar devleşiyor.
İşlere güçlere, hayal kırıklığı yaratan kişilere küsmeden önce bunları düşünmek gerekiyor...
Paylaş