Melike Karakartal

“Trafik devrimi” için daha ne kadar bekleyeceğiz?

24 Ağustos 2012
Dün Hürriyet’te okudunuz, yasalarda, sürücü “üflemiyorum arkadaş” dediğinde söz konusu olacak yaptırımlarla ilgili düzenlemeler mevcut değil. Bir başka deyişle, “kanunda boşluk var”...

Bunu herkesin bildiği iyi mi oldu, bakın o konuda pek emin değilim. Zira canına susamış gibi otomobil kullanan sürücülerin ülkesinde, “Sürücü, rızası olmadan üflemek zorunda değil, mevzuatta boşluk var” demenin “İçki içerek rahatça otomobil kullanabilirsiniz” demekten pek bir farkı yok.
Canına susamış sürücülerin ülkesinde, benim gibi birçok otomobil sahibi, otomobilini terk etti, “mecbur kalmadıkça otomobilimi durduğu yerden çıkarmam” noktasına geldi.
Yine de hem şikayet edip hem de alternatifleri denemekten kaçınanlar çoğunlukta. (İstanbul için konuşacak olursam, bugün hâlâ sadece sürücülerini taşıyan araçlardan oluşan köprü trafiğinden, Maslak-Beşiktaş trafiğinden bahsediyoruz.)
Üstelik tek mesele trafiğin, yolların insanın kafasına huni taktıracak boyutta olması değil. Bırakın başkasını, kendini düşünmeksizin pervasızca direksiyon sallayanlarla savaştığımız bir “ecel meydanı” olması.
Hâl böyleyken kanuni boşluğa vurgu yapmak için söylenmiş sözlerin yankısı farklı oluyor. Bir yaraya işaret etmek maksadıyla söylenen sözler, rahatlıkla “kanundaki boşluk uyanık vatandaşlar tarafından değerlendirilmek için bekliyor” tarafına meylediyor.
Henüz alkollü araç kullanmaya sağlam bir çare bulunmuş değil, bu bilgi ile şimdi ‘yeni nesil alkollü sürücüler’ ortaya çıkacak. Sarhoş olup tanksı araçlarına binecek ve üflemeyi reddedecekler. “Bir kadeh üfleyince çıkmaz” diye içenler, üflemek zorunda olmadıklarını bilecekler.
Kanunda arasan boşluk çok. Bir türlü adam olmayan sürücülerin bu “ecele sürüş” tekniklerini değiştirmelerine nasıl sebep olacağız, esas soru bu.

Yazının Devamını Oku

Görmek ya da görmemek işte bütün mesele bu

23 Ağustos 2012
Hayatımız “ipte yürümek” ile geçiyor. İbreyi düz tutturmakla. Hak edene hakkını vermeye çalışmakla. Hak ettiğimizi düşündüğümüz kadarını alınca, onun verdiği hisle tatmin olmakla.

Başkalarının hayatımızdaki yerini tayin ederken de ince bir çizgi üzerinde yürüyoruz. Kimseye hayatımızdan, zamanımızdan hak ettiğini düşündüğümüzden fazlasını vermek istemiyoruz. Herkes için ayarladığımız “Ne münasebet!?”, “Orada dur bakalım!” sınırı farklı. Bu sınırı ayarlarken karşımızdakinin, onunla ilgili düşüncelerimizi net olarak anlamasını arzu ediyoruz.
“İlişki matematiği” zor tabii. Üzerinde düşünmeden, iyice hesaplamadan, sonuçlarını öngörmeden, kime ne vereceğin ve ne almak istediğinle ilgili harekete geçmezsin.
Ciddiye almak istemediğin adama yapacağın en büyük delirtme tekniği, onu görmezden gelmektir. Söylediklerinin, yaptıklarının bir değeri yoktur senin için. Eğer hareketlerinin hayatında bir yeri olmadığını göstermek istersen, yokmuş gibi davranırsın.
Karşındaki adam, seni çileden çıkarma eylemlerini, senden cevap almak için yapar. Sinirlen ister, sende bir tepki yaratmak ister, “Ben de buradayım” demek ister.
Sen de onu çileden çıkarmak istersen, cevap vermemen gerektiğini bilirsin. Susarsın. Görmezden gelirsin.
İki kişinin arasında gelişen anlaşmazlıklarda, bir tarafın diğerini görmezden gelmesi, iki kişiyi ilgilendirir.
Hayatlarında çekecekleri acılar, yaşayacakları duygular kendilerine aittir.

Yazının Devamını Oku

Yeni nesil hırsızlık

22 Ağustos 2012
Bade İşçil’in evine elini kolunu sallaya sallaya, gündüz vakti taksiyle gelip, “Akrabamızdan televizyon aldık” diyerek evi soyup soğana çeviren hırsızları okudunuz.

Dün Cengiz Semercioğlu’nun da dediği gibi, artık hırsızın akıllısı, sosyal medya takip eder, magazin gazetesi olur...
Teknolojinin hırsızlar dahil herkesin işini kolaylaştırdığı, üstelik sosyal medyada kendi kendimizi gönüllü olarak onlara altın tepside sunduğumuz “görünürlük çağı”nda kimi önlemler almak şart oldu.
Tabii konu ünlüler olduğunda korunmak çok daha zor. Muhabire “Beni çekme, beni gazetelerden takip eden hırsızlar evime girebilir” diyemezsin.
Tanınmış kişiler için durum böyle, fakat çoğumuz sosyal medya hastalığına tutulmuş durumdayız. Foursquare’den koordinat bildirmezsek, o anda bulunduğumuz sahil beldesinde çekilmiş “denize doğru uzanmış ayak” temalı fotoğrafları, önce Instagram’a, oradan Twitter ve Facebook’a yüklemezsek gözümüz seyiriyor, kaşınıyoruz, kendimizde bir eksiklik hissetmeye başlıyoruz.
Tabii biz denize doğru ayaklarımızı uzatmışken, hırsızlar da kafalarını dolaplarımızın içine doğru uzatıyor olabilir.
Çağ, teknoloji çağı. Artık hırsızların kafayı çalıştıranı, başına kadın çorabı geçirip çuvallarıyla insanların evden çıkmalarını beklemiyor.
Adam kahvesini koyuyor, bilgisayarını, telefonunu açıyor, güzel bir araştırma yapıyor, planını ortaya koyuyor, sonra gündüz vakti taksiye binip işini bitiriyor.

Yazının Devamını Oku

Survivor daha 10 sene devam eder

21 Ağustos 2012
Acun Ilıcalı ile bayram röportajımız için tam bir buçuk saat konuştuk. Haliyle bir kısmı bugüne, köşeye kaldı. Buyurun, sohbetimizin devamı...

-  Türkiye’ye getireceğin reality show formatlarını nasıl seçiyorsun?
Benim en önemli kıstasım, ben zevk alıyor muyum, izler miyim diye bakıyorum. Ben zevk alıyorsam, iki-üç görüşüne güvendiğim adam da bana bu konuda katılıyorsa, tamamdır.
-  Toplumun neye yöneleceğini, neyi çok izleyeceğini nasıl anlıyorsun?
Benim şöyle bir avantajım var, 5 yaşımdan beri sokaklardayım. 5 yaşında ilkokula başladım, 10 yaşında Kadıköy Anadolu Lisesi’ne girdim, Edirne’den kopup o yaşta İstanbul’da kendi kendime yaşamaya başladım. 11 yaşımda okuldan kaçıp sokaklarda geziyordum. Sokakta büyümenin bana kazandırdığı bir nimet bu. Aklına gelebilecek her meslekten arkadaşlarım oldu. Bu kadar küçük yaştan itibaren insanlarla iç içe büyümek insana öyle bir gözlem yeteneği sağlıyor.
-  Programların ömrü nedir sence? Mesela Survivor daha ne kadar devam eder?
Minimum 10 sene devam eder. Bu sene geçen seneden daha fazla reyting aldık. Buradaki olay şu: Survivor bir platform. Sen oraya “oyuncuları” koyuyorsun ve canlı bir reality show çekiyorsun. O yüzden her seferinde başka bir hikaye oluyor. Ha, oyun oynamaktan sıkılabilirsin. Mesela Var mısın Yok musun’dan sıkılacağın bir nokta var. Survivor’da bunu diyemezsin. Yeni bir film, yeni bir dizi gibi. Yeni film izlemekten sıkılır mısın? Yetenek Sizsiniz’e gelince, aynı durum. Birisi geliyor, değişik bir şey yapıyor. Sen, ilginç bir şeyi izlemediğin gün zaten o televizyon bitmiştir Türkiye’de.
-  Bir programda izleyici önce neye bakıyor? İzlenebilirliği ne sağlıyor?

Yazının Devamını Oku

Bu bir çaresizlik yazısıdır...

17 Ağustos 2012
Bugün 17 Ağustos. 13 yıl önce bugün, dev bir yıkım yaşadı Türkiye.

Öyle büyüktü ki yıkım, artık hayat aynı şekilde ilerleyemezdi. Yaraları sarmamız, bir daha kimseye bu acıyı yaşatmamamız, geleceğimizi “kurtarmamız” gerekiyordu. Dünyamız değişecekti, değişmeliydi...

Bizi kurtaracak olan da milyonların sorumluluğunu almış olan siyasetçilerdi.

Yanıldık. Değişmek bir yana, geçen yıllarla birlikte utanmazlığın farklı boyutlarına şahit olduk. Çaresizliğimizin tarifi yoktu...

Depremin Türkiye için ne demek olduğunu anlayanlar, gelecekte başımıza gelecekleri öngörenler, ulaşabildikleri kadar insana ellerini uzattılar. Önlem çalışmaları, bireysel çabalardan ileri gidemedi.

Yazının Devamını Oku

Stresten nasıl kurtulmalı?

16 Ağustos 2012
Belki fazla kanıksadık, gözümüzü her yeni günde nasıl bir dünyaya açtığımızı fark etmiyoruz ama hayatımızın bir yöneticisi var: Stres.

Stresi de yönetebilecek bir kişi var: Kendimiz.Beceremediğimiz için her geçen gün kaşlarımızın arasındaki yarık derinleşiyor. İnsan ancak bunu kısa süre için de olsa stresin olmadığı bir dünyaya yelken açtığında, tatil imkanı yarattığında fark ediyor.

Bilirsiniz, tatil dönüşleri hep tatsızdır, bunun sebebinin denizi-güneşi geride bırakmak olduğunu zannederiz. Değildir aslında...

Tatilde, stresin varlığının farkında değilken bir anda kendini pamuklar içinde bulursun. Gerçek hayatına döndüğündeyse o pamuklar altından bir anda çekip alınır, gri beton zemine hayli sert bir düşüş yaşarsın.Denizi-güneşi tekrar bulabilirsin ama kendini pamuklar içinde hissettiğin, baskının, stresin olmadığı o anları yakalamak zordur.

Çünkü hızlı bir çağda yaşıyoruz. Durana cezası anında kesiliyor. Zaman dilimleri “an”lardan oluşuyor. Daha fazlasına müsaade yok.

Yazının Devamını Oku

Sizce bu iş biraz tuhaf değil mi?

15 Ağustos 2012
Hepimiz çocukluğumuzdan itibaren “güzel bir gelecek için iyi bir üniversiteye gitmeli, toplumda güzel bir yer sağlayacak ve değirmenimizi rahatça döndürecek işler yapmalıyız” ile yetiştirildik.

Bunu düşünürken bir yanda “Acaba üniversite için Türkiye dışında şansımızı denesek mi?” sorusu dururdu.
Bunu bir mecburiyet, mutluluğun anahtarı olarak görmezdik. İki seçeneğimiz vardı, birisi kendi memleketimizde eğitim almak, diğeri ise yurtdışına çıkmak.
İlk seçenekte derin bir mutsuzluğun bizi beklediğini düşünmezdik.
Bir de şimdiki manzaraya bakalım: Bugün, geleceğiyle ilgili düşünmeye başlayan gençler, başka ülkelerde, başka şehirlerde yaşamanın hayallerini kuruyor.
Ülkesinde mutluluğu bulamayacağına emin... Ailesini, arkadaşlarını, alıştığı-yetiştiği kültürü bırakıp gitmeye dünden hazır.
Hayatını başka bir dünyada kurmak üzere harekete geçiyor.
“Yabancı”, “göçmen” olmayı ve yaşayacağı olumsuzlukları peşinen kabul ediyor.

Yazının Devamını Oku

Sosyalleşmenin bedeli...

14 Ağustos 2012
Geçen hafta gündemdeki olimpiyat haberlerini hatırlayın: İngiltere’nin kule atlamadaki medar-ı iftiharı Tom Daley’e Twitter üzerinden “Babanı hayal kırıklığına uğrattın, umarım bunu biliyorsundur” diyen bir kullanıcı, gözaltına alındı.

Söz konusu kullanıcı, geçen sene babasını kanserden kaybetmiş Daley’i nereden vuracağını biliyordu.
Olimpiyat yarışları esnasında başına gelmesini istediği en son olumsuzluk, performansını etkileyecek bir ruh hali içine girmesiydi şüphesiz...
Toplum tarafından tanınan ve çok takipçisi olan birçok kişi gibi, Daley de bu sözü ciddiye aldı, “gurur meselesi” yaptı ve moral bozukluğu yaşadı.
İnternetle birlikte, toplum önünde iş yapan insanları aşağı çekmek için en büyük araç da icat edilmiş oldu esasında.
Bir “can istemesi” ile “vurmak” istediğin adama ulaşabiliyorsun. Görüntüsü yüzünden fişlenen insanlar, birilerinin zevkine hitap etmiyor diye sevmeyenleri tarafından hunharca eleştirilen müzisyenler, ne yazdığından haberi bile olmayan insanlar tarafından eleştirilen yazarlar, annesi, karısı ve çocuğu üzerinden ağır küfürlerle psikolojik olarak alaşağı edilmeye çalışılan futbolcular, başarı söz konusu olduğunda bağra basılan, yenildiğinde hayatı eşelenen, iftiraya uğrayan tüm sporcular...
Sosyal medya çağı öncesi, evine, ofisine, antrenman yapacağın yere kapanıp tüm gücünü işe vermek nispeten daha kolaydı.
Gerçi önyargı, insan fişleme, dedikodu gibi “sosyal yaşama dair zevkler” her zaman vardı. Arkadan konuşma, tanımadığın insanları sahip olduğun sınırlı bilgilerden edindiğin taraflı fikirlerin ışığında yerden yere vurma, kara çalma...

Yazının Devamını Oku