Paylaş
Onun için çalışıyor, onun için ilişki kuruyor, sabah gözümüzü açtığımızda onu hissedebilmek için kendimizi parçalıyoruz.
En büyük mücadelemizi, onu bizden almak isteyenlere karşı veriyoruz.
Elimizden gitme ihtimalini düşündüğümüzde yüreğimiz sıkışıyor.
Hayatımızı güzelleştiren, çok uğraşarak kazandığımız ne varsa, gözünü dikenlerden kendimizi uzaklaştırmaya çalışıyoruz.
Arkamızdan konuşanlara aldırmamaya, söyledikleri sözlerin, kişisel görüşlerinin dolaylı olarak hayatımıza müdahale etmeyeceğine inanmak istiyoruz.
Görüyoruz ki konuşanlar, hep kendiyle bitmeyen derdi olan adamlardan çıkıyor.
Kalbindeki boşlukları dolduramayanlardan.
O eksiklik, bir başkasının mutluluğu bozulunca tamamlanıyor.
Birinin mutluluk arayışı kendi travmalarından gelince, ilk adım, başkasının neşesine göz dikmek oluyor.
Kimi çocukluğunda ve ilk gençliğinde bir türlü alamadığı sevginin, onayın peşinde.
Yurdumun dört bir yanındaki ofislerde, plazalarda kanlı kariyer savaşlarının, kısılmış gözlerin bir numaralı sebebi.
Bir dolu adam ve kadın, “ben aslında sevilebilir biriyim. Sevilmeme ihtimalimi de kariyerimde zirveye çıkarak ve sözü en çok dinlenen insan olarak ortadan kaldıracağım” cümlesini kanıtlamaya, kendini tarif edeceği sağlam cümleler kurmasına yarayacak bir iş yapmaya çabalıyor.
Kişiliğinin büyük bir parçası yarım kalmışsa, onu kariyeriyle tamamlayabileceğine inanıyor.
En çok kuyu kazanlar, yalan dolan konuşanlar da onların arasından çıkıyor.
Sevdiği işi yapmakta olmanın verdiği o güzel histen başka bir tatmin arayışında olmayanlar ise çoğu zaman “travmalı kariyerci”lerin masasına meze oluyor.
Ne güzel ki, insan ancak bunu bilince arkasından laf edenlere “Ha, öyle mi demiş, uydurmuş ama neyse” diyor, iki sinirleniyor, ama hızlıca geçiyor.
İşte büyük sır!
Mutluluğun başka adamların ağzının içinde olmadığını bilenler ise, başka bir savaş yaşıyor.
Onlar da, sürekli mutluluğın mümkün olup olamayacağını düşünüp duruyor.
Bu mutluluk dediğin zor iş sahi. Huzur olmadan bir şeye benzemiyor. Uzun süre hissettiğin zaman da, ne yazık ki sıradanlaşıyor.
“Hep mutlu hissetmek” istiyorsan, hayata hep aynı yerden bakmaman gerektiğini biliyorsun.
İşte o zaman yeni pencereler açmaya çalışırken buluyorsun kendini.
Ama “yeni”yi hayatına dahil ettiğinde, sıradanlaştığını düşündüğün, kendini tekrarladığını hissettiğin anlarda, elinde olan mutluluğu riske atıyorsun.
Ve bir kere aldın mı o riski, artık konu başka... Dalgaya doğru mu yüzeceksin, yoksa akıntıya doğru mu?
Yola can simidiyle mi çıkacaksın yoksa kollarına güveniyor musun?
Vicdanın ne diyor? Kalbinin sızlamasına kendini hazırlıyor musun?
Peki daha az mutlu olabileceğini hiç aklına getirmiyor musun?
Peki bunu neden yapıyorsun?
Olduğun yerde sayma
Olduğun yerde saydığını hissettiğin, kendine yeni pencereler açamadığın zaman daha mutsuz olacağını biliyorsun.
Neticede iki riskten birini seçiyorsun. Eğer hayatın ilerleyişiyle ilgili “denge” kuralına inanıyorsanız, mutlu olmanız için önce mutsuz olmanız gerektiğini düşünüyorsunuzdur.
Çok güldüğünüzde çok ağlayacak olmanız, güzel bir olay yaşadığınızda kötüsünün de kapıda olduğunu aklına getirmeniz gibi...
Doğru. Hepimiz bunun doğruluğunu kabul ederek yaşıyor ama gerçek olmayan bir duygunun peşinde koşuyoruz: sürekli mutluluk...
İşte bu noktada, kabul etmekte en zorlandığımız konuya sıra geliyor: Mutluluğun kaynağı, yaşamımızdaki iniş çıkışlarda esasında.
Hayatın tatlısını kabul etmek kadar, acısının gerçekliğini de anlamakta...
Riskleri, eğrisini doğrusunu düşünerek almakta...
Yanlış riski aldığınızı anladığınızda ise, dümeni doğru yere döndürebilme becerisini içimizde bulmakta...
Paylaş