Artık anlıyoruz ki, mutluluk şova dönüştüğünde kapalı kapılar ardında başka hikayeler dönüyor.
Kafaların içinde büyük mutsuzluklar, rahatsızlıklar, travmalar yaşanıyor...
Mesela,
Ünlüler gazetelere mutluluk pozları verip, “Çok mutluyuz, öyle mutluyuz ki, hayatımızda hiç sorun yaşamadığımız daha mutlu bir dönemimiz olmadı, çocuğumuz da mutluluğumuzun perçini” açıklamalarını eksik etmediklerinde...
Facebook’ta “İşte muhteşem tatilimiz, işte kocam ve ben”, “Öyle neşe saçıyoruz ki az sonra kafamıza huni takıp sevinçten kendimizi kaybedeceğiz” fotoğraflarına rastladığınızda...
Çok eğlendiklerini, çok müthiş vakit geçirdiklerini sosyal medya sitelerinden paylaşanları gördüğünüzde...
Kısacası mutluluk bir “şov malzemesi” olduğunda anlıyoruz ki gerçek mutluluk trene binmiş, uzak bir yerlere gitmiş.
Soruyu soruyoruz ama yanıtı yanlış yerde arıyoruz. Meseleden uzaklaşıp büyük resmi göremiyoruz. Konu başarısızlık ise, “şimdi”yi bırakıp, biraz geriye gitmek lazım.
Bilirsiniz, bizde resim, müzik ve spor “boş zaman uğraşları”dır. “altın bilezik” tanımı içine girmez. Çocuk derslerinden kalan zamanı bu tip “uğraş”larla değerlendirebilir. Boş oturmaktan daha iyi fakat asla ders çalışmakla, derslerde başarılı olmakla bir tutulmaz.
Çünkü sistem, çocuğu meyilli oldukları branşlara yönlendiren bir sistem değildir.
Biz böyle büyüdük, şimdi şanslı çocukların dışındakiler de benzer biçimde büyümeye devam ediyor.
Üstelik biz sadece yarış atıydık, şimdikiler sadece bilgi düzeyleriyle değil, sınavlardaki skandalların sonucunda “psikolojik dayanıklılık” açısından da değerlendiriliyor.
Omuzları çökenlerin sayısı, başarılı olanlardan fazla. Öğrencilik hayatı çok zor Türkiye’de. Eğer yeteneğinizin peşinde koşacaksanız da, büyük savaşlar vermeniz gerekiyor.
“Altın bilezik” nedir?
Sporda başımıza geleni tüm alanlara yayabilirsiniz.
Yüzücülere sorsak, Yüksel Aytuğ’un köşesinde dediği gibi “Kadın memeleri, hızı kesen bir safra olarak görülüyor” yanıtını verirler mi?
Kadın ciritçiler, gülleciler, güreşçiler, halterciler, boksörler kendi görüntülerinin içler acısı olduğunu düşünüyorlar mıdır?
Kadın dernekleri “memesiz sporcu olmasın” diye ayaklanırlar mı?
**
Bir sporcu ile konuştuğunuz zaman onların hayatı çok başka algıladıklarını görürsünüz. Onların dertleri fiziksel yeterliliklerine meydan okumak, sınırlarını zorlamaktır. Mücadele duygusuyla, zorlukların varlığıyla motive olurlar. Çok çalışkandırlar, kendi sınırlarını aşarak kazandıkları zaferden aldıkları haz, biz “fani”lerin herhangi bir başarıdan aldığımızla karşılaştırılamaz.
Üstelik zordur bu hayat. Hayatını spora adamak, “sıradan” insanların sahip olduğu birçok lükse sahip olmaktan feragat etmek demek. Hangi branşı seçtiyseniz, onu merkez alan ve o merkezin yakın çevresinde şekillenmiş bir hayat seçmek... Öğrencilik yıllarında derslerden, aile hayatının huzurundan, sosyal hayattan başkalarına nazaran çok daha uzak kalmak...
Çeyrek finalde oynayacak olan Potanın Perileri, Rusya ile karşılaşacak.”
Sanki birileri çıkmış, “Eğer Türkiye A Milli Voleybol Takımı ve Türkiye A Milli Basketbol Takımı ile ilgili bir haber söz konusu olursa, “Milli voleybolcularımız, basketbolcularımız demek yasaktır. Eğer Potanın Perileri ve Filenin Sultanları tanımlarını cümle içinde en az bir kere kullanmazsanız size ceza vereceğiz.” demiş.
“Sporcu” kelimesinin artık olumsuz bir anlamı var herhalde. Ya da “sporcu” demek yasaklandı haberimiz yok!
Bir tanıma bu kadar saplanıp kalınca, şöyle bir haber duysak şaşırmayacak hale geldik:
“Potada uçuşmayı başaramayan Hırvatistan’ı ellerindeki sihirli değnekleriyle görünmez yapan Potanın Perileri, çeyrek finalde Rusya’nın üzerinde uçuşacak.”
“Filede sultanlıklarını sürdüremeyen sultanlarımız, has bahçelerine geri dönüyor.”
“Rüzgarın kızı, ters esen rüzgarlara meydan okudu.”
“Hayata ara vermek” iyi, “bir süre durmak” büyük ihtiyaç fakat bir de şu meşhur “dönüş çilesi” olmasa, herhalde daha verimli insanlar haline gelebilirdik.
Zira havaalanında yaşadığımız arbede (bkz. alttaki kutu), alandan çıktığımız anda yüzüme vuran sıcak hava dalgası, gecenin 1’inde İstanbul’un tüm caddelerini vuran trafik, klima açmayan ve sürüş becerileri ile kendimizi Afrika çöllerinde rallide hissetmemizi sağlayan taksi maceramız ile topladığım tüm enerjinin yarısını hava-alanı ve ev arasında bırakmış bulunuyorum.
İnsan güzel duygularını korumak, “tüm aksiliklere, kafa yapısına, insan hayatının değersizliğine rağmen, burası yaşanabilir, harika bir yer” hissiyatını elden bırakmak istemiyor ama ne mümkün...
Uçaktan iniyoruz. Valizlerimizi alıyoruz, çıkışa yöneliyoruz. Ünlü futbolcu Amrabat, İstanbul’a ayak basmış. Büyük olay var, tezahüratlar, bağırmalar... Ne olduğunu ilk bakışta anlamayan, biz de dahil birçok yolcu “Ne oluyor, saldırı mı var?” paniği yaşıyor.
Bir tehlike olmadığını anladıktan sonra arbede olmayan tarafa yöneliyoruz.
Bir görevli elinin tersiyle “kış kış” yaparak “kapalı bura, öbür kapıya, öbür kapıyaaaah” diyor. (Koyuna benzer bir halimiz de yok hani. “Bu kapıyı kapatıyoruz, öteki kapıdan geçmelisiniz” cümlesinden de anlardık.)
Kalabalıktan kaçmayı başarıyor, beş dakika oturup soluklanıyor, ardından kendimizi dışarı atıyoruz. Buradaki manzara, bilindik pazar gecesi: Tüm araçlar korna çalıyor, herkes ellerinde valizler, zigzaglar çizerek taksi kapma yarışına girmiş, yaya görünce araçların durmasına alışmış turistler şimdiden ölüm tehlikesi içinde, ortama kaos hakim.
Daha fazlası değildi, sadece “telefon”du işte.
Çantamızın bir kenarında dururdu, canımız sıkıldığında ancak rehberini karıştırırdık.
Ofiste ve evde, işlerimizi hallettiğimiz, yazılarımızı yazdığımız, hayatımızın belli bir zaman dilimini ayırdığımız bilgisayarlarımız vardı.
Kapattığımızda “Aman Allah’ım! Hayattan kopuyorum! Geride kalıyorum!” duygusu yaratacak bir fonksiyonları bulunmazdı.
Kapattıktan sonra yaşadığımız hayat, o anda olandan ibaretti.
“Hayatla bağ kurmak” dediğimiz, bugün, elimizdeki teknoloji sayesinde daha kolay.
Bilgisayarı, telefonu, tableti açmanız yeterli. Bir arama sitesine girip merak ettiğiniz bilgiye ulaşmak, saniye bile sürmüyor...
İstemiyoruz ama hâlâ dünyaya “eski zamanlarda kalmış İstanbul hayali” satmaya çalışıyoruz.
Turistik tanıtım söz konusuysa güzelliklerini cilalamakta bir sakınca yok ama olimpiyat gibi dev bir sorumluluk için bir şehri eğrisiyle, doğrusuyla anlatmak gerekmez mi? Şehrin düzeleceği yok ya hani...
İstanbul 2020 Candidate City logosunu görmüşsünüzdür. Bu logo, beş aday arasından seçildi. (Benim favorim, rengarenk bir girdap gibi görünen logoydu. İçinde -birbirlerine tahammül edemeyen- binbir renk barındıran kaosu, girdabı içinde insanların kaybolduğu şehri özetleyebilirdi...)
Gerçi seçilen logo da şehri özetliyor diyebiliriz: Logoda, şehri yalayan turuncu bir alev var. (Olimpiyat oyunları esnasında şehri yakıcı bir sıcak hava dalgası sarabilir, sporcular önlem alınmadığı için kavrulabilir, doğru.) Alt kısımda ise şehri zeminden kavrayan bir su dalgası görüyoruz. (Sel ve ölüm tehlikesi her zaman baki. Deprem olursa deniz de yükselir, o da doğru.)
Tabii, logoda eksikler var. Bir defa logo, deprem sonucu çatlayan binalar ve yollarda olduğu gibi ortadan ikiye çatlamış olmalıydı.
Bu “tatlı” gerçekler bir yana, satmaya çalıştığımız görüntüde de sıkıntı var. İstanbul’un silueti konusunda dünyaya yalan söylemeye gerek yok.
Baktığınızda “Oh be” dedirten o güzelim siluet, anne ve babalarımızın vaktiyle yaşadıkları romantik anlarını günümüze taşıyan fotoğraflarda kaldı...
Yeni İstanbul artık böyle
“Uzun bacak”lar: Dolgu topuk terlikler, bacakları uzun gösterir. Bunu bilen kadınlarımız, plajların çetin şartlarında tuğla terliklerini çıkarmaz. Sadece denize girmek için çıplak ayak kalmak zorunda olan plaj kadınının işi zordur.
Güzel kızımız iskelede salınırken, 20 santim dolgu topuklu terliklerle, bacaklarını Heidi Klum’laştırmış ve hayranlık uyandırmıştır. Sıra denize girmeye gelince büyük sınav başlar.
İskele merdiveninin yanında terliklerini çıkaran kızımız, korkulu gözlerle etrafa bakınır; çünkü terlikleri çıkarınca bacaklar yüzde 35 kısalmış, rakım bir hayli düşmüştür. Endişelidir. Parmak uçlarında mümkün olduğu kadar yükselir, platform terlik üzerinde yürümeye alışmış bacaklarıyla nasıl hareket edeceğini bilememektedir...
Üstelik aksesuvarlarlarını, terliğini, gözlüğünü çıkarınca, kızımızın tüm “plaj kalkanları” iskelede kalmıştır. Su soğuk olmasa bile, “Ay çok soğoook! İhihihi” demesi, ne yapacağını bilememesinden, dolgu topuk terliklerini çıkarmış ve diğer kalkanlarını geride bırakmış olmasındandır.
Denize girdiğinde ise sorun kalmaz... Artık görünen bacakları değil, devasa topuzu sayesinde denizin üzerinde 8 rakamı gibi görünen kafasıdır...
Otantikler: Uzun siyah saçları, deri aksesuvarları, parmak arası terlikleri ve bedenlerine doladıkları Hint esintili çaputlarla rüzgarla birlikte iskelelerde dalgalanırlar. İçinde bulundukları topluluğun gizli lideri gibidirler. Bodrum’da evi olmayan bir otantik, otantik değildir. En kötü ihtimal evi olan bir dostları vardır, orada kalırlar. Otantikler, hep hararetli bir sohbet içindedir. Fakat yoğun gündemlerinin konusu anlaşılmış değildir.
Erkek olan otantikleri ise saçlarından tanırsınız. Kırlaşmıştır, ortası kelleşmiştir lakin 90’lara saplanıp kaldıkları için o saçları bir türlü kestiremezler. Enselerinde toplarlar. Kıl yumağı olmayan bir surat, onlardan değildir. Sakal ve bıyıkların arasından görünen bir tel sigara vazgeçilmez aksesuvardır.